Sessizlikte Diyalog

Sessizlikte Diyalog

Cemil KARAKULLUKÇU'nun hikayesi...

İki bin dokuz yüz altmış iki metrelik yükseklikteki Zugspızbahn’ın tam zirvesinde bulunmak sizin için nasıl bir duygu olduğunu bilemem; ama benim içinde bulunduğum duygularımın sadece bu yükseklik kadar değil, belki ölçümsüz bir ölçü birimiyle beni bulutların çok çok üstüne çıkardıklarının etkisindeyim.

Ah, ne var ki bu duygumu paylaşacak dostumdan çok uzağım! İstedim ki, titreten soğuktan sığındığım kafeteryanın bu penceresinin yanı başında o da yanımda, tam karşımda olsaydı. Hani konuşmadan uzaklara, çok uzaklara kadar birlikte gidip gelseydik. İstedim ki, yalnızca gözlerimiz, yalnızca kalplerimiz konuşsaydı. Dilimize karşın bedenimiz konuşsaydı; gözlerimiz, kaşlarımız, fincanı tutan parmaklarımız, kızarmış yanaklarımız, üşümüş burunlarımız, içimiz, çok uzaklara dalan düşüncelerimiz, hayallerimiz, mazide kalan sevdalarımız, dünyayı aşan duygularımız, sessizliğimiz, etrafı süzen bakışlarımız, yani dilimizin dışında her şeyimiz konuşsaydı. Orada, deri koltuklarımızda oturuşumuzun bir anlamı, bir büyük söylevi olsaydı.

Ah, ne aaah ki, dostum yanımda, yanı başımda değil! Sessizlikle konuşamayan biri yanımda yok ya, şimdi şuracıkta, kahvemi yudumlarken kendimi tam yalnız hissettim. Öyle de olsa, bu muhteşem manzaranın karşısından öyle kolay ayrılacak değilim. Dostum olmasa da, bulurum kendime o sessiz sohbeti aratmayacak bir iç konuşma ahengini. Bir çadıra, bir huniye benzeyen karlı dağlar, oralarda buralarda ve çok uzaklarda, benim çok aşağılarımda. Ben onlara oranla hakim pozisyonumdayım. Ama bunun övünülecek tarafı var mı? İnsan ya, ben de insanım ya, onların türündekilerin üzerinde bu duyguya sahip olmaya bir sakınca görmüyorum işte.

Onlar benim bulunduğum zirveden daha alçaksa, övünülecek tarafı nedir gerçekten? Övünmek varsa, onlar, yani yakınlarda, uzaklarda, daha uzaklarda olan dağlar övünmeli, değil mi? Benim bulunduğum zirve; tamam, bu civarın en yüksek zirvesidir, onlardan daha sarp, daha çıkılmaz, daha geçit vermeyen, daha vahşi ve belki de daha da anlamlı bir zirvedir. Yükseklere bulunmaktan övünen insanlar gelip kendi doymaz duygularını doyurmaya çalışan yapmacık sanatlarını da inşa ettiler buraya. Ben bu zirveye çıktığım için, dağlara tepeden bakıyorum diye, caka satıyorum. Benim olmayan bir şeye sahip çıkıp, sonra onunla aynı şeye sahip olan başkalarına karşı asıl üstünlük taslama hakkı kimin acaba?  Bu soruyu sessiz soruyorum kendime. Cevabımla savunma yapamadım belki. Ama şöyle etrafıma bakıp kurulmam ise kursağımda kaldı. İyi de oldu. Öyle ya daha ne zirveler var!
 
Kırıldım sanki. Bir önceki gururum sönükleşti. Şimdi daha bir gösterişsiz hale geldim. Böyle olmalıyım doğal olarak. Bende olmayan şeylerle boşuna çok övünmemeliyim. Her ne ise; yaptığım işe bakın, geldim, bu zirvenin tam üzerinde, insanların çok hem de çok zor şartlar altında yaptığı ve onlara göre çok muhteşem binanın sıcacık bir köşesinde kendimle boğuşmaya dalmışım. Zamanı mı Allah aşkına! İşte kısır düşünce ve duygularımın aşıldığı bir yükseklikteyim. Şöyle sakin kafamı bir dinleyeyim, ne olur? Gökte bulut yok. Zirvedeki kar tabakası güneşin ışınlarından billur gibi parlıyor. Gözü alan bir beyazlık ve bir masmavi gökyüzü; ama bir başka bakışla bu garip manzara, ya masmavi ya da bembeyaz oluveriyor. Tam doksan derecelik bir açı ile aşağıya bakıldığında ise, siyahlığın, bir karaltının tam ortasında bir göl. Uzaklarda, çok uzaklarda fark edilen karaltılar, vadilerde yerleşim yerleri olacak. Oralar bu zirveye rağmen ne kadar silikleşmişler! Kafeteryanın sakinliğine, öteye beriye voltalaşan kayak elbiselilere hiç ama hiç dikkat etmiyorum. Bir kahve daha içeyim dedim; ama bu tatlı anımım bozulmasından korkuyorum. Karşımdaki uçsuz bucaksız huni yığıntılarına mı bakıyorum yoksa öyle daha ötelerine mi, bilmiyorum. Bildiğim bir tek şey var, sadece gözlerimin değil, bütün bedenimin göz göz olmuş oraya âdeta kilitlenmiş olduğudur. O dağların arkasındaki gizemi çözer bir dikkatin içindeyim. Nedir bu uçsuz bucaksız bir gökyüzü ve hemen onun altında sayısız gemi, çadır direği dağlar! Tarağın dişleri gibi havayı tarayan yeryüzünün bu sivrilmiş dorukları bir anlam yüklü elbette. Ve ben bu zirveye çıktım diye övünüyorum! Daha çıkılacak nice zirveler var! İçimin zirvesi bunlardan geri değil. Ama ben ona henüz çok yabancıyım. Bir zirveye çıktın diye övünüp duracağına kendi zirveni bulmaya çalış diye sitem ettim kendime şuracıkta.

Bir telaş oldu. Koltuklarında kahvelerini yudumlayanların hepsi kalktı. Benim yerimden kalkacak bir niyetim yok. Telaşa ben de körükle gitmeyeyim diye hiç istifimi bozmadım. İçimden böyle bir ses de duydum hani. “Kalkma” diyordu bana. Öyle ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Uzaktaki taraçalardan o zirvede olanların hepsi bana bakıyordu sanki. Elimde olmadan bakınca, gerçekten bana baktıklarını anladım. Ne vardı bunda? Bir şey söylüyorlardı bana. Ama dillerini anlamıyordum ben. Zaten anlamak da istemiyordum ya. Ben bu zirvede hiç konuşmamaya karar vermiştim. Ben bu zirvede dilsizdim dilsiz. Dilsizdim tabii, duyduklarımın, hissettiklerimin dilinden konuşamıyordum ki. Onları bütün bedenim özümsüyordu çünkü; kelimelerle ifade edilmeyecek derinlikteydiler. Dillerini anlamasam da bir telaşın içinde oldukları belliydi. Ben hiç oralı olmadım. Bulunmaz bir fırsatın tam ortasındaydım. Bir zaman sonra o kalabalıktan yana bakınca, artık o kalabalık yoktu taraçada. Teker teker etrafımın doluştuğunu görüyordum. “Saman alevi gibi bir telaş” dedim.

Bir iç çektim. İçimdeki tatlılık yüzüme yansımış olacak ki, tatlı gülümsediğimi fark ediyordum. O gülüşten de haz almıştım. Masamda kimse yok. Ben öyle bir kimsesizlik istiyordum zaten. Yapılacak en küçük bir konuşma bile bu esrarengiz yalnızlığımın tadını bozabilirdi. Yine daldım. Şimdi oturduğum masayı ve deri koltuğu da çoktan unutmuştum. Kâh dağların zirvesine, kâh bulutların üstüne ve kâh yükseklerin yükseğine çıktığımı hissediyordum. Gerçekten uçuyorum; bir dağdan öbür dağa, bir yıldızdan diğer yıldıza ve bir galaksiden daha bir diğer galaksiye… Devin adımları adımlarımın yanında cüce kalır; bir ayağım dünyada ve diğer ayağım ayda öyle biraz durdum. Evrenin ne kadar küçüldüğünü hissetmedim değil. Ama bu bir anlık duyguydu. Biraz daha gözlerimi ötelere çevirince evren daha da büyüyordu gözümde. Başım döndü ve gözlerimi masaya çevirdim. Bir karaltı mı yoksa parlayan bir cisim mi duruyordu karşımda.

Fark ettiğim bir rüya değildi. Karşımda benim cinsimden olmayan, ama oldukça ruhuma yakın mı yakın bir görüntü vardı. Bir görüntü, bir hayal gibi bir şey elbette. Yoksa yeni bir dost mu bu, dedim. Yalnızlığımı giderecek, içimin açılımına katkıda bulunacak ve acılarıma merhem olacak… Beklenmedik o misafire şaşkınlıkla bakınca, hafif ayağa kalktı ve beni Japon selamına benzer bir selamla selamladı; ama bir Japon değildi, bir Avusturyalıydı. Eh, bu zirve de Avusturya’nındı. Gözlerini hafif irileştirerek “senin rahatına dokunmayacağım, şuracıkta bana da yer ver” dercesine âdeta yalvarıyordu. Görünüşte yarı çağlı bir bayan; ama esrarengizliğine baksan sanki bayana da benzemiyordu. İki masmavi gözü ile bana bakıyordu. Yok, iki mavi göz değildi onlar, evet değildi diyorum. Gökyüzü ikiye bölünüp minyatür iki gökyüzüydü, karşımda duruyorlardı şimdi. Gözlerini çevreleyen çehresi de yeryüzünün beyazıydı sanki. Gökyüzünü ve yeryüzünün beyazını uzaklarda aramaya gerek yoktu; işte işte ikisi de karşımda duruyorlardı.

Kendimi yokladım; acaba rüyada mıyım diye. Ellerim var, fincana dokunabiliyorum.  Kulağıma sesler geliyor, pencereden dışarıyı, kayak merkezini ve uzaklarda dağları, değişken zirveleri görebiliyorum. Ellerini görüyorum, benim ellerimden küçük, beyaz ve taze. Yüzüne bakmaya korkuyorum; her an iki gökyüzü ve bir yeryüzü ile karşılaşacağımdan. “Cesaret” dedim. Bilincim yerinde. Gözlerimi onun gözlerine diktim cesaretle. Gerçekten masmaviydi. Gözlerinin içi gülüyordu. Bir insan, ama bir melek sanki. Elimde olmadan işaretle “Yalnız mısınız?” sorusunu ifade edebildim. O da işaretle “yalnızım” dedi. Arkadan sanki “sana eşlik etmeye geldim” ifadesini mimiklerinden rahatlıkla anlıyordum. O da yalnızlıktan hoşlanıyordu, sessizlikten ve bir de doğadan. Doğaya aşık olduğunu, kesinlikle seziyordum. O da benim gibi kendisini anlamayan insanlardan hoşlanmıyordu. O da benim gibi bu zirvede yalnızdı. Yalnızlığı seven iki yalnızın birbirini rahatsız etmesi mümkün değildi. Benim yanımda olmasından son derece mutlu olduğunu işaretlerle rahatlıkla ifade edebiliyordu. Sanki ben oydum, o da ben. Ama ben erkek, o bayan. Birbirine bu kadar benzeyen iki insan olur muydu? Onun bedeninin sıcaklığını bile duyarken bunları düşünüyordum. Ama o benim için kutsal bir obje gibiydi. Bu zirvede hazların en yükseğine beni ulaştıran kutsal bir armağandı. Ona karşı bir bot kıracağımdan çok korkuyordum. O ki hazzıma bir haz daha,  hazlar daha kattı ve ruhaniliğime bir ivme daha kazandırdı, onun kılına bile bir şey dokunmasını istemiyordum. Ben ise asla dokundurmamalıydım. Kesinlikle bir kutsal emanetti yanımda.

O kadar nezaketle kalktı ki, ben de ayağa kalkmak zorunda kalktım. Beni oturttu ve hemen geleceğini işaret etti. Onsuzluğumda “garip” dedim. Kaşla göz arasında iki kahve ile geldi. “Afiyetle iç” diyordu bana. Benim yapacağımı onun yaptığını ima edercesine gülümsedim. Mavi gözlerini tatlı tatlı irileştirerek, “yok, bu şeref benim olmalı” anlamındaki işaretlerle benim asla üzülmememi söylüyordu. Kahveye derin derin bakmakla ona teşekkürlerimi arz ediyordum.

Kahveleri yudumlarken, yönümü yine karşıki zirvelere çevirdim. Onun da çevirdiğini fark ettim. Gerçekten bu civarın zirvesindeydik. Karşımızdaki dağlar yalnız ve bu zirvedeki biz de yalnızız. Ama onların yalnızlıklarını gideren özellik bizde de var. Tek bir gücün elinden çıkan şaheserleriz. Tek farkımız, bizdeki bilinçlilik. Şu anda, onları temaşa etmekle aldığımız haz, o başları sivrilmiş ulaşılmaz gibi görünen zirvelerde yok. Masamdaki dostla bu büyük oluşumu özümseyebiliyorum. Buraya gelmekle ne iyi ettim. Bu andan sonra bu zirveden aşağı inmesem de gam yok. Derin derin bir iç çektim. Yanımdakinin de derin derin nefes alıp verdiğini gördüm. Bir ara, “Acaba benim duyduklarımı duyuyor mu?” diye ondan tarafa baktım. İki mavi gözlerle karşılaştım yine. Meğer deminden beri beni gözlüyordu. Ben bakışımı zorla da olsa sürdürdüm. İki masmavi gözünden iki damla gözyaşı değil, iki inci tanesi yuvarlandı kar beyazı yanağından aşağı. Bana teşekkür ediyordu, ona bu tatlı anı yaşattığıma. O mu teşekkür etmeliydi yoksa ben mi teşekkür etmeliydim? Ne fark eder. Ha o ha ben. Öylesine özdeşleştik ki, çektiklerimiz bir, acılarımız bir ve duyduklarımız da bir. Bu zirvede tam bir birlik oluşturmuştuk.

Güneş tam karşımızda, batmaya hazırlanıyordu. Pembemsi bir renk almıştı. İstedim ki yanımdakinin o mavi gözlerinde nasıl bir renk alacağıydı. O da bunu sezmiş gibi gözlerini güneşe çevirdi. Doğrusu güneş onun gözlerinde daha tatlı bir renge bürünüp kaybolmuştu. Yalnızca mavi rengin arkasında bir fon oluşturmuştu. Ben de gözlerimi güneşe diktim. Zaman bir hayli ilerlemişti.

İki büyük haz devam ediyordu bende: Biri böylesi bir zirvenin başında bulunmanın ve diğeri benim duygularımı paylaşan, ama benim cinsimden olmayan birinin dost yakınlığının hazzı. Hangisinin bende daha etkili olduğunu da ayırt edemediğim tuhaf bir lezzetin içindeyim. Bu anımın bir sonu olacak mıydı? Bunu düşünemiyordum işte.

Zirveler sürekli olamazdı ki! Bense bir insanın, ayağı yerde yükselebileceği kadar yükseklerin zirvesindeyim. Yalnızlığımın içinde müthiş bir birliktelik ve dostsuzluğum içinde esrarengiz bir dostluk! Saatimin saniyeleri, dakikaları dursaydı. Yok yok, en iyisi zaman dursaydı ya da uzasaydı. Daha bu masaya yeni oturdum sanki. Yanımdaki de daha şimdi geldiydi. Parmaklarımda kahve fincanı duruyor ve kolumun altında fotoğraf makinesi. Daha fotoğraf çekmeliyim. Ama güneş batıyor. Dur be güneş! Görünüşümüzdeki bu kutsallığı sen de görüyorsun! Bari batarken güneşin fotoğrafını çekeyim dedim. Uzandım makineye, ama, evet ama tam bu anı ruhumun derinliğinde nakşetmeyi fotoğraflanmasına yeğledim. Bu zirve hazzımın doğallığına tekniğin yapmacıklığını bulaştırmak istemedim; içimden öyle geldi.
Mavi gözler yine beni gözlüyordu. İçinde bir burukluk vardı. O da bu tatlı anın biraz sonra kaybolacağını hissediyordu besbelli. İnanıyorum ki bu sessizlikte bütün düşüncelerimiz örtüşüyordu. Sessizliğimizde büyük diyaloglar, inanılmaz hazlar gerçekleştirmiştik.

Ama olsun, “yarını var” dedim. İnsandaki bu ebediyet duygusunun hayattaki canlı etkisini daha anlamlı görüyordum şimdi.

Güneş ha battı ha batacak. İkimizde aynı anda kalktık koltuklarımızdan. “Bu kadar” anlamında öyle bir zaman bakıştık. Sonra ben gözlerimi, “elden ne gelir” diye insan olmanın acizliğini gösteren bir ifade ile yere yönelttim. O ise beni baştan aşağı süzerken, yıkılacak bir pozisyona girmişti. Elini uzattı, kutsal bir saygıyla elini yakaladım.

Teleferik hareket etmek üzereydi. Arkama hiç bakamadım; onu bir daha görmek istemiyordum o masum görünümüyle. Kalabalığa katıldım. Artık kendimi kalabalığın güdümüne terk ettim. Yüz kişilik son teleferik bizi bekliyordu. Hepsi yabancıydı. Ama hepsi de benim gibi insandı; aralarında en küçük bir yabancılık çekmiyordum dillerini konuşamamış olsam bile. Doluştuk teleferiğe. Bana pencereden yana bir yer düştü. Çıkarken olduğu gibi, inerken de bu sarp ve celal fışkıran dik kayalıkları seyredecektim. Zirvedeki mecazi sevgiyi hakikiye çevirme gibi bir gayret içindeydim. Ama inanıyordum ki, o garip duygu bana ötelerden uzattırılan bir büyük sevdanın küçük uzantısıydı.

Bir yabancı ben vardım teleferikte. Kapılar kapandı harekete başlayınca, bir garip duygu kapladı içimi. O tatlı andan ebediyen uzaklaşacakmış gibi bir yalnızlık çöktü içime. Sarp kayalar, inadına sivrilmiş taşlar, vahşi oyuklar ve aşılmaz yamaçlar, ben aşağı indikçe onlar yukarıda kalıyorlardı. Bütün ilgimi onlara yoğunlaştırmıştım. Karşımda, hiç kuşkum yok, yaratıcının celal sıfatının somutlaşmış nesneleri vardı. Herkeste bir yükseklik sendromu; ama bende tatlı bir haz var. Olanların hepsinin üzerinde kar giysileri. Yalnız ben sivildim. Dillerini anlamadığım fısıltılarını duyuyordum.

On on beş dakika süren teleferik inişimizle yolculuğumuz son bulunca, ben adımlarımı zorlukla atıyordum. Bir rüyadan uyanır gibiydim. Teleferik merkezinin salonunda bir zaman sessiz kaldım. Ama bir şey düşünemiyordum. Merdivenlerden indim. Adımlarımı nasıl attığımdan haberim yoktu. Bir de baktım ki, rehberimin arabasındayım.