Mustafa ÖZCAN
Ayaklar kaymadan dengede tutunmak
Ayaklar kaymadan dengede durabilmek ve tutunabilmek maharet isteyen bir kıvraklıktır. Bu nedenle herkesin harcı değildir. Herkes başaramaz. Dengenin iki kanadı ve kefesi vardır. Bunlardan birisi havf yani korku ikincisi de emel ve umuttur. İnsan bu iki kanat arasında dengede kalmalı. Bunu bir şekilde Mevlana’nın pergel metaforu veya benzetmesiyle de ilişkilendirebiliriz. Bu kanatlardan birisi kitab-ı kainattır. Diğeri de bunun satırlara dizilmiş hali olan kitab-ı mesturdur.
İnsanın ayaklarının kaymasının meşreple veya mezhebi bağlantılarla, tutumlarla bir alakası var mıdır? Doğrudan olduğunu zannetmiyorum. Mesela Vehhabilik bir mezalik-i akdam yani ayakların kaydığı bir alan ve zemin midir? Doğrudan Vehhabilik veya aşırı uçlar ve anlayışlar insanın imanının körelmesinde, ayağının kaymasında bir etken değildir. Bu bir marj ve doz meselesidir. Hidayetin kararması bir denge meselesidir. Eğer insan Vehhabiliğe çok güvenir ve bu zaviyeden başkalarını sorgular ve küçümserse bu takdirde hidayeti kararması beklenebilir.
Günümüzde iki şahsiyet aşırı uçta olan birisi hidayeti bulmuş diğeri de kaybetmiştir. Bunlardan hidayeti bulan kişi Teksaslı bir papaz olan Yusuf (Joseph) Edward Estes olup papazlık devresinde Evanjelik çevrelerle iç içedir. Onların inançlarını paylaşmaktadır. Müslümanları putperest olarak damgalamakta ve onların çölde siyah bir kutuya (Hacerü’l Esved) taptıklarına inanmaktadır. Hatta bu kutu/siyah taş bir zamanlar Müslüman veya manevi şakilerden Karmatiler tarafından kaçırılmıştır. William Boykin gibi Evanjelik generaller de Joseph Estes ile aynı inancı paylaşıyorlar ve Müslümanların tanrısının put olduğunu savunuyorlardı. Bu tür basmakalıp ifadelerle yüreklerini soğutuyorlar ve kolaylıkla zor denklemlerin veya işin içinden sıyrılıyorlardı. Lakin kazın ayağı böyle değildi. Velhasıl basının delaletiyle tanıştığı Mısırlı bir Müslüman ile yapılan muhavereler sonucu İslam’ın hak ve hakikat dini olduğunu kavramış ve kabul etmiştir. Bunun üzerine bütün mesaisini İslam’ı yaymaya adamıştır. Merhum Çantacı Necmi gibi nükteli bir dil kullanmakta idi. İslam’a muannit olan böyle bir adam sonunda İslam’ı keşfediyor, seçiyor ve ikinci hayatına başlıyor. İddia düzeyindeki taassup içindeki Müslüman ise İslam ile bağını koparıyor.

İkinci örnek ise Vehhabi bir gelenekten veya çizgiden gelen Abdullah el Kasimi’ (Kuseymi)dir. Arapların ifadesiyle şatat yani aşırılık yoluna sapıyor. El Kasimi asrının veya döneminin İbni Teymiyesi olarak anılıyordu. Putperestlik ile İslam Arasındaki Çekişme adlı bir kitap yazmış ve bununla Ezher hocalarını taşlamıştır. Ezher’in dinde artırma yaptığını yani bidatları körüklediğini ileri sürmüştür. Bu kitap Vehhabi kitle arasında büyük revaç bulmuş ve ilgi uyandırmıştır. Hala Suudi Arabistan hapishanelerinde gün sayan Suriye asıllı davetçi Salah Müneccid’den şöyle bir ifade aktarılmıştır. Bazı ilim sahipleri Kral Abdulaziz’e bu kitabı yazarak El Kasimi’nin cennetin mihrini veya depozitosunu peşinen ödediğini söylemişlerdir. Salah Müneccid İslam dairesinde olduğu zamanlar için hüsnü tezkiyede bulunsa da sonradan fikrini tashih etmiş olmalıdır. Yanılmayan tek varlık Allah’tır. Çok geçmeden el Kasimi 180 derece değişmiş ve ilhad ve ateizm sözcüsü olmuştur.
Evvelki kitaplarının hilafına ateizmi müdafaa sadedinde bir sürü kitap kaleme almıştır. Sonunda Allah’ın varlığını da inkara sapmıştır. 1996 yılında da vefat etmiştir. Sahabe neslinden addedilen Salebe kıssası tartışmalı olsa da Kasimi hikayesi gerçektir. Eş’ari ve Matüridi gelenekten gelen kimi Sünni kesimler dar bir bakış açısını savunduğu ve Ezher’i ve dört mezhebi tezyif ettiğinden dolayı bu anlayışının onu ateizm sınırlarına taşıdığına inanıyor.
Ateizm dalgalarına kapılmasında aşırılığının payı ve rolü olduğu söylenebilir. İslam ise veks ile şatat arasında (la vekse vela şatat) yani ifrat ile tefrit makamları arasında orta bir yolu temsil ve tavsiye eder. Asıl mesele onun Allah’a itimat etmek yerine dinde kendisine itimat etmesidir. Karınca kararınca dinin temsili yerine dinin sahibi gibi davranmasıdır. Bu sürecin sonunda hidayeti kararmıştır. Reca kefesinin ağır basması üzerine manevi anlamda başkalarına yargısız infazda bulunmuştur. Tabir caizse bu da onu küfür mertebelerine götürmüş ve bataklığına sürüklemiştir. Öte yandan küfür bataklığında çırpınan Yusuf Estel ise hidayetin ipine tutunmuş ve sahil-i selamete çıkmıştır. Din kimsenin uhdesinde ve şahsi malı değildir ve indi ve mesnetsiz yargılamalara konu olamaz.
Dinde zorlama yapan ve ona aşırılık yükleyen onun tarafından mağlup edilir. Bu açıdan bazen başkalarının imanını sorgulayan kendi imanından mahrum kalabilir. Zira hidayetin garantisi yoktur. İnişli ve çıkışlı bir süreçte havf ile reca arasında bir denge tutturmak gerekir. Allah ayaklarımızı sabit kılsın.
Katip Çelebi’nin dediği gibi havfı recadan öne geçirmek daha doğrudur. Cemaatlerin ve dindarların en fazla kaybettikleri alan ve ayaklarının kaydığı nokta yeisten ziyade emeldir. Ya da korku tanımayan umut halidir. Bu da inançlı kesimi nobran ve mağrur etmektedir. Bu da iman ahlakıyla bağdaşmaz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.