Âhirzaman Denizinden Selamet Sahiline Çıkmanın Yolu

Çoğu zaman dünyanın yaşanmaz bir yer olduğundan şikâyet ederiz, artık çivisinin çıktığından sızlanırız. Ortada görünen bir sürü problemleri, ahlâksızlıkları, sosyal hayatı tehdit eden marazları sayar dökeriz de bu noktaya niçin geldiğimiz hakkında dişe tırnağa dokunur bir laf etmeyiz. Aslında ebedî kurtuluş reçetemiz Kur’ân, daha ilk âyetinde denilmesi gerekeni demiş: “Yaratan Rabbinin ismiyle oku. ”[1]

Kendi üzerinde yegâne hükmedici olduğunu zanneden bencil insanın, duygularını ben merkezli idare etmeye kalkışması; dünyayı bir daha ele geçmeyecek zevk ve ihtiras âlemi olarak görmesine, kendinden başka insanları şahsî menfaatine zarar verecek rakip olarak tanımasına, menfaatini tapar derecede putlaştırıp bütün himmetini nefsî zevkleri için seferber etmesine sebep oldu. Sonuçta ne irfan kaldı, ne insanlık; faziletin başına mezar taşı dikildi, garplılaşma uğruna ahlâkın beynine kurşun sıkıldı, bizi biz yapan değerlerin ruhuna El-Fatiha denildi. Ve Şâir şu feryadı basmak zorunda kaldı:

“Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…

Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!

Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;

Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir. ”[2]

Benlik dava eden şeytan damarlarımızda dolaşmasaydı, kendimize ve dünyamıza Allah namına bakabilseydik, kâinatı bir Kur’ân gibi okuyacak mânevî donanıma sahip olabilseydik, yaradılışımızın hikmetini unutmasaydık böyle mi olurdu hâlimiz? Her atomda varlığına binler delil olan Allah’tan gaflet etme belâsına düşmemiz, düşürdü bizi; dört kıta yedi iklimde Allah ismini kâinatın göbeğine çakmak mefkûresiyle yaşayan yüksek ecdadın izini terk etmemiz, fazilet kulesinden yere çakılmamızı netice verdi. Günah peşinde koşan, yeme içme telaşında olan ebedî müflis günümüz insanını şu ifadeler nasıl da anlatıyor:

“Kurd uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi.
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.
Lakin aşk olsun ki, aldırmaz otlarmış eşek,
Sanki tavşanmış gelen yahut kılıksız köstebek!
Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı...
Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!
Bu hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin usluba sok:
Halimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok.
Burnumuzdan tuttu düşman; biz boğaz kaydındayız;
Bir bakın: hâlâ mı hâlâ ihtiras ardındayız!”[3]

Bu gün biraz olsun nefes alabildiğimiz bir kubbenin altındaysak, bunun sebebi ona yükselen Kur’ân sesleridir, altında Kur’ân’ı hayatlarıyla okuyan, yaşantılarıyla okutanların örnek ahlâk ve yüksek karakterleridir. Zira onlar dünyayı İlâhî mesaj yüklü bir mektup, her atomu Allah’ı tarif eden bir harf, her şeyi derecesi nispetinde İlâhî isimleri gösteren ayna olarak görürler; kendilerini de kalplerinden geçen meyillerine varıncaya dek her şeyi kaydedilen bir misafir, yönünü sonsuzluk ülkesine dönmüş bir yolcu olarak bilirler. İşte bu yüzden Allah’ın rızasına muhalif iş yapmazlar, emanete hıyanet etmezler, adi hesapların içinde boğulmazlar. İstikametleri sırat-ı müstakîm, mihverleri Allah rızası, ölçü ve hareketleri hep Allah namınadır. Onlar şu şiiri hayatlarıyla seslendirenlerdir:

“O erler ki, gönül fezasındalar,
Toprakta sürünme ezasındalar.
Yıldızları tesbih tesbih çeker de,
Namazda arka saf hizasındalar.
İçine nefs sızan ibadetlerin,
Bir biri ardınca kazasındalar.
Günü her dem dolup her dem başlayan,
Ezel senedinin imzasındalar.
Bir an yabancıya kaysa gözleri,
Bir ömür gözyaşı cezasındalar.
Her rengi silici aşk ötesi renk;
O rengin kavuran beyzasındalar.
Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sadece Allah'ın rızasındalar. ”[4]
İnsanlığın hem dünyada hem âhirette kurtuluşa ermesi için tek çare şudur: İnsan kendini ve kâinatı, Yaratan Rabbinin adıyla okumalıdır.

Zerre gibi tohumların, tırnak kadar çekirdeklerin başlarında koca ağaçları taşımaları, dağ gibi yükleri kaldırmaları, rahmet hazinesinden ellerini meyvelerle doldurup bizlere ikrâm etmeleri hangi merhametin eseridir? İnek, deve, koyun, keçi gibi hayvanların adeta süt çeşmesi kesilip, en lâtif, en güzel, ab-ı hayat gibi gıdayı takdim etmeleri nasıl bir şefkatin tecellîsidir? Yaşadıkları topraklar asit karakterli olması sebebiyle ardıç, çam ağacı gibi iğne yapraklı ağaçların kökleri, hayatları için lazım olan maddeleri topraktan alamaz derecede sıkıntı içinde kıvranırlarken birden köklerine yerleşen bir mantarın neye ihtiyaçları varsa takdim etmesi hangi planın işleyişiyle gerçekleşir? Ağaçların ipek gibi yumuşak kök ve damarları adeta bir matkap gibi taş tabakalarını delip geçmesi hangi kudretten haber veriyor? Deniz kırlangıcının yirmi beş bin kilometre seyahat ederek göç şampiyonu olması, kuş aklına havale edilemeyeceğine göre, ona bu başarıyı kim kazandırdı? Ellerinde pusulaları, yol göstericileri olmadığı hâlde altı bin kilometrelik meşakkatli yolculuk sonrasında doğduğu Sargosso Denizine göç edip, yumurtladıktan sonra can veren yılan balıklarının minicik kalplerine, ölümüne anne şefkatini kim koydu? Son derece tuzlu ve sodalı olan Van Gölünde yaşadığı halde yumurtlama mevsiminde tuz ve sodadan korunmuş, oksijeni çok daha fazla olan dere yataklarına yumurtalarını bırakmak için doğdukları sulara doğru yirmi iki kilometre göç eden inci kefalleri, akıntıya karşı bir uzun atlama atleti gibi mücadele etme azmini nereden almışlar? Sivrisineğe kan çıkarma sanatını, anestezi uzmanlığını, karasineğe temizlik memurluğunu kim öğretti? Elde ettikleri yaprakları çiğneyerek yeşil hamur yapan, olgunlaşması için küflenip mantarlaşmasını bekleyen, koloni kurmaya niyet ettiğinde bir miktar mantar ezmesine yumurtalarını bırakan hatta bazı yumurtaları da yenilecek kıvama gelmesi için o gıdanın içine kıran ve nihayet yavru karıncaların doğduklarında rızıklarını yanı başında bulmalarını sağlayan Amerikan karıncasını kim istihdam ediyor? Palamudu kendine verilen özel azalar ile delen ve oraya yumurtasını bırakıp giden meşe palamudu böceği, yavrusunun neyle besleneceğini biliyor muydu? Kunduzlara, gözlerini suyun zararlı etkisinden korunmaları için, deniz gözlükleri gibi kullandıkları saydam göz kapaklarını kim verdi? Kurbağalara, suyun yerini kolaylıkla bulmalarını sağlayan mavi ışığa duyarlı göz yapılarını vermek hangi teknolojinin icraatıdır? Kedi ve köpekler zehirlendiklerini anladıklarında niçin çim yerler, yedikleri çimin onları kusturacağını biliyorlar mı? Yaralı geyik, yaralı yerlerini niçin yosuna sürer, yosunun antibiyotik ihtiva ettiğini laboratuar ortamında mı keşfetti acaba? Yılan ısırmasına maruz kalan kurt, yılan otu yerken, kör olan kedi, gözünü açacak otu bulup gözüne merhem yapıyor; bunlar tesadüfî olabilir mi? Kızıldeniz dil balığının kendisine saldıran köpek balığına püskürttüğü süt gibi sıvı sebebiyle köpekbalığının çenesi felç olmaktadır, Kızıldeniz dil balığı bu savunma sistemine nasıl sahip oldu? Bukalemun, düşmanlarından kendisini korumak için bulunduğu ortamın rengine bürünerek kamuflaj yapabilecek bir vücudu nereden aldı? Büyük avı yutarken nefessizlikten boğulmasın diye yılanın vücudunda yedek nefes deliği yaratan kimdir?

Yeryüzünde yaptığımız küçük bir tefekkür gezintisi sonunda her şeyin Allah namına hareket ettiğini, Allah’ın sonsuz isimlerinin tecellîleriyle pek parlak icraatlara mazhar olduklarını, kendi gücü ve potansiyellerinin asla müsaade etmeyeceği işleri Allah’ın fiillerine ayine olmaları sonucu harika bir şekilde gerçekleştirdiklerine, her canlının bir nizam ve gaye üzerine vazifelerini icra ettiklerine şahit olduk; öyleyse sonuç olarak kendimizi şu soruyu sorabiliriz: “Şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin, nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?”[5]

İnsan kâinatta başıboş bir atomun bile olmadığını anladığında, kendisinin de başıboş olmadığını anlar. Bir hamamböceğinin dahi vazifesi olduğunu idrak ettiğinde, kendisinin de pek ciddi bir vazifenin muhatabı olduğunu idrak eder. Sonuçta benlik davasından vazgeçer, kul olmaya çalışır, nefsin arzularını tatmin etmek için harcadığı enerjisini kalp ve ruhunun yücelmesi için harcar ve insaniyet mertebelerinde yücelmeye başlar. İşte bu ulvî seyahate çıkan insana bütün kâinat yol açar, bütün varlık âlemi lehinde çalışır, onun nazı niyazı için yerler gökler seferber edilir. İşte bu mananın özünü şu cümle pek veciz bir şekilde tarif etmiş: “Allah’a abd olana her şey musahhardır olmayana her şey düşmandır. ”[6]

Hz. Musa (a.s.) arkasında ordusuyla hücum eden Firavun olduğu halde denizden başka kaçacak yeri kalmayınca “Yaradan Rabbinin ismiyle” asasını denize vurması sonucu Kızıldeniz’de yollar açıldı. Musa (a.s.) ve beraberindekiler yani Allah’a kul olanlar, denizin ortasından açılan yollardan selamet sahiline çıkmayı başarırlarken, Allah’a düşman olanlara Kızıldeniz büyük bir mezar oldu

Allah’ın dostu Hz. İbrahim’i (a.s.) Nemrud’un dağ gibi ateşi yakamazken, Allah düşmanlarını Cehennem azgın ateşleriyle bekleyip durmaktadır.

Hz. Muhammed’e (a.s.m. ) başta öz amcası olmak üzere kavim ve kabilesi, bütün dinler, bütün devletler hatta bütün dünya düşman olduğu hâlde ne muini vardı ne yardım edeni, ne definesi vardı ne de saltanatı, omzunda küre-i arzdan daha ağır bir vazifeyle meydana çıkmıştı ve tek başınaydı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen iki cihanın güneşi Efendimizin (a.s.m. ) karanlık yeryüzünü nuruyla aydınlatması aynı gerçeğin altını çiziyor: Allah’a dost olana su, ateş hatta bütün dünya itaat eder, düşman olana ise düşman olur, mahvı ve perişan olması için seferber olur.

Merdivensiz kaldığımız çukurlardan kurtulmanın, dağlar büyüklüğündeki azgın dalgaların hücum ettiği şu âhir zaman denizinden sahil-i selamete çıkmanın tek yolu Allah’a itaat etmektir ta ki her şey bize itaat etsin, düşmanlarımızın ve dahi bütün mahlûkatın dizgini tutan Allah bizim hakkımızda en hayırlı olana hükmetsin.

İçli dualarımızı fısıldama zamanıdır şimdi, yalnız ona ait olduğumuzu ilan etmek vaktidir şimdi; zira kapkaranlık gecelerin yerini nurlu sabahlara bıraktığını ancak kulluğumuzun bereketiyle görebiliriz.

Kim ona yalvardı da çaresiz kaldı, kim onun dergâhına yüz sürdü de zillete düştü, kim ona kul oldu da seçkinler arasına katılmadı. Kim Allah’a kul olup, hayatını onun rızası istikametinde yön verdi de çaresiz kalakaldı? Allah’ı tanıyıp itaat etmek, kulluk şerefiyle şereflenmek öyle büyük bir fazilettir ki tarif edilemez. Öyleyse sadece Ona yönelip Ondan medet isteyelim, Ona kul olup ve Onun kapısını çalalım; başka yol, başka çare yok, boşuna arayıp kendimizi heder etmeyelim.

Biri demiş: “Hiçbir zaman gökten gül yağmaz. Daha çok gül istersek daha çok fidan dikmeliyiz. ”[7] Hazan mevsimine dönen dünyamızın baharının gül gibi açması için bütün içtenliğimizle, bir çocuk safiyetiyle Rabbimize yalvaralım, bir dua fidanı dikelim:

Hz. İbrahim’e (a.s.) ateşi, Hz. Musa’ya (a.s.) denizi, Hz. Davud’a (a.s.) dağ ve demiri, Hz. Süleyman’a (a.s.) cin ve insi ve ruhlarımızın tabibi, gönüllerimizin şifası Hz. Muhammed’e (a.s.m) güneş ve ayı itaat ettirdiğin gibi, nefsimizi bize itaat ettir, gönüllerimizi Kur’an’a musahhar et, bütün varlığımızı sana kulluk yapmakla şereflendir ey Rabbim! Bizi, memleketimizi ve âlem-i İslâm’ı muhafaza eyle, zalimlere fırsat verme Allah’ım!

[1] Alak Sûresi, 1. âyet

[2] Birlik Bağı; M. Akif Ersoy

[3]  Birlik Bağı; M. Akif Ersoy

[4] O Erler ki; N. Fazıl Kısakürek

[5] 14. Söz, Sözler; Bediüzzaman Said Nursî

[6] Mesnevî-i Nûriye; Bediüzzaman Said Nursî

[7] George Eliot’un bir sözü

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum