Kur’an'ın, 'Görmez misin? Bakmaz mısın?' soruları ve Bediüzzaman'ın izahları

Dinin anlatımında da edebiyatın anlatımında da görsellik yok, soyut şeyler. Bu yüzden hafızalarda yer tutmuyor anlatılanlar. Kur’an’ın anlatım düzenini, görselliğini en iyi uygulayan Bediüzzaman’dır. Kur’an’da göze hitab eden çok ayetler var. Bu insanın hayatın akışı içinde derinliğini görmediği olaylar karşısında onlara o derinliği ve azameti görmeleri için yapılan ikazlardır. Hani insanlar birbirine der ya "görmedin mi, bakmadın mı, farketmedin mi?" İnsanın bakmasını öğrenmesi için bu tür temrinler yapması gerekir. 

Kur’an‘da çok kullanılan bir kelime, fiil var: “Elemtere.” Fil suresi: “Elemtere keyfe feaala rabbüke bieshabil fil, elem yeceel keydehüm fitadlilin ve ersele aleyhim tayran ebabil, termihim bihicaretin minsiccilin, fecaalehüm keesfin mekul”

“Rabbinin Ashab-ı file ettiğini görmedin mi? Onların hile ve düzenlerini boşa çıkartmadı mı? Üzerlerine sürü sürü ebabil kuşları gönderdi. Bunlar onlara pişmiş balçıktan yapılmış taşlar atıyorlardı. Derken onları kurt yeniği ekin yaprağına çeviriverdi." 

Burada bir prototip vaka anlatır. Bununla Kur’an'daki bütün felaketlere maruz kalan ümmetlerin halini nazara verir. Buna Nuh’un ümmeti de dahildir, İbrahim’in ümmeti de dahildir. Bu "görmedin mi" fiili bütüne şamildir. Bir örnekten bütün örneklere göndermedir. Kur’an anlatımında asırların donmuş tarzını Bediüzzaman değiştirmiş. Görmek istemeyince görülmüyor, bir şeye kin ve adavet niyetiyle yaklaşınca onun zenginliği görülmez.

Bu olay kesin mucizelerdendir, tabiatla izah edilmez. Nakil yönünden de kesindir. Zira Hz. Peygamber (asm) bu sureyi okuduğunda Mekke’de 40 yıl önce olmuş bu olayı gören çok kimse vardı. Bunca aleyhtarlıklarına rağmen onu tenkid etmeye yeltenen pek kimse çıkmamış.

Hac suresinde “Elemtere ennellahe enzele minessemai maen fetüsbihül ardi muhazzereten ennellahe latif ül habir.” buyrulur. Yani, "Görmedin mi ki Allah gökten yağmur indirir de yer yemyeşil oluverir. Allah latiftir, habirdir.” 

Burada tabiata verdiğimiz olaylara tabii akışı içinde hikmetini görmediğimiz şeylerin üstündeki kalın ülfeti kaldırır. 

Bu kalıbı Bediüzzaman çok kullanır. Ayet'ül Kübra tamamen bu tarz konuşmalardan oluşturulmuştur. Eserin başı görmek ve bakmak ile kurulmuştur. 

"Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki;
Gayet keremkarane bir ziyafetgah (1)
Gayet sanatkarane bir teşhirgah (2)
Ve Gayet haşmetkarane  bir ordugah (3) ve talimgah (4)
Ve gayet hayretkarane ve şevkengizane bir seyrangah (5) ve temaşagah (6)
Ve gayet manidarane ve hikmetperverane bir mütalaagah (7) olan..."

Öyle bir metin ki bakmak ve görmenin tam 7 şeklini vermiş, bütün sanat ve felsefi ekollerin hepsini içine alan bir genişlikte söylenmiş cümleler. En sıradanı birçoğumuza göre ziyafetgah, sonra sanatla bakan her göz için herşeyin yerli yerine konduğu ve mükemmelen konulduğu bir gösteri yeri teşhirgah. Bunu yazan bütün bakma şekillerini biliyor. Bütün sanatlar bu kalıbı kullanır. Şairler, ressamlar, mimarlar, astronomiciler, böcek bilimciler, tabiat bilimciler hepsi bu her şeyin yerli yerine konduğu kainatı anlatırlar.

Eski Mısır sanatını görmek için binlerce kilometre yol katedip Mısır’a giden insanlar mı dersin, daha neler neler. Ömrünü bir böceğin hayatına adamış entomologlar daha neler. Her şeyi yerli yerine koyan bir sanatçı olabilir ve bütün yerli yerine koyanlar genel düzeni güzellik bütünlüğünü bozmuyor. Bütün canlılar eğitim için geliyor dünyaya evrendeki görevi için en uygun hale geliyor ve işini yapıp gidiyor, ordugah ve talimgah bunu gerektiriyor.

Seyrangah ve temaşagah, teşhirgahın daha ileri boyutları. Bütün varlıklar varlığı seyreden gözlere sahip, kuşları seyirci olarak görüyor Bediüzzaman. Kimbilir seyrettiklerini hangi arşivlere depo ediyorlar. Adeta kainat büyük bir sinema. Bediüzzaman bu seyrangahı çok işliyor, temaşagah da öyle. Bunlardan neler anlatılır. En son mütalaagah daha derin bir anlamı taşıyor, kainatı bir kitap olarak gösteriyor. Bu yedi şeklin Bediüzzaman’ın eserine yansıması başlı başına kitap olur. Bu cümleler bir kitabın önsözü olacak kadar geniş. 

Tembel adam kıskanç olur güzellikten ve güzel yapılan işten rahatsız olur, eleştirir, sırf üretemeyen esiri firaş olmuş nefsi için, ne yaparsın! Üniversitenin kimliksiz hocaları, menfaat mabudlarının telkinleri ile Bediüzzaman düşmanlığı yapıyor. Kıblesi belli olanlar bile bankada namaz kılıyor. Diyarbakır'da gelip de görseydin herkesin nasıl koltuklara sarılıp bir de ip bağlayıp belki gece kayar gider diye düşünenleri bir gün, Molla Kasım geldi kasım rüzgarları ile baharı mateme çevirdi. Cemaatler birbirini yedi, zaten bizi yemeyi bekleyen hain aktörler vardı, şimdi onlar iş başında. “Atiullaha ve atiurresul, vlatenezau, vetefşelu ve tezheberrihikum ve kumulillahi kanitin” Allah'a ve Resulüne itaat edin, niza etmeyin, birbirinize düşmeyin, kuvvetiniz gider, düşmanlarınıza yenilirsiniz anlamları var. 

Şu cümledeki estetiğe bak: “O da bakar görür ki arz meczub bir Mevlevi gibi iki hareketiyle, günlerin, senelerin, mevsimlerin husülüne medar olan bir daireyi Haşr-i azamın meydanı etrafında çiziyor.“

Yine Hac suresinde “elemtere ennallahe sehhereleküm mafilardi vel fülke tecri filbahri bi emrihi ve yümsiküssema en tetea alel arde illa bi iznihi innallaha binnasi le ruafun rahim.” “Görmedin mi Allah yerde olan herşeyi ve kendi emriyle denizlerde yüzen gemileri sizin hizmetinize verdi. Yerin üstüne düşmesin diye göğü o tutuyor, gök ancak O'nun izniyle düşebilir. Çünkü Allah Rauftur, Rahimdir, çok şefkatli ve merhametlidir."

Ama Allah’ım bu millet bunları bilmiyor. Cuma günü bir ayet ile bir hadise sıkışıp kalmış, malı meli, cak cek ekleri ile hiçbir görselliği olmayan din anlatımı bu millet öğretmen görmemiş, okul görmemiş, istek zaten yok. Sen bilirsin Allah’ım!

"Haykırsam kollarımı makas gibi açarak, durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak" diyor, sayın Necip Fazıl. Akif, "ey millet uyan cehline kurban gidiyorsun" diyor.

Otuz üç pencere bakmak ve görmenin şahikası bir film platosu olsa kainat çapında bir film olur, ne dini kimliğin hakkı var ne milli, ne tarihi hele sanat hiç yok. Ondan sonra ihanet ne olsun ya. Sınıfın çoğunun adı Ahmet, Mehmet, Nur, Ayşe, Zehra, Zeynep. Bir hazin kelimesinin manasından haberi yok, günde yüzelli kelime ile konuşan bir eğitim, 10 yılı aşkın orta tahsilden kafada kalan bir şey yok.

Yirmi Dokuzuncu Pencerenin girişi, galiba sürgüne giden Bediüzzaman’ın bir bakmak harikası. “Bir bahar mevsiminde  garibane, mütefekkirane seyahata gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti, eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarıçiçekleri derhatır ettirdi.“ 

İfadeden sürgüne gittiğin anlaşılıyor değil mi? Ne o ne de ben hiç sürgünden kurtulmadık ki?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum