Salahattin ALTUNDAĞ
Şahsiyetin İntihârı ve Taklit Sarmalı-Bir Yılbaşı Muhâsebesi
Zaman; Rabbinin insanoğluna emânet ettiği en aziz sermaye, ömür ise her nefeste sessizce eriyen bir buzdağıdır. Takvim yapraklarının her düşüşü, yalnızca yeni bir sayfaya geçiş değil; geri gelmeyecek bir parçanın daha elimizden kayıp gidişidir. Ne var ki insan, bu hakikatin ağırlığını duymamak için kimi zaman gürültülü neşelere sığınır; vicdânını susturur, hâfızasını uyuşturur, şahsiyetini gevşetir… İşte bu yüzden, “kutlama” adı altında sunulan kimi kalıplar, basit bir takvim değişimi olmaktan çıkar; bir âidiyet meselesine, bir kimlik meselesine dönüşür.

Burada sözüm, takvimin değişmesine değil… Sözüm; takvim değişiminin, yaldızlı ambalajlara sarılarak bir “küresel ritüel”e çevrilmesine, birtakım semboller ve alışkanlıklar üzerinden toplumlara “üst kültür” duygusu enjekte edilmesine… Yani mâsûm bir tarih devrinin; şûûrdan, muhâsebeden, hikmetten koparılarak tüketimin, gösterinin ve taklîdin diliyle yeniden inşa edilmesine. Zira bir millet, bazen toprağını kaybetmez; kendisini kaybeder. Ve insan bazen eğlenmez; kendinden uzaklaşır.
Mantık ilminin ülkemizdeki mümtaz simâlarından Prof. Dr. Ahmet Kavlak hocamızın naklettiği ibretlik bir hâdise, içinde debelendiğimiz bu garâbeti anlamak adına zihinlerde şimşekler çaktıracak cinstendir. Hocamız o can alıcı diyaloğu şöyle aktarır:
“Bir İngiliz, üst makamda bir İngiliz, bizden de üst makamda biriyle konuşurken şöyle soruyor: ‘Sence İngiltere ne zaman biter?’ Bizimki diyor ki: ‘Ekonomisi bittiği zaman.’ ‘Hayır,’ diyor. ‘Savunma sanayii bittiği zaman?’ ‘Hayır.’ ‘Sömürgelerini kaybettiği zaman?’ ‘Hayır.’ Tek tek sayıyor… En sonunda ‘Ne zaman biter?’ diye soruyor. Adam da diyor ki: ‘İngiltere’de Shakespeare (Şekspir) okunmadığı gün biter.’” [1]
Bu söz, ister bire bir yaşanmış bir diyalog, ister derin bir teşbih olsun, meselenin bam telini gösterir: Bir İngiliz, devletinin bekâsını sadece donanmanın gücünde ya da borsanın ihtişâmında aramaz; kültür kodlarında, dilinde, hâfızasında, kendi kalabilme irâdesinde arar. Çünkü bilir ki bir millet parasını kaybederse yeniden kazanabilir; toprağını kaybederse bedel ödeyip geri alabilir. Fakat bir millet hâfızasını, irfânını ve şahsiyetini kaybederse; artık tarih sahnesinde adı kalsa da ruhu çekilmiş bir cesede döner.
Hocamızın o sarsıcı tespiti ise bir tokat gibi çarpar:
“Biz şu anda o İngiliz’in ne demek istediğini anlayacak seviyede değiliz. Adamın ne demek istediğini anladığımızda, yılbaşı kutlamasının ne anlama geldiğine de karar veririz.”
Evet… Biz bir asırdır, “şahsiyet” denen o ağır emâneti inceltiyoruz. Bir asırdır taklîtçi bir kafayla, bize âit olanı küçümseyip bize âit olmayanı büyütmeyi âdet hâline getiriyoruz. Oysa biz dünyada en kadim geleneklere, en köklü medeniyet tecrübesine, en derin tarih hafızasına sahip milletlerden biriyiz. Buna rağmen, tarihi şunun şurasında birkaç yüzyıla dayanan; üstelik zenginliğinin mühim bir kısmını sömürgecilikle, talanla, zulümle biriktirmiş merkezlerin “ışığına” hayranlık duymak, en hafif tâbiriyle kendimize hakârettir. Bu, “bu millete âit olma” şûûrunu kaybetmektir.
PSİKOLOJİK VE SOSYOLOJİK BİR ÇÖZÜLME
Taklît hastalığı, sadece kültürel bir savrulma değildir; aynı zamanda zihinsel bir çözüntü, mânevî bir erozyondur. Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed Mustafa (asm) asırlar öncesinden bugüne uzanan ikâzında, benzemeyi basit bir “şekil” meselesi olarak değil; âidiyet ve istikâmet meselesi olarak gündeme getirir:
“KİM BİR KAVME BENZEMEYE ÇALIŞIRSA O DA ONLARDANDIR.”[2]

Bu uyarı, hayatın tabiî müşterekliklerine değil; semboller, ritüeller ve yaşam tarzı üzerinden bilinçli bir biçimde onların rengine bürünmeye kapı aralayan tehlikeye işâret eden bir ikâz olarak okunmalıdır. Çünkü “benzemek”, çoğu zaman mâsûm bir jest değil; yavaş yavaş ilerleyen bir başkalaşım sürecidir.
Bu hakikat, ilim dünyasında da karşılığını bulmuştur. İbn Haldûn, Mukaddime’de “mağlûbun gâlibi taklît etmesi” kâidesini anlatır: Ruhen yenilmiş toplumlar, gâlibin üstünlüğünü yalnız silahında ya da teknolojisinde değil; onun yeme-içmesinde, giyiminde, eğlencesinde arar ve zamanla onun rengine bürünür.[3] Bu, basit bir öykünme değil; gönüllü bir teslimiyettir.
Modern sosyal psikolojide ise benzer bir mekanizma, bilişsel çelişki (cognitive dissonance) yaklaşımıyla açıklanır. Festinger’in çerçevesine göre insan, inançlarıyla davranışları arasında uyumsuzluk yaşadığında, bu gerilimi azaltmak için çoğu zaman gerekçelendirme ve yeniden değerlendirme yoluna gider; zamanla tutumlarını davranışlarına yaklaştırabilir.[4] İşte bu yüzden, “Sadece eğleniyorum” diye başlayan tekrarlar, insanın iç dünyasında fark edilmeden yeni bir normal inşa edebilir.
Kelman’ın tutum değişimi modelinde târif ettiği süreçler de burada anlam kazanır: İlk etapta “uyma” (compliance) gibi görünen davranış, tekrar ve sosyal baskıyla intisâba—yani kendini o çevreyle bir tutmaya—(identification) ve nihâyet “benimseme”ye (internalization) kadar ilerleyebilir.[5] Dışarıdan bakınca küçük gibi görünen sembolik tâvizler, içeride büyük bir yön kaymasına dönüşebilir.
Bu psikolojik ve sosyolojik sürecin ne mânâya geldiğini, Şefkatli Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, âdeta bir feryât ve ikâz üslûbuyla şöyle çerçeveler:
“Ey bu vatan gençleri! Firenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak ONLARIN SAFINA İLTİHAK EDİP kendi kendinizi ve kardeşlerinizi i’dam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünkü bu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!”[6]
Bu hitâbın içindeki en sarsıcı cümle şudur: “Hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!” Muazzez Üstadımızın maksadı şudur: Bir insan “ben bu millete, bu dine, bu medeniyete âidim” der; izzetten, hamiyetten söz eder; fakat aynı insan, ısrarla başkasının sefâhetini, başkasının bâtıl telakkilerini, başkasının eğlence ve sembollerini hayatının merkezine taşırsa—işte o zaman söz ile hâl birbirini yalanlar. Demek ki mesele yalnızca “bir gece” yahut “bir eğlence” değildir; mesele, hangi tarafa meylettiğimizin, hangi iklime rengimizi verdiğimizin meselesidir.
Ve “onların safına iltihak” ile “i’dam” kelimeleri, bu tehlikenin büyüklüğünü açığa çıkarır: Taklît, çoğu zaman dışarıdan küçük bir “zevk” gibi görünür; fakat içeriden içeriye işler—bugün bir şekil, yarın bir alışkanlık, sonra bir ölçü, en sonunda bir âidiyet hâlini alır. İnsan fark etmeden “biz” dediğini zayıflatır; başkasının rengine büründükçe yalnız kültürünü değil, şahsiyetini de eritmeye başlar. Şefkatli Üstadımızın “i’dam” ihtârı, tam da bu geri dönüşü zor çözülmeyi gösterir: Kişi, kendi eliyle kendini düşürür; yalnız kendini değil, peşinden gidenleri de sürükler.
SONUÇ: ASÎL BİR DURUŞ
Bütün bunlar, bize şunu söyler: Mesele “takvim” değildir; mesele kalbin pusulasıdır. Mesele “bir gece” değildir; mesele, o gecenin taşıdığı sembol dünyası ve kurduğu âidiyet dilidir. Bir Müslüman toplum, Kur’ân’ın hakikatleri yerine sahte masalların dünyasına sığınmayı marifet saydığı; kendi tarih şûûrunu bırakıp başkasının gösterisini “medeniyet” zannettiği gün, aslında kendi bitişine yaklaşır.
Ey Müslüman! Sen zamanın şâhidisin, gafletin taklîtçisi değil. Sen izzet sâhibisin; başkasının sofrasında kimlik arayan bir sığıntı değil. Bizim muhasebemiz, sırf “yeni bir yıl” diye değil; yeni bir yılın eşiğinde kendimizi yeniden inşa etmek içindir. Bizim takvimimiz, yalnız gün saymaz; hicretin şûûrunu, fetihlerin vakarını, karanlıktan aydınlığa yürüyüşün izzetini hatırlatır.
Gelin, bu gece şûûrunu kaybetmiş kalabalığın parçası olmayalım. “Herkes yapıyor” diyen rüzgâra kapılıp savrulmayalım. Asîl bir yalnızlığın, vakûr bir duruşun ve sarsılmaz bir şahsiyetin temsilcisi olalım. Çünkü unutmayalım: Bir millet Shakespeare’i (Şekspir’i) unutunca bitiyorsa; bir Müslüman toplum da kendi hakikatlerini unutunca, kendi dilini, kendi değerini, kendi yönünü kaybedince bitmeye başlar.
Ve sözün bittiği yerde, o Nebevî ikâzın ağırlığıyla titreyelim: “O DA ONLARDANDIR.” Bu hüküm, sadece dünyevî bir benzerlik değil; uhrevî bir âidiyetin işâretidir. Mahşer gününde, Güllerin Sultanı’nın (asm) sancağı altında toplanmak varken; sırf dünyada onların ritüellerine kapılıp rengine büründüğü için o kalabalıkların içinde haşrolunmak … Bir mü’min için bundan daha büyük bir hüsrân, bundan daha derin bir felâket olabilir mi?
Unutmayalım: Başkası olmaya çalışarak kazandığımız her şey, aslında kendimizden, özümüzden ve ebediyetimizden kaybettiklerimizdir.
Kaynakça
[1] Kavlak, A. (2025, 23 Aralık). Kimler yılbaşını kutlar? Kim olduğuna karar ver [Video]. YouTube. https://www.youtube.com/watch?v=WsragS_mGAs
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/50
[3] İbn Haldûn. (2015). Mukaddime (H. K. Topçu, Çev.). Dergâh Yayınları. (Orijinal eserin yayın tarihi 1377)
[4] Festinger, L. (1957). A theory of cognitive dissonance. Stanford University Press
[5] Kelman, H. C. (1958). Compliance, identification, and internalization: Three processes of attitude change. Journal of Conflict Resolution, 2(1), 51–60. https://doi.org/10.1177/002200275800200106
[6] Nûrsî, B. S. (1989). Risale-i Nûr Külliyâtı (Lem’alar; BEŞİNCİ NOTA). İstanbul: Envar Neşriyât. s. 120
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.