Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

Arzunun dört hali

Gündüz vakti herhangi bir dost ziyaretinde, dost sohbetlerinin vazgeçilmez ortak paydası çay teklifine hayır dediğim durumlarda, “Niyetli misin?” diye bir soru sorulur hep. Bir hüsnüzannın tetiklediği bu soruya verdiğim mutad cevap ise, “Niyetim var, ama iradem yetersiz” şeklindedir. Kudsî nebînin sünnetine muvafık şekilde gün aşırı oruç tutmak, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmak veya en azından her ayın üç gününü oruçlu geçirmek hep bir arzu olarak yüreğimde vardır; ama bu arzunun fiiliyata geçtiği zamanlar ne yazık ki zikre değmeyecek kadar az sayıdadır.

Niyetlenmek ile gerçekten niyet etmek, arzu etmek ile bilfiil yapmak arasındaki bu mesafe, hayatıma baktığımda, nafile oruçlar ile ilgili durumumdan daha geniş bir yelpazede karşıma çıkmaktadır. Dahası, gördüğüm üzere, benim yaşadığım bu hali nice iman kardeşim ya aynen veya benzer şekilde yaşamaktadır.

Hayatımıza hükmetmesini arzu ettiğimiz nice güzelliğin, nice faziletin, nice salih amelin, nice hayırlı fiilin ‘arzu’ düzeyinde kalıp ‘bilfiil’ hayatlarımızda görünemeyişi gerçeği, Risale-i Nur müellifinin kurduğu ihtiyaç-iştiyak-aşk denklemiyle beraber düşünüldüğünde, beni ‘arzunun dört hali’ne götürür. Arzu ediyor olmak, içinde o yönde bir temayül hissetmek, öyle olsun istiyor olmak, arzu ettiğimiz o halin bilfiil tahakkuk etmesi yolunda birinci basamaktır yalnızca. Sadece bu basamakta kaldığımız içindir ki, ötesi gelmemekte; bu yüzden iç dünyamız, hep ‘keşke’ler etrafında dönmektedir.

Bir bütün olarak harikulâde bir imanî talim yüklü “Otuzikinci Söz”ün “İkinci Mevkıf”ında geçen az önce sözünü ettiğimiz denkleme ait cümle, işte bu noktada, bize yaşadığımız bu ketlenme halini nasıl aşacağımızın ipucunu veriyor gibidir. Bediüzzaman’ın söylediği üzere, “Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır; muzaaf iştiyak aşktır” diye ifade ettiği ilgili denklemin öğrettiği üzere, ihtiyacın cidden hissedildiği bir durum, bizi ihtiyacın katmerlenmiş hali olarak ‘iştiyak’ düzeyine götürecek; ‘iştiyak’ın ziyadesiyle hissedildiği bir durum ise, bizi ‘aşk’ haline eriştirecektir.

Bu üçlüyü ‘arzu’yla birleştirdiğimizde ise, arzunun dört hali ve ‘istediğimiz’i ‘yapabilir’ hale gelmenin dört basamağı çıkmaktadır karşımıza.

Arzu etmek, ilk basamaktır. Arzu ettiğimiz şeyin tahakkukuna tam bir ihtiyaç hissettiğimizde, ilk basamak aşılmış, ikinciye ulaşılmış haldedir. Üçüncü basamakta ‘iştiyak,’ dördüncüde ise ‘aşk’ vardır. Birinci basamakta duranın henüz ‘arzu ediyor’ olduğu şey, dördüncü basamakta duran kişi için artık hayatının ‘olmazsa olmaz’ıdır.

Tam da burada, Bediüzzaman’ın daha yirmibir yaşında bir delikanlı iken İngiliz müstemlekât nazırının Kur’ân’la mü’minlerin arasını ayırmaya yönelik sözünü okuduğunda kendi iç dünyasına hissettiği “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu gösterme” kararlılığını; ve yine Bediüzzaman’ın bu kez yaşı seksene varmış bir ihtiyar olarak, “Kur’ân yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem, orası da bana zindan olur” sözünü hatırlayalım. Kur’ân’a hizmetin ‘arzu’ düzeyinde kalmadığı gibi, ‘ihtiyaç’ düzeyinde, hatta ‘iştiyak’ düzeyinde dahi kalmayıp ‘aşk’ düzeyine çıkmış olduğu bir durumdur onun yaşadığı. Kur’ân’ın hakikatini gösterme arzusunu aşk düzeyinde hissettiği içindir ki, koskoca bir ömrü bu yolda yaşamış; âlemler Rabbinin ona verdiği bütün kabiliyetleri bu uğurda kullanmıştır. Bu bakımdan, Risale-i Nur, Kur’ân’a intisabı ve Kur’ân’ın hakkaniyetini gösterme azmi ‘aşk’ düzeyine çıkmış bir insana Allah’ın bir ihsanıdır.

Ama Bediüzzaman’da ‘aşk’ düzeyine çıkmış bu ihtiyaç iştiyak düzeyinde dahi kalmış olsa, ihtimal ki araya başkaca meşgaleler girecek; ve bir sadık rüyada Peygamber aleyhissalâtu vesselamdan aldığı emir uyarınca ‘İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et!”meye adanmış bir ömür, ‘değil bu asrı, belki gelecek asrı da tenvir edebilir bir mucize-i Kur’âniye’ hükmündeki harikulâde bir eserle sonuçlanmayacaktı.

Bediüzzaman aynasında hayatlarımıza baktığımda, arzu ettiklerimiz ile fiilen gerçekleşenler arasındaki geniş mesafe, ‘arzunun dört hali’nin henüz birinci basamağında kalakalışımızı düşündürür bana. Bediüzzaman gibi, Kur’ân’a hizmetle şereflenmiş ve Kur’ân’ın hakkaniyetine adanmış bir hayat arzu ediyoruz hepimiz; ama arzular şelâle olup ihtiyaç nehrine akmadığı, ihtiyaç şiddetlenip iştiyak denizine dönüşmediği, iştiyak şiddetlenip bütün varlığımızı kuşatan bir aşk okyanusuna inkılab etmediği için ‘arzu ettiğimiz’le kalıyoruz.

Haydi, Bediüzzaman’ın hayatını ‘çok özel’ görüyoruz diyelim; onun bir talebesi olarak Zübeyr Gündüzalp’in şahsında dile gelen “Teessür ve ızdırap karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında, o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” sözüne ne demeli?

Arzunun ihtiyaç, iştiyak ve aşk halini, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’un ‘dost, kardeş ve talebe’ halkaları ile karşılaştırmaya sevkediyor bu tablo beni... ‘Talebe’ olmak için, Risale-i Nur’un yol göstericiliğinde Kur’ân’a hizmete arzu ve ihtiyaç duymanın, hatta iştiyak duymanın ötesinde bir ‘aşk’ halini yaşamamız; hizmet-i Kur’âniyeyi hayatımızın ‘olmazsa olmaz’ına dönüştürmüş olmamız; hayatımızı bu şekilde tanzim etmemiş isek, ömrümüzü, yılımızı ve günümüzü bu minvalde yaşamıyor isek kendimizi yaşamış saymaz derecede bulunmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Bediüzzaman, Kur’ân karşısında böyle bir noktada durmuş; Hâfız Ali’den Zübeyr Gündüzalp’e Nur’un talebeleri böyle yaşamışlardı...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.