Ahmet AY
Yaparsa dünyayı garipler yapar
"Ne mutlu o gariplere!"
el-Cami‘ li Ahkamil-Kuran IV, 172, Ayrıca bk. Sahihu’l-Müslim 232, 251. Hadisler, Sunenu İbn-i Mace II, 1319 (no: 3987, 3988).
Antoine Compagnon 'Edebiyat Karşılığını Verir'de küçük yaşlarından itibaren 'okumaya duyduğu merak' ile 'annesinin kanser süreci' arasında bir bağlantı kuruyor. Ona göre, eğer böyle sıkıntılı bir süreç yaşanmış olmasaydı, ki annesini de o sürecin sonunda kaybetmiştir, kitaplara kaçmayacaktı. Yani okuma alışkanlığı kazanmasında can sıkıntısı, derdi, üzüntüsü değerli bir teşvik kamçısı oldu. Cemil Meriç merhumun da bu minvalde bir cümlesi olduğunu hatırlıyorum: "İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım!"
Bu hâlet bir ölçüde 'ilim/edebiyat açlığının' hayatın içinde sizi 'arayışa iten boşluklara/yaralara sahip olmanızla' ilgili olduğunu sezdiriyor. Kaçmıyorsanız okuyamazsınız yani. Yaralı değilseniz yazamazsınız. Aramazsınız. Zaten, yazara göre, gençlerin artık okumaya bu denli az rağbet göstermesi de 'kaçacak şeylerinin azlığıyla' intisablıdır. Yahut da tam tersi. Kaçmayı unutturacak kadar çok deliğin bulunmasıyla irtibatlıdır. O şöyle söylüyor:
"Okumanın savunulması artık gereklilik. Gençler fazla okumuyorlar. Hatta genç yetişkinler, okul yılları ve zorunlu kitaplar devri geçtikten sonra, daha da az okuyorlar. Boş zamanlarında, 7-19 yaşları arasındaki gençler, hergün kitap okumaktan ziyade ekranlarda vakit geçirmeye 10 kat, 16-19 yaş arasındakilerse 25 kat daha fazla vakit harcıyorlar. Başka bir deyişle 20'li yaşlara gelindiğinde neredeyse hiç kitap okumuyorlar. (...) Eskiden, yaz tatillerinde, zaman geçirmek için klasik Rus romanlarını okuduğumu anlatmıştım. Bugün insanlara can sıkıntısı yasaklanmış. Buna fırsat bile verilmiyor. Artık neredeyse tüm kamusal ve özel hayatımızın içinden geçtiği ekran, içerikler arasındaki ayrımı, (bilgi, eğlence ve kültür; iletişim, eğlence ve sanat arasındaki ayrımı) bulanıklaştırıyor. (...) Dolayısıyla artık daha az kitap okunuyor."
Bediüzzaman Hazretleri birkaç yerde 'medeniyet fantaziyeleri' diye bir kavramlaştırma yapar. Hatta birisinde "Deccalın yalancı cenneti ise medeniyetin cazibedar lehviyâtı ve fantaziyeleridir..." diyerek ahirzamanın bir fitnesinin de bu olduğuna dikkat çeker. Ona göre, II. Cihan Harbinin yaşatılmasının çok hikmetlerinden biri, 'medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesi'dir. (Fakat, şartlar, mürşidimin hayal ettiği derecede büyük bir uyanışın yaşanmasını engellemiştir. Belki bir 3. Dünya Savaşından sonra? Kimbilir.) Hatta Tiktok, İnstagram, Facebook gibi platformlarda aile mahremiyetinin aldığı yara hatırlanınca şu serzenişi de yerine cuk oturur sanki: "Veyl o zevc ve zevceye ki, birbirini ateşe atmakta yardım eder, yani medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder."
Evet, sarhoşluk, en özünde insanın hayata/kendine gösterdiği dikkatin yitimidir. Başta bizzat kendi varoluşu olmak üzere, kainattaki herşeyin varoluşuna gösterdiği dikkat, bununla irtibatlı duyduğu rikkat, beşeri 'insan' kılar. Eğer birisi çevresine ilgisini yitirmişse 'ot gibi, taş gibi, odun gibi' ithamlarına maruz kalır. Zira insanî hayat mertebesinden aşağı düşmüş gibi olur. Bugün sosyal medyanın da bize yaptığı 'parmakla kaydırmak marifetiyle' nazara girenlerin sayısını korkunç bir sayıya çıkarmaktır. Telefonunuza bakarken herşey nazarınıza 'şöyle bir uğrar' fakat can sıkıntısı yapacak kadar da boşluk oluşturmaz. Hemen ardından gelen bir başkasıyla dikkat tekrar baştan çıkarılır. Yani, bu zamanın sarhoşluğu, dikkat edileceklerin sayısını dikkat edilebilecek seviyenin üstüne çıkararak, kişiyi sahte bir ilgiyle donanmış kılmasıdır. Çok şeyden malumat alırsınız ama hakikatin pek azını bilirsiniz.
Buradan şuraya geçeceğim: Bize yaratılış bahşedilmesi için de bir miktar can sıkıntısı yaşamamız gerekiyor. 18. Söz'ün 1. Nokta'sının hâtimesinde denilen: "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi!" hakikatinde de bu sırrın hissesi var. Ne kadar eksiksen o kadar tamamlanırsın. Ne kadar açsan o kadar doyurulursun. Ancak burada eksiklik/açlık hâllerinin, sadece bir potansiyel olarak değil, şuur düzeyinde de bulunması lazım sende. Yaralarını bilmelisin. Yaralarını yaşamalısın. Yaralarını çekmelisin. Cenab-ı Hakîm, hikmetinin bir muktazisi olarak belki, sarhoşlara bahşetmiyor. Yaralılara, acıyanlara, sıkılanlara bahşediyor. Çünkü onlar ihtiyaçlarını 'ıztırar'a dönüştürme potansiyeli taşıyorlar. Dualarını 'farkındalık seviyesine' çıkarıyorlar. Fakat ihtiyaçlarına şuuru taalluk etmeyenler, yani sarhoşlar, 'lisan-ı ıztırarî' makamına asla ulaşamıyorlar. Duaları da bundan netice makbul olmuyor. Çünkü esasında duaları 'dua' olmuyor. Dua insanın derdine dikkat kesilmesiyle olur. Sarhoşlar dikkat kesilemezler.
Üç evladınız olduğunu düşünelim. Üçü de bin altın değerinde birer ev almak istiyorlar. Birisinin yüz, diğerinin üçyüz, ötekinin ise yediyüz altını var. Hangisine daha çok bağışlarsınız? Elbette açığı en çok olana. Yani en eksik olana. Kim, ne kadar eksikse, o kadar tamamlanır.
Bediüzzaman Hazretlerinin yukarıda dikkatimizi çektiği durum da böyle birşey. Bu 'daha az bilmek' demek değildir, hâşâ, yaralarını daha çok uyandırmış olmaktandır. Yine kendisinin ifadesiyle 'fakrın tezyidi'dir. İnsaniyetimizin değişmeyen meselelerine, açıklarına, firâklarına daha çok kafa patlatmaktandır. Gönül adamaktandır. Mesai sarfetmektendir. Ve, evet, bu eşikten bakılınca Bediüzzaman Hazretleri 'herkesten ziyade müflis ve muhtaç ve müteellim'dir. Talib olduğu dertten ötürüdür bu durum. Sırtındaki dağdan dolayıdır. Yoksa, hâşâ, imanda/amelde bizden geri olduğundan değil. Bizim sarhoşluktan bu mevzulara, değil ilgimiz-mesaimiz, farkındalığımız bile yoktur. Ancak o, hep dikkatleri çektiği üzere, yaralıdır. Yaralarını kabul eder. Çaresine dualanır. Duaya sarılır.
O yine diyor ki: "Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulûm-i akliyeye tavaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye müptelâ olur." Ve yine diyor: "Maatteessüf, o vakte kadar ulûm-u felsefeyi ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup, o ulûm-u felsefeyi, pek yanlış olarak, maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki, o felsefî meseleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyât-ı mâneviyemde engel olmuştu."
Hepimiz Allah'a karşı nihayetsiz aciziz, fakiriz ve de yaralıyız. Ancak bazılarımız can sıkıntısını göze alıp o yaralarla muhatap oluyorlar, meşgul oluyorlar, hem deva buluyorlar hem de başkalarının bulmasına vesile oluyorlar. Diğer bazılarımızsa 'oyun ve oyalanma' peşindeyiz. Kaçıştayız. Firardayız. Dikkat dağınıklığının bir nevi sarhoşluk olmasından faydalanıyoruz. 'Fefirru ilallah' sırrına mazhar olmak yerine gafletimize doğru koşuyoruz. Bin dermana değiştirilmeyecek dertler yerine hissetmeye/düşünmeye engel olacak 'zihin dağıtmaları' peşindeyiz. Bazen 'felsefeyi' bazen 'bilimi' bazen de 'sosyal medyayı' bu maksadda istimal ediyoruz. Deva da, elbette bize değil, Hüda'ya kaçanlara bahşediliyor. Çünkü 'Pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.' Hissetmeyenin şuuru taalluk etmez. O yüzden Mevlana Hazretleri de böyle diyor işte: "Yara ışığın bedenimize sızdığı yerdir." Yarası olmayanın ışıktan da nasibi yok demektir bu. Demek, "Ne mutlu o gariplere!" müjdesinde "Ne mutlu o yaralılara!" makamı da var.
Bulabilene aşkolsun.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.