Baki kalan kubbede hoş sada bırakan avukat

Mustafa Çalışan’ın yazısı

Tarihte iz bırakan abide şahsiyetler vardır. Yahya Kemal’in ifadesiyle ‘Baki kalan şu gökkubbede hoş sada bırakma’nın yakın  geçmişteki en güzel örneğini Av. Bekir Berk’in ardında bıraktığı izlerde gördük..

İstanbul’un manevi ikliminin  merkezi olan Eyüp Sultan kabristanındaki gönül dostlarının yanına 14 Haziran 1992’e ebedi istirahate uğurladığımız Bekir Berk ağabeyi aradan geçen  28 yıl sonrasında hala terü taze duygularla, capcanlı anılarla, buram buram hasretle, bir büyük ihtiramla, bir güzel saygıyla, sayısız rahmetle , dopdolu özlemle anıyor, anıyor, anıyoruz.

Nasıl anmayalım ki?

Nasıl unutalım ki?

Vefa öldü mü?

Kadirşinaslık bitti mi?

‘Zerre kadar hayır yapan hiç unutulur mu?’

‘İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır’ mesajından hiç mi hissemiz yok?..

Bu Aziz insanı, bu büyük zatı, bu abide şahsiyeti 1970’li yıllarda Cidde Radyosunda yaptığı Risale-i Nur sohbetlerindeki sesinden tanımıştım ilk olarak. O ne güzel sesti! O ne etkileyici okuyuştu! O ne güzel anlatımdı!

Her kelimesinde bir ruh güzelliği, zarafet, incelik, edep, haya, duygu, his, heyecan, aşk, şevk ne ararsanız vardı. Büyülüyordu adeta dinleyenleri. Nurlarla tanışmaya çalıştığım ilk yıllardı o radyo programlarını dinlediğim dönem...

1980’li yıllarda daha hayata yeni atıldığım dönemde kimden geldiğini, nasıl geldiğini anlayamadığım bir zarf geldi. İçinde 35X50 ebatında  çeşitli görüntüleriyle Mekke ve Medine fotoğrafları vardı. Bir anlam verememiştim !

Posterlerin arkasına baktığımda kendi el yazısıyla ve imzasıyla özenle hazırlanmış bir mesaj vardı: ‘Aziz Kardeşim, Mustafa Çalışan Beytullah sizi de bekliyor! Bekir Berk’... Şaşırmıştım! Donup kalmıştım! Benim Bekir Berk’le hiçbir hukukum yoktu, tanışmıyorduk, birbirimizin hiçbir şekilde görmemiştik, konuşmamıştık, görüşmemiştik, daha önce de irtibatımız olmamıştı...

Ve çok daha önemlisi benim o yıllar itibariyle Mekke’ye, Medine’ye hacca,  umreye gidebilme diye bir hayalim dahi yoktu... Berk Berk ağabeyin ilk keremetini o kartpostallarda görecektim. Onun duası vakti geldiğinde beni 1994’te Kabe-i Muazzama ile, Ravza-i Mütahhara ile kutsal mekanlarda hac farizasında buluşturacaktı.  O gönül ehli zatın Mukaddes topraklardan benim için yaptığı gıyabi dua makes bulmuş, karşılıksız kalmamış ve benim en büyük saadet ve bahtiyarlık günlerim olan haccı yaşatmıştı...

Tarihler 1989’in Ekim ortalarını gösteriyordu. Kutsal topraklarda 16 yıldır yaşayan efsane Avukat Bekir Berk İstanbul’a dönüyordu. Yeşilköy Atatürk havalimanı dış hatlar terminalinin önünü dolduran yüzlerce, binlerce sevenleri onu karşılamaya hazırlanıyordu. Daha önce hiç görmediğim, tanımadığım, bilmediğim ama gıyabında hayranlık duyduğum O zat geliyordu. O’nu görmek, tanımak, tanışmak benim için Ferhat ile Şirin’in buluşması gibi bir duygu idi...

Uzun bir bekleyişten sonra nihayet kapıda göründü. Tekerlekli iskemlede, hasta, bitkin, yorgun bir haldeydi. Kanser teşhisiyle İngiltere’deki tedavisi ardından ana vatanına, sevenlerine kavuşuyordu. Işıl ışıl gözler, nur saçan bir sima, inci gibi dişler, vakur bir bakış, izzetli ve sevgi dolu duruşla kendisini karşılamaya gelenleri gülümseyerek selamlıyor, kalbi şükranlarını yüz ifadesiyle mukabele ediyordu. O ilk gördüğümde aldığım elektrik, o ilk intiba,  bana gerçek bir ‘mümin’, bir büyük ‘dava adamı’, yaşayan bir hizmet insanının ‘örnek’ görüntüsünü vermişti...

BEKİR BERK ÇOK FARKLI BİR ŞAHSİYETTİ

O çok renkli bir şahsiyetti. Aşk, şevk, muhabbet, enerji, sinerji, sevgi doluydu. Bir insanda bulunabilecek ne kadar pozitif haller varsa hepsi Bekir ağabeyde mevcuttu.

İstanbul Fatih’de ikamet ettiği evde bir ziyaretim esnasında pozitif enerjisine örnek teşkil etmesi bakımından bir hatırımı bu vesileyle ifade etmek istiyorum. Kendilerine ‘muhabbet’ nedir, nasıl olmalıdır diye bir sual tevcih etmiştim. Cevap çok geniş kapsamlıydı. Halen kulaklarımdan çıkmayan o buğulu ve büyüleyici ses tonuyla muhabbeti şöyle dile getirmişti:

“Ben muhabbet deyince, bir annenin evladına duyduğu beslediği duyguyu anlarım. Ben muhabbet deyince, bir babanın yavrularına gösterdiği alakayı anlarım. Ben muhabbet deyince, tavuğun civcivlerinin üzerine kanat germesini anlarım. Ben kurtların, arslanların yavrularını şefkatle beslemelerini, dişleriyle  enselerinden yakalayıp şefkatle yuvalarına götürmelerini hatırlarım. Ben muhabbet deyince, yuvalarında kuşların yeni doğan yavrularının ağzına yem vermelerini hatırlarım. Ben muhabbet deyince, her şeyden evvel iki Cihan Güneşinin ashabına gösterdiği sevgiyi hatırlarım. Ben muhabbet deyince velilerin, müceddidlerin, mehdilerin bu cemaati dalaletten, Cehenneme düşmekten kurtarmak için sarf ettiği hizmeti hatırlarım. Ben muhabbet deyince annelerin çocuklarına gösterdiği sevgiyi, şefkati hatırlarım.

Muhabbet, garazsız Allah için sevmektir. Muhabbet, Allah için müdafaa etmektir. Muhabbet Allah için yardım etmektir. Gariplere, yetimlere, kuvvetten kesilmiş ihtiyarlara, eli ayağı tutmayanlara gösterilen  alaka olarak bilirim muhabbeti. Ben muhabbet deyince hepsinin üstünde ve başında Cenab-ı Hakkın, bu kadar kusurlara , isyanlara, deccallara, tağutlara  ve onlara tabi olanlara rağmen bu kainatı, tövbeye gelirler diye hala helak etmemesinin hikmetini anlarım..”

İşte bu cümleler benim Merhum Bekir Berk’ke muhabbetimin zirveye çıkması için yeterli bir sebepti.

ÖLÜME HAZIRDI

1990-1991 yıllarında o günkü Yeni Nesil Gazetesinde ‘Mavi Köşe’ başlıklı mülakatlar yapıyordum. Prof. Dr. Mim Kemal Öke ile de  o vesileyle tanışmış ve bir dostluk zemini oluşturmuştuk. Bu diyalog sürecinde Sayın Öke’nin bizim dost çevremizi ve arkadaşlarımızı tanıması söz konusu olmuştu. Bu vesileyle de Mim Kemal Öke bey ‘Av. Bekir Berk’ adını taşıyan bir belgesel video kasetin hazırlanmasını, senaryosunu, çekimlerini, seslendirmesini, yönetimini bizzat üstlenmişti. Video çekimleri başlangıcında  Bekir ağabey kanser hastalığının en şiddetli günlerini geçiriyordu. Buna rağmen bir büyük fedakarlıkla tüm çekimlere katılıyor, kendisinden istenilenleri harfiyyen yerine getiriyordu...

Çok manidardır, film çekimleri bitti Bekir ağabeyin de  dünyadaki sayılı günleri bitti ve ruhunu çok sevdiği Rahmanına teslim etti. Ve gene çok enterasandır bu filmin son sahnesi Bekir Berk ağabeyin cenaze namazıyla nihayetlendi. Bu tablo Sayın Öke’de  çok derin tesirler bıraktı. Bir dava adamı olarak O’nu hayranlıkla filme alma imkanına sahip olmuş olmaktan ötürü çok mutlu olduğunu ve kendisi için hayatının çok özel  günlerini bu film çalışmasında geçirdiğini  dile getirmekteydi. Ve böylece tarih raflarına bir belge, daha doğrusu bir belgesel yapım kazandırılmış oldu.

Yani Bekir Berk ölümüne hazırdı. Sanki bu fani dünyadaki son işini de bitirip ahiret yurduna gitmek üzere bekliyordu. Ve öyle de oldu ondan kısa bir süre sonra vefat etti.

O İslam’a hizmet edenleri, gönül dostlarını, iyi insanları hiç unutmazdı. Vefakardı. Kadirşinastı. Alicenaptı. Hediye vermeyi çok severdi. Hep verici olmak isterdi. Bununla ilgili bir anımı ifade etmek isterim.

Merhum ve meşhur Prof. Dr. Ayhan Songar ve eşi Dr. Reyhan Songar kendilerinin kadim dostlarıydı. Ta Cidde yıllarında sık sık görüşürlerdi. Bekir ağabey İstanbul’a geldikten sonra  bu dostluk hukuku devam etti..

Bir ramazan bayramı vesilesiyle Bekir Ağabeyin riyasetinde bir grup arkadaşla Ayhan Songar Hoca’nın Yeşilköy’deki evine bayram ziyaretine gittik. O dost meclisinde ikramlar yapıldı, halen sakladığım Ayhan hocanın bizzat kendisinin çektiği fotoğraflara görüntü verildi, eski hatıralar yad edildi. O eski günleri anarken Ayhan Songar  ve Reyhan Songar  anılarını  bizimle paylaştılar. Özetle şöyleydi;

“Hicaz’a umreye gittiğimizde sıcaktan bunalan gözlerimiz için  Bekir Bey bize birer güneş gözlüğü ve kıymetli eşyalarımız  muhafaza için  bel çantası alıp armağan etmişti. Biz ne kadar parasını vermek istesekte  kabul etmedi.  İşte bakın aradan bunca yıl geçti  o gözlükleri hatıra olarak halen saklıyoruz...”

Ve yıllardır sakladıkları o gözlükleri sanki birer kutlu emanetmiş gibi bize göstermişler ve Bekir ağabeyin her gidişlerinde kendilerine yaptığı izzet, ikram ve armağanları saymakla bitirememişlerdi. Bu hal  Bekir ağabeyin ‘Hediyeleşin, hediye muhabbeti artırır’ anlayışının bir güzel örneğiydi...

Kaderin cilvesi bu iki dost insan 16 Haziran 1992’de Fatih Camiinde  Bekir Berk’in cenaze namazında gene birlikteydiler. Birisi tabutunda son yolculuğuna hazırlanıyor, diğeri gözyaşları içinde ona veda ediyordu. Ayhan Songar Hoca da yaptığı kısa, veciz konuşmasında sarf ettiği  cümleler  şöyle tarihe geçiyordu:

“Hocaefendi, Bekir Berk merhuma hakkınızı helal edin diyor. Hayır, hayır! Bizim O’nda hakkımızda yok. O’nun biz de hakkı  var. Ey Bekir Berk sen bize hakkını helal et! Hakkını helal et ya Bekir Berk!”

Vefatından kısa bir süre sonra birkaç kez gece rüyamda gördüm. Aynı hayat enerjisiyle dopdoluydu. Ama incelip  küçülmüştü. O haline taaccüp ettiğimi görünce bana “Merak etme kardeşim yavaş yavaş eriyip toprak olacağım.” Diyor ve ölüm hakikatını ders veriyordu.

Bekir Berk’i farklı kılan, Aziz kılan, büyük kılan  o kadar çok şey var ki, saymakla bitmez. Hele onunla yakın mesaide bulunanlar için bu bitmez tükenmez bir anılar deryasıdır. Tam bir gönül ehliydi, dost canlıydı. Ve o kadar çok sevenleri vardı ki, saymakla bitmez. Çevresindekilerin sevgi çemberi ve dualarıyla doktorların 2 aydan fazla yaşamaz dedikleri tarihten sonra 3 yıl daha bereketli bir ömür sürmüştü. İşte bu günleri konuştuğumuz bir sohbette kendisinin Londra’daki tedavi için gerekli olan parayı temin edenleri  minnetle  şöyle dile getiriyordu:

“Kanser tedavim söz konusu olduğunda İstanbul’dan Mehmet Fırıncı bey  gözyaşları içinde telefonla arıyarak  ‘Abi, sen oradan Londra’ya git, senin bütün tedavi masraflarını  biz karşılayacağız, ne olur vaz geçme!”

“Yine bu konu için Suudlu kardeşim Yusuf Muhammed Kütami; ‘Abi ne olur git tedavi ol. Amerika gerekirse  tüm masraflarını  biz karşılayacağız..”

O mazlumların Avukatıydı.  O “Hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra feda edilmez.” İlkesini kendine rehber ittihaz etmişti. Bunun için de hiçbir ayırım yapmadan tüm müslümanları kucaklayan ve hakkın müdafaasını yapan zat olarak Türk milletinin kalbinde farklı bir yer işgal etmişti.

Ben; heyacanı, dinanizmi, coşkuyu, sevgiyi, insanlığı, islamlığı, asaleti, vakarı, dirayeti, idealizmi, kaliteyi, titizliği, estetiği, güzelliği, tevazuu, otoriteyi, ciddiyeti tüm detaylarıyla şahsında mecz eden kimlik ve kişilik sahibi olmanın numunesini  onda gördüm, onda tanıdım...

Kanamadan, doyamadan, sevemeden, sayamadan, kadrini kıymetini bilemeden o çok sevdiği Üstadının yanına, o hayatının gayesi bildiği Peygamberinin yanına, o kendisini yoktan var eden ve bihakkın varlığından haberdar olduğu Rabbisinin yanına göçtü gitti, koptu gitti, uçtu gitti...

Bizleri de arkasından melül melül ağlatarak, öksüz bıraktı, yetim bıraktı, garip bıraktı, yalnız bıraktı, sahipsiz bıraktı...

Ama kavuşmamız yakındır, gene bir olacağız beraber olacağız; gene o bizim Bekir Berk ağabeyimiz olacak, biz onun ‘Aziz Kardeşleri’ olacağız...

Bekle bizi Bekir ağabey, geliyoruz; yanından bir küçük yer de bize ayır olur mu?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum