Risaleler Arasında Petersburg

Risaleler Arasında Petersburg

Taha ÇAĞLAROĞLU'nun yazısı...

Hava kararmak üzereydi. Uçağımız Petersburg’a yaklaştıkça içimdeki yollar uzuyor. Bin bir soru; fırtınada sallanan fakat kopmayan bin bir yaprak gibi zihnimde.

Karlı bir aralık akşamı Petersburg’a indiğimde beyaz bir rüyaya gömülmüştüm sanki. Şehrin ışıklarıyla göz göze gelmiştim. Mihmandarım beni Nevski Caddesi’ndeki Özgürlük Oteli’ne yerleştirdi. Gece, bir kimsesizlik mahşeri gibi çökmüştü üzerime.

Sabahleyin uyandığımda manzara büyüleyiciydi. Evrendeki güzelliklerle insan yapısı eserler, bir ahenk anıtı gibi karşımda yükseliyordu. Bu şehre Estetiğin Tarihi adlı kitabımı yazmak için gelmiştim; daha doğrusu kitaba burada başlamak, ilhamla beslenmek için. Fakat Özgürlük Oteli’ne yerleşir yerleşmez, hatta Petersburg’a ayak basar basmaz beni bir inceleme kitabından ziyade buranın cazibesi, şiiri sardı. Enfes bir manzara karşısında insan daha şairane bir atmosfere kaptırıyor kendisini. Bir duygu okyanusuna açılıyor. Oysa estetik üzerine makaleler yazmak için bir yığın bilgiyle koşup gelmiştim buraya. 

Lobide otururken gördüğüm yaşlı kadın, bende nedense teessür uyandırdı. Kadın çok mutsuz görünüyordu, ağlıyordu, altmış beş yetmiş yaşlarındaydı, Fransızca konuşuyordu. Ben kahvemi yudumlarken onun birkaç cümlesini de ister istemez duyuvermiştim. Yanındaki genç kıza bir şeyler söylüyordu kadın. Kızı olmalıydı yanındaki genç.

Anne kız, ikisi de farklı iki şehir gibi. İnsan bir medeniyettir. Her insanın iki şehri vardır aslında. Birinden diğerine göç edilir. Yani ölünceye kadar mı sürer bu yolculuk, bu kavga?

Kar yağıyordu düşlere. Dışarıda fırtına alıp götürüyordu insanları. Hiçlik sandığım ölüm, şimdi karşımda bir başka türlü sanki. İnsanların niçin eğlenceye düşkün olduklarını, ölüm korkusundan kaçış diye yorumluyorum çoğunlukla.

Petersburg, dön yüzünü, bana bak, ey sanatın içten görünüşü, sevgililerin bir masal kahramanına dönüştüğü yer, yegâne ilacı roman olan şehir… Kitaplar denilen ölü canlar, sinema gibi müteharrik ölüler. Ve tiyatro; mazi denilen geniş kabrin hortlakları. Ağzında yalancı bir dil, yüzünde fâsık bir göz, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmişsin. Ah, Petersburg! Güneşi göstersen, sarı saçlı güzel bir aktristi anımsatırsın. Petersburg’a böylece adım atmışken…

Ben bir şehre giriyorum. Vicdan, sır, heva, sezgi, ilham, öfke, hırs, fikir, arzu…

Bir şehrin hafızası, bir şehrin zihni, bir şehrin hayalleri, bir şehrin iradesi, bir şehrin duyguları, bir şehrin rüyaları, bir şehrin bilinci derken, daha sonra da bu şehrin içine daldıkça ruhumda, karşıma birçok yetenek, lâtife, cihazat ve derinlikler çıktı. Bir şair ‘nurdan bir şehir’den söz ediyormuş. Ve onu seyretmekten… Kitabıma ‘Estetiğin Şehirleri’ mi demeliydim acaba?

Neva Nehri’nin kıyısında yürürken hatırıma düştü. Paris’te kim anlatmıştı? Mavi gözlü şair mi? Tam hatırlayamıyorum. “Birinci Dünya Savaşı’ndan önce… Bir vakıa… Ararat Dağı denilen meşhur dağın altında. Birden o dağ müthiş infilâk. Dağlar gibi parçalar... Dünyanın her yanına dağılıyor. O dehşet içinde annem yanımda… Anladım ki, bir büyük infilâk olacak… Neva Nehri, çiçeği burnunda hikmet çağıltılarıyla akacak, akacak.” 

Neva Nehri’nden ne sular, ne bakışlar aktı şimdiye dek… Zaman da bir nehir gibi, bir fotoğraf külliyatı gibi alıp götürdü onlar. Ama nereye?

Nevski Caddesi’ndeyim. Bu şehir çok ışıltılı fakat çok zindan. Bu caddede gece hayatı. Beyaz geceler mi? Bir cümle düşüyor kalbimin üzerine: “Derken şehrin öbür yakasından, bir adam geldi koşaraktan.” Şehrin öbür yakasını ve koşmayı düşündüm. Koşanları, koşup gelenleri, gelip gidenleri, gidemeyenleri… Kimlerdi şehrin öbür yakasından gelenler tarih boyunca? Estetik tarihinde kimler geldi, kimler geçti; hangileri şehrin öbür yakasından geldi? 

Şehirde gezindikçe noktalar çoğalıyor: tahayyül, tasarlama, tasdik, asab, hafî, ahfâ, sezgi, vehim, inat, gıpta, şefkat, emel, nifak, şikak… ‘Estetiğin Şehirleri’ diye Paris’i, Petersburg’u düşünürken ruh şehrine düşeyazıyorum.

Aslanlıköprü’de genç kızlar, delikanlılar, sarışın, mavi gözlü, mutluluğu arıyorlar. Kendi hâlinde insanlar. İnsaf, ümitsizlik, ikiyüzlülük, aşk, kin, şehvet, düşmanlık, haset, gurur… Hangi ışıkları yanıyor ruh şehrinin?

Brunella, sevgilim. Seni hatırladıkça içim acıyor. Daha doğrusu seni hiç unutamıyorum. Yaşadığın acıları paylaşmak, acını hafifletmek istiyorum. Brunella, zambağım! Sorduğun felsefi sorulara cevap veremedim.

Dostoyevski de cevap aramıştı felsefi sorularına. Brunella, Petersburg’da Dostoyevski’nin evi var, çalışma masası. Bu eve gittim. Onun masasına baktıkça derin bir hayale dalıyorum.

…Büyük bir sahra. Yeryüzünde karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası. Ne rüzgâr var, ne ışık, ne bir damla su. Her tarafı canavarlar, muzır ve vahşi mahlûkla dolu. Rüzgâr, ışık ve su arıyorum. İhtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde tünelvârî bir mağaraya sokuldum; gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki, o yolda çok kimseler gitmiş. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyorum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyorum. Sonra sesleri kesiliyor…

Sesleri ve senin sorularını düşünüyorum Brunella… Kış ve yaz, gece ve gündüz sayfaları ne? Ölüm de mi mahlûktur? Akıl, kendi başıyla her şeye yetişebilir mi? İnsan başıboş mu, zambaklar ve kelebekler amaçsız mı? İnsan tanrı olabilir mi? Öyleyse niçin bir sineğe, bir mikroba yeniliyor? Ve bir tek şeyin yaratıcısı, her bir şeyin yaratıcısı olmak gerekmez mi? Sahi, yıldızlar ve çiçekler neden çok güzel? İnsanlar, göklere uzanan merdivenler yapabilir mi Brunella? Fıtratın bozulması, vicdanın çürümesi ne demek sevgilim? Ruhun estetiği nasıl oluyor? Ve nice sorular…

Puşkin Tiyatrosu’nda Cimri’yi bir kez daha izledim. Bir Fransız gençle tanıştım çıkışta. O da benim gibi Paris’ten gelmişti. Petersburg’da felsefe doktorası yapıyormuş. Benden ayrılırken ona “İnsan, ancak sonsuz olanı hatırlayabilir.” dedim. Yüzüme garip garip baktı genç felsefe öğrencisi.

Petersburg Metrosu’na biniyorum. Her yaştan insan var metroda. Yaşlıların gözleri çok dalgın. Gençlerin kimisi hareketli, kimisi düşünceli. Metroda konuşurlarken duydum:

Mavi gözlü şair, bir lisenin toplantı salonuna girmiş. Salonda kırk öğrenci oturuyormuş. Sohbetler, fıkralar, gülüşmeler…

Mavi gözlü şair, bir hatırasını anlatarak başlamak istiyormuş konuşmasına.

“Geçenlerde bir sağlık problemim dolayısıyla hastaneye gitmiştim. Müracaat için sıraya girdim. Sıra bana geldiğine kimliğimi istedi görevli. Ben de ‘Kimliğim yok, kimliksizim!’  dedim.” Sözün burasında birdenbire durmuş, mavi gözlü  şair. Gözünün önünden Petersburg geçmiş. Bir tel örgü, sesini yırtmış geçmiş. Bir hapishane. Karanlık göğü yırtan çığlık. Yutkunmuş. Konuşmak istemiş. Hayır, konuşamamış. Konuşamayacak durumdaymış. Son bir gayretle kendisini izleyen genç, güzel gözlere bakmış. Kendine ve heykellerine baş eğdiren kimseleri hatırlamış. Ve demiş ki: “Sizin kimliğiniz yok! Kimliğinizi çaldılar! Siz kimliksizsiniz!”

Daha da hitap edememiş öğrencilere. Yanındaki öğretmene dönerek “Benim şimdi biraz ağlamam lâzım. Dışarıya çıkıyorum. Birazdan gelirim.” demiş. Bu hâl karşısında donakalan öğrencilerin hayretli bakışları karşısında dışarı çıkmış. Ağlamış, ağlamış. Salona geri gelmiş.

Metroda bu kadarını işitebildiğim olay, beni kimlik üzerine düşündürdü. Kimlik mi, benim kimliğim ne? Oysa unutulmaya yüz tutmuş hiçbir yüz yoktur yeryüzünde. Demek ki başka bir kimlikten bahsediyor mavi gözlü şair.

Mozart Kafe. Çaykovski’nin Kuğu Gölü. Bilardo masası. Üniversiteli gençlerin buluşma ve sohbet yerleri. Bana sıcak çay içebileceğim bir köşe yetiyor burada.

İrlandalı dostum Patrick’le görüştüm az önce, çayımı yudumlarken.  Aurora’dan söz ediyor telefonda. “Philip, mutlaka görmelisin!” diyor heyecanla. Aurora, yani kutup ışıkları. Çok etkilenmiş. Ben de internetten izliyorum bu gece ışımasını. Muhteşemdi. Dünya’nın manyetik alanıyla Güneş’ten gelen parçacıkların birbirini etkilemesiyle oluşan. Yeşil, kırmızı, pembe. Fecir ışığı. İnsanın iç şehirleri gibi rengârenk. Şimdi Julıoİglesias’ın o unutamadığım şarkısı Nathalie. Her ezgi, sanki öteleri arayış. Uzağı yakına çağırmak.

Aslen Dublinli olan Patrick’le konuşunca aklıma daima İrlanda ve Joyce’un ünlü sözü gelir, “Bir gün Dublin yıkılıp yok olursa benim sayfalarımdan yeniden inşa edilebilir.” Peki, insanın iç şehirleri yıkılınca…. Yeniden inşa, yeniden hayat mümkün mü bu evrende?

Gençlerin konuşmalarına kulak misafiri oluyorum. “Her bir şey bize düşman, her bir şey bizden garip. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; güvenlik içinde değiliz.” Nihilizm mi bu, materyalizmin türevleri mi? Her şeyi maddede arayanların akılları… Ah, sevgilim, yanımda olsaydın ya! Ben yine gözler, kaşlar, kirpikler üzerine konuşsaydım… Sen sorularını yine sorsaydın… Hangi filozof diyordu “İnsanlığın en büyük amacı, Tanrı’ya benzemektir.” diye? Gözü, kaşı, kirpiği nasıl yapacak insan? Tanrı’ya benzemek mi? Bir mikroba yenilirken, bir kazaya kurban giderken, genç kalamazken, ölürken… İnsan, nasıl olur da Tanrı’ya benzeyebilir Brunella?

Mavi gözlü şair bir anekdot anlatmıştı, sır içinde esrar gibi: “İki yüksek dağ… Üstünde dehşetli bir köprü. Köprünün altında pek derin bir dere; ben o köprünün üstünde. Dünyada da yoğun bir karanlık. Sağ tarafımda nihayetsiz bir karanlık içinde, bir büyük mezar… Sol tarafımda müthiş karanlık dalgaları içinde şiddetli fırtınalar, dağdağalar... Köprünün altında gayet derin bir uçurum… Sönük cep fenerimin yarım yamalak ışığı; pek müthiş bir vaziyet... Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar … ‘Keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim!’ dedim. ‘Eyvah! Şu fener, başıma belâdır!’ dedim.” Bu anekdotu dinledikten sonra akıl feneri üzerinde düşünmeye başladım. Yarım yamalak ışık. Müthiş karanlık dalgalar. Uzakları yanıma, yakına çağırmak istiyorum.

Petersburg Kitabevi’ne giriyorum. Rengârenk kitaplar. Sıcak bir duygu kaplıyor içimi. Fransız ve Rus klasikleri çoğunlukta. Kitabevinde bir kitabı açıyorum. Okumaya başlıyorum.

Petersburg Kitabevi’nde akıl üzerine düşünürken bir ses… Fakat akıl tek başına yol bulamıyor Brunella, sevgilim! Keşke yanımda olsaydın, şimdi benim sana soracaklarım var. Akıl, neye yaslanacak da gerçeği bulacak; güzeli, estetik olanı, sonuçları itibariyle güzel olanı? Senin güzelliğin nereden Brunella? Güzellikler nakış nakış yüzünde, sesinde, göz bebeklerinde…

Renk ve görüntü ihtişamı aurora’ları gördükten sonra hangi estetiğin tarihini yazabilirim Tanrı’m?

Petersburg’da kimsesizken… İçimin şehirleri kimsesiz… Güneş rüzgârları tâ derinlerimde, ruhumun gecesinde ışıma…

Şehirler de hırçınlaşır, öfkelenir, ağlar, gülümser. Bir şehrin hafızası, bir şehrin zihni, bir şehrin hayalleri, bir şehrin iradesi, bir şehrin duyguları, bir şehrin rüyaları, bir şehrin bilinci….diyordum. Ve şehirler, ancak sonsuz olanı hatırlayabilir.

Ah, içimin şehirlerini bir bilsen! İçimdeki şehirde bir adam var, kaçıyorum ondan, kaçmak, çok uzaklara kaçmak istiyorum o adamdan. İşte o adam geldi tekrar. Bir akşam vaktiydi. Bir apartmanda oturuyordu. Apartmanın rengârenk çiçeklerle bezenmiş bahçesinin ortasından mermer merdivenlere yönelmişti yaşlanmış bir çift ayak. Fesleğenler, güller, karanfiller akasyalar, zambaklar. Onlar da yaşlanıyor ayaklar gibi. Bir kat çıkıldı, kapı anahtarla açıldı. Karanlık, bir alaşım gibi acıyla karşıladı adamı.

Adam, evin ışıklarını yaktıktan sonra da kalbine doğru devam etti karanlık. İntihar yüzlü bir kayık öldü, bir keman sesi sararıp soldurdu, yeni bir şevk vermedi müzik. Absürdün hüznü yıllar boyu, kendince verimli bir yol buldu bu evde. Dolunay göründü bu evden, bu güzel evden yıllarca. Yağmur ve kar en tatlı tebessümlerle. Yıldızlar çok parlaktı. Ama depremler yaşanıyordu odalarda. Bir deprem bitiyor, diğeri başlıyordu. Sözcükler birer bunaltıydı. Teknoloji yetmiyordu. Dertlerin dermanına koşuyordu felsefe tilmizleri kitaplarda, yüz yüze bakan balkonlarda, telefonların ve mektupların zindanlı ve kahırlı seslerinde.

İçimdeki o kişiden nefret ediyorum Brunella! Petersburg’da kimsesiz olmak istemiyorum. Hava kararmak üzere, ömür gibi.  Ölünce de kimsesiz olmak; canavarlar, muzır ve vahşi mahlûklar arasında kalmak, boğulmak istemiyorum; hiçbir zaman. Yeniden inşa, Dublin, Joyce, ölüm…

O adamın istekleri, dağları yerinden oynatamıyordu. “Kör olası kader!” diye ileniyordu belli belirsiz. “Tanrı bile duymuyor beni!” diye düşünüyordu. Bu ilenme ve isyan, içine ferahlık vermiyordu. Onu mutlu etmiyordu.
 
Brunella, Petersburg’da kimsesiz, içimin şehirlerinde bakımsız bir bahçe olmak istemiyorum. Estetik tarihini yaşamak istiyorum, sevgilim.

O adam konuşmak istiyor içimde hep. Toplumlar yok olup giderken o oradaydı da, bir ders çıkarayım niyetinde değildi hâlâ. Bazen tenperestlik kesiyordu önünü, bazen hasta dünyaları. Efeleniyordu kimi zaman “Tanrı’ya benzeyeceğim” diye. İçten içe de hissediyordu O’na benzeyemeyeceğini, biliyordu yaratamayacağını. Fakat bir girdabın içine düşmüştü, kendisini atmıştı buraya, bir kertenkele çukuruna. Bir cemre gibi düşmek istiyordu hâlâ ruhuna ve başka ruhlara. Düşemiyordu.

Kanatlanmak güzeldi uçsuz bucaksız ülkelere. İnsan mutluluklarına kanat açmak hoştu. Haksızlığın, keyifsizliğin, kesintinin olmadığı bir dünya. Ne ki görünen böyle değildi. Hayat, sağlık, gençlik, kesintiye uğruyordu. Sonsuz bir gençlik yoktu yeryüzünde. Her şey birbirine düşman, herkes diğerine yabancıydı. İnsan da fırlatılıp atılmıştı bu ‘yabanıl’ beldeye. Sonsuz hayattan söz eden tüm söylemler afyondu.
Ah, sevgilim, bilseydin Petersburg’da da böyle adamlar var. Cafede de, metroda da, Nevski’de de, içimin caddelerinde, bitmez tükenmez sokaklarında, içinden hayal kırıklığı ve bazen zarif bir mahşer akan. Vicdanın sesi yeniden inşa, yeniden, kesintisiz esen bir estetik tarihi. Başkente dönmeliyim.