Bir şehrin iki yakası

Beyoğlu ve Fatih...
İstanbul’un iki yakasında yer alan semtler bunlar.
Biri Beyoğlu yakasındadır, diğeri Âsitâne tarafında.

Aslında onlara, birbirine müteveccih iki yüz demek daha doğru olur. Bu yüzlerin biri Batıya dönüktür, diğeri Doğuya. Biri Avrupaî bir çehredir, diğeri İslâmî. Birinde madde esastır, diğerinde mânâ.

Biraz da bu yüzden hep birbirlerine bakarlar ama hısım ailelerin hasım fertleri gibi birbirlerinden uzak durmaya gayret ederler. Bu güne kadar onları bayramlarda bile barıştırmak pek mümkün olmamıştır.

Fatih’te yaşayan bir insan için Beyoğlu zahiren oldukça cazip görünse de her şey seçinceye kadardır. Gider, gezer, bakar, beğenir, alır ve giyinip kuşanır. Ama daha birkaç adım atmadan içinde Fatih hasreti başlar.

O andan itibaren Şişli’nin süksesi, altın mızraklı şövalye gibi beni adım adım takip eder. Ruhu, karanlık perdedeki karagöz oyununu andıran renkli fakat kasavetli bir kaynaşma kavrar ve o hasreti söküp atmak istercesine bütün hıncı ile sıkar.

İnsan kendini ancak Fatih’e dönünce rahat hisseder.

***

Bu sevginin de tesiriyle İstanbul’un o dargın yüzlerini barıştırıp kaynaştırma hevesine kapılınca Tanzimat paşazadeleri gibi soluğu Şişli’de aldım. Gezdim, dolaştım, giyindim, kuşandım ve Eminönü’ne gelip Jön Türk kuruntusuyla yürümeye başladım.

Meydanda kaynaşan binlerce insanın değişik duygularla da olsa bana baktığını görünce, Osmanlı’nın üç yüz senelik Tanzimat rüyasını gerçekleştirdiğim ve Şarkın tevekkülü ile Garbın terakkisini mezcetmenin ilk adımlarını attığım zehabına kapılarak adımlarımı hızlandırdım.

Önceleri her şey normal gibi görünüyordu. Fakat hayran zannettiğim bakışların altında istihzâî bir bıyıkaltı gülüşün olduğunu fark edince, gece vakti Galata Köprüsünden geçerken açılan dubaların boşluğuna düşmüşçesine mahcubiyet içinde bocalamaya başladım.

O zaman Fatih’i bilmeden Şişli’ye gitmenin insanı şaşırtacağını, orada hevesle giyinip burada kurumla gezmeye kalkmanınsa aslından uzaklaştırıp kendine yabancı hâle getireceğini hissettim.

Bu durumda yapmam gereken ilk hareketin Fatih’i, yani bir zamanlar Âsitâne diye de anılan tarihî yarımadayı tanımak olduğunu anladım. O anda deryaya düşmüş damla gibiydim. Önüme birbiri içinde daireler açılıyordu. Hangi yöne gitsem, adım başı karşıma başka bir eserin çıkacağından emindim.

İşe nereden başlamam gerektiğini düşünürken kendimi Yeni Cami’nin ağuşunda bulunca rahatladım ve zamanın, ismini de cismini de eskitemediği muhteşem mabedi temâşâya daldım.

O anda, her yeri ayrı bir zirve olan koca bir dağla karşı karşıya idim. Hem maddî, mânevî san'atın zirvesiydi bu eser; hem beşerî tevazuun, mahviyetin, asaletin ve kemalâtın.

Taşlara, aslını bozmadan asîl şekiller veren o mahir eller, su ile toprağın bir türlü imtizaç edemediği bu balçık tarlasına o koca dağı getirip oturtmuşlar da, bir mermer parçasına isimlerini kazıyıp bir kenarına raptetmemişler.

Şimdi kim bilir o esere emek veren hangi mimar, usta, kalfa, işçi, san'atkâr hangi taşların arasından bir avuç toprak olmuş, zahiren meçhul fakat hakikatte mâlûm bir bekleyişin içindedir.

Bu şaheserle her gün iç içe, yan yana yaşayanlar bir yana, hayatında bir sefer görüp ömür boyu gururla anan ve anlatan insanların kaç tanesi onlardan birinin ismini biliyor acaba?

Soruyu, Yeni Cami haziresinin, sükûtu şekillendiren mezar taşları, ‘Hiçbiri’ diye cevaplandırınca, ‘Nisyan ile mâlûl olan hafıza-i beşer’ den kaçarcasına oradan uzaklaştım.

Hamidiye Caddesi’ne çıkmıştım ama daha üç beş adım gitmeden Hatice Turan Sultanın Türbesi dikildi karşıma. Henüz onların uhrevî ikliminden çıkmadan, alnındaki hatlardan, gölgesinde yatanların güldüğü anlaşılan Hamidiye Kabristanının mezar taşları ile karşılaştım.

Dünyaya meftun nazarları dağlayan bu manzaralardan kurtulmak için İstanbul’dan çıkmam gerekiyordu anlaşılan. Bunca fiilî ikaza rağmen mağdurluğunu hissetmeyen mağrur nefsimin telkiniyle hareket etsem belki de çıkardım ama bir ağaç yolumu kesince durmak zorunda kaldım.

Koca caddenin ortasında varlığını koruyan asırlık bir çınar ağacıydı bu. Kuruydu, ama dalıyla, gövdesiyle şehit cesedi gibi diriydi ve daha asırlarca orada duracak kadar sağlam görünüyordu.

Gayri ihtiyarî etrafıma bakındım, Gülhane parkından yükselen azgın insan gürültüsü ile Zeynep Sultan Camii haziresinin derin sükûtu arasında sıkışıp kalmıştım.

Bir tarafta ölüm, diğer tarafta eğlence…

Ağaca yaslanıp düşündüm. O anda eğlenen insanların uğultusu bana, mezarların sükûtundan daha korkunç göründü. Şimdi orada eğlenenler, akşama doğru şu kapıdan yorgun adımlarla çıkıp gidecekler.

Yaşayan bir ibret levhası olan şu hazire, kaç tanesinin gözüne çarpacak acaba? Kaç tanesi gayri meşrû zevk ve lezzetlerin geçici ve elemli olduğunu anlayıp şu mezarlara bakarak ölüm hakikatini hissedecek?

Koca çınar belki de onun için kurumuş olmalı. Geçici lezzetler ve basit zevkler uğruna kendini heder eden o insanlara acıdığı için. Zaten her gün o hâlleri görüp de yanmamak, kurumamak ne mümkün.

Bu manzara karşısında, o insanlardan ziyade çınara acıyarak yürüdüm. Ayasofya’nın yanından geçerken bahçesinde berzah hayatı yaşayan ll. Selim, lll. Murad, lll. Mehmed, l. Mustafa gibi padişahları Fatihalarla selâmladıktan sonra Üskübî İbrahim Ağa Camiinin, harabe halindeki haziresine uğradım.

Ta Üsküp’ten gelip, buradaki insanlara hizmeti ibadet telâkki eden o mübarek zat, ölüm hakikatinin her yerde aynı olduğunu göstermek için caminin bahçesine önce kendi mezarını kazdırmış.

Lâkin zamane insanları bu hareketin hikmetini anlamamış olmalı ki caminin ismi ‘Yerebatan’ şeklinde değiştirilmiş. İsmine gösterilen ilgi camiye ve haziresine gösterilmediği için mezar taşları kırılıp dökülmüş.

Bazılarınca taş diyerek aşağılanan o san'atlı, süslü ama soğuk ve soluk çehreler gölgelerinde yatan İbrahim Ağa'nın nâmını hâlâ güzel bir talik hatla yaşatarak müdakkik nazarlara hatırlatıyorlar.

O cami ve hazire değil ama hatıralara soğuk mermerler kadar bile sadakat göstermeyen bu zihniyet yere battığı zaman, mezar taşlarının da çehresi değişecektir.

Oradan ayrılıp Divan yoluna çıkınca artan ibret levhaları, insanların yükseldikçe ölümü daha çok hatırlayıp ibret alarak ölçülü davranmaları gerektiğini hatırlatıyor olmalı ki; bir o kadar adım daha gittikten sonra, Firuz Ağa Camii’nin, Hazret-i Ömer’in (r a) şakağındaki beyaz saçları andıran iki mezardan ibaret küçük haziresi ile karşılaştım.

Hayret! Bazı insanlar, dünyaya yalnız bu ibret levhalarını koymak için gelmişçesine, hiçbir cami veya mescidi bu berzah dekorundan mahrum bırakmamışlardı. Hepsi ince bir ruh, hassas bir intizam ve dakik bir itina ile vücuda getirilmişti.

“Bunlar bir ömrü doldurmaya değer mi?” diye düşünerek dönüp baktığımda, karşıma, binlerce ömrü dolduracak kadar mükemmel bir abide olan Sultanahmed Camii çıkınca durdum.

O taraf gezi güzergâhımın dışında kaldığı için mabedin banisi Sultan Ahmed’i de rahmetle yad ederken aynı anda binlerce ışık kanatlı muhayyel ruhun, “Hizmette büyüklük küçüklük değil, ihlâs esastır” dediğini duyar gibi oldum.

Şaşırmıştım, şaşkınlığım şimdiye kadar bunları hiç fark etmediğimdendi. Her halde, şu anda şaşkınlığımı seyreden bu insanlar da ömürlerinde bir sefer olsun, şehirde tayaran eden milyonlarca ruhtan birinin bile kanat hışırtısını duymamışlardı. Belki de içlerinde ömür boyu duymayacak olanlar da vardı.

Demek ki biz bu şehirde yaşadığımızın bile farkında değiliz. Eğer olsak ve maziye tahassürle bakmasını bilseydik, Sultan İkinci Abdülhamid’in Divan Yolu üzerindeki türbesine bir hayırseverin taktırdığı anlaşılan levhanın yazılarının silinip boyasının döküldüğünü fark ederek yenilerdik de vefasızlığımız ve ihmalkârlığımız tarihe geçmezdi.

Belki o zaman bu kabristanın elli adım ilerisindeki Köprülü Külliyesi’nin bir kısmının muhteris tüccarlar tarafından gasp edildiğini, mescidi ibadete açık olsa da kaderine terk edilen haziresinin aynı akıbeti beklediğini anlayabilirdik.

Ne yazık ki, bu zamana kadar anlayamadık, pek anlayacağa da benzemiyoruz.

Hain değiliz, ama çok çabuk unutan bir milletiz.

***

Yürümeye ve unutkanlığımızın tezahürleri üzerinde biraz daha düşünmeye devam edecektim ama on iki mermer parçadan yapılıp demir halkalarla birbirine bağlanan gösteriş abidesi Çemberlitaş’tan önce, Atik Ali Paşa Camii’nin bahçesindeki mezarların önünde Fatiha okuyan ihtiyar dikkatimi çekti.

Yanına yaklaştım, hava biraz kararmasına rağmen onun yüzü parlıyordu. Hiçbirini tanımadığı hâlde kardeş olduğuna inandığı insanların kabrine, gönlündeki nur deryasından birer avuç ışık serperek gidiyordu.

Hamiyeti mâsivayı aşan bu mesrur insan, beni fark edince durdu. Gülümseyen siması ile bir şeyler söylemeye niyetlendi ama üzerimdeki -bana göre modaya uygun, onun nazarında acayip- elbiseyi görünce ferasetiyle içimden geçenleri anlamış olmalı ki, mezarları göstererek guruba doğru döndü ve yoluna devam etti.

İhtiyarın o tavrı üzerine, Koca Sinan Paşa Türbesinin ve Çorlulu Ali Paşa Camii haziresinin önünden geçerken, hep ‘mü’minin ferasetini’ düşündüm. O ulvî hassasiyetle ehl-i kubûrun imdadına koşarken, onlar da ferasetleri ile günümüz insanının ahvalini görmüş olmalılar ki hayattayken inanıp yaşamaya çalıştıkları hakikatleri, öldükten sonra mezarları ile anlatarak ibret almamızı temin etmeye çalışıyorlardı.

O anda, kıyamete kadar bu kabirlerin önünde dikilsem, dalga dalga kabaran hislerinin bir katresini bile ifade edemeyeceğimi anlayınca, bir Fatiha da ben okuyup umumuna bağışlayarak yürüdüm.

Fakat gittikçe, bir gelişi duyar gibi oldum. Dikkatle dinledim; ne bir ayak sesi, ne kanat hışırtısı, ne su şırıltısı, ne de ışık huzmesi... Hiçbirine benzemiyordu zamanı yudumlayan nefes. Yaşamak için havaya, suya, toprağa ihtiyaç hissetmeyen, kalbi atmadan da gülen bir ferasetin tebessümüydü bu.

“Kimdir, nedir?” demeye kalmadan, kendimi, Beyazıt Camii'nin, sebilde yıkanmış güvercin nefesi kadar yumuşak ve serin sükûtunda; asırlar önce basılmış bir ayak izi kadar bâki ve mesrûr hissettim.

Burada, her gül türlü rayihalarla kokuyor, her katre çağlayanlar gibi akıyordu. Bülbüller bin bir dilli terennümle şakırken melekler kanatlarında taşıdıkları ulvî ruhları sündüs döşekler üzerine bırakıyorlardı.

Burada ölüm adeta insanın yüzüne gülüyordu. Biraz daha beklesem belki bana da gülecekti ama neden sonra fark ettiğim kalp atışlarımı, bu sükûnet diyarına yabancı hissedince, güllerin gölgesinde gülümseyen çehreleri uyandırmamak için hemen ayrıldım.

Kendimi bir anda buluttan kopmuş damla gibi boşlukta hissetmiştim. Düşmek, dağılmak, parçalanmak pahasına bir yere değmek istiyordum. Binalar arasında zoraki fark ettiğim Marmara’nın mavi sükûtuna sığınacağım sırada, buz dağına çarpan Titanik gibi sendeledim. İçinde, hepsi ahirete müteveccih binlerce hisle birlikte devrilirken kolumdan tecrübeli bir tebessüm kavradı.

Yine o ihtiyardı. İkinci Beyazıt devrinde dinlenen orduyu Yavuz’un sefere kaldırışı gibi günün yorgunluğunu Beyazıt Camii’nin türbe avlusundaki uhrevî yeşillikler arasında dinlenerek giderdikten sonra yürüyüşe başlamışa benziyordu.

Fakat bu yol, bütün Şarkı görüp fetheden Tevhid ordusunun, daha Yavuz’un matemi bitmeden Kanunî’nin peşinden Garbı tanımak ve Allah’ın ismini oralarda da yaymak için sefere çıktığı yoldu.

İhtiyar da tıpkı onlar gibi gidiyordu. Hedefini merak edip peşine takıldım. O Lâleli Camii’ne doğru eğilince, içime Bosna’ya kadar yürüme korkusu düştü. Bu Hızır timsali İhtiyarın ne yapacağı hiç belli olmazdı. Ne de olsa eski topraktı. Gider mi giderdi.

Ben bunları düşünürken o bana bakıp aklımdan geçenleri yüzümden okumuş olmalı ki gülümsedi. Herkesten farklı bir tebessümü vardı. Bakışlarındaki derinliği dünyada herhangi bir şeye benzetmek mümkün değildi. Beni emekleyen çocuk hassasiyetiyle Lâleli Camii’nin duvarına tutundurdu. Ellerini açarak taş yapıya doğru döndü ve bir şeyler okumaya başladı.

Ben onun okuduklarından ziyade kim olduğunu merak etmeye başlamıştım ki bir anlık tereddütten sonra dönüp baktığımda, gurup tarafında batan güneş ışıklarıyla renklenen bir bulut kümesinden başka bir şey göremedim.

Güneşe baktım; batarken bile gülüyordu. Başka bir âlemde doğduğunun farkındaydı her halde.

Az önce ihtiyar da yüzüme tıpkı öyle gülümsemişti ama ben o hayatî tebessümü bir nefeslik tereddüt yüzünden kaybettim. Kaybedilenlerin ardından hasretle ağlanırmış.

Benim hayatımda idrak ettiğim en büyük kayıp işte o tebessümdü.

Kaybetmenin acısını dünyada en iyi bilenler bulutlar olmalıdır. Çünkü bir anda bağırlarından kopan milyonlarca, milyarlarca katrelerini kaybediyorlar ve ağlıyorlar, ağlıyorlar...

Hey bulutlar! Gelin dolun, gözüme ve gönlüme:
Ağlamak istiyorum…
 
Yeni Asya

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.