Onbirinci Söz

Onbirinci söz sanat formunda yazılmış bir eserdir.

Sanatkar, tezyinat, asar, kemalat, cemal  teşhirgah, serme, muarrif, tarif eden seyretme, sevdirme, sevme, seyrangah, seyirci, seyrin merasimi, istihsan, beğeni, takdir, istihsanın tafsilatı, tavır, tutum...

Dinin, sanatın, felsefenin, mitolojinin en temel sorunu, hikmet-i allemin tılsımı’dır. Yani bu alem niçin inşa edilmiştir, neden yapılması gerekmiştir. Yapan niçin yapmıştır. Alemin içinde yaşayan en önemli canlı aklı sahibi olan insandır. Bu evreni yaratan neden insanı onun içine koymuştur. Neden insana göre bir dünya yapmış, insanla bütünleşen bir kainat yaratmış insanı içine koymuştur. Sonra kainat ve insan ve bu temel yapı ve onu inşa edene karşı bir tavır bir tutum gerekecektir, bu “hakikat-ı salatın rumuzudur” yani kılınan namazın rükünlerinin, hareketlerinin ve o namazı kılanın tutumlarının nerelere gönderilen semboller olduğunu, göstergeleri ve göndergeleri nelerdir. Üç büyük temel tutumdur.

Önce sultan veya sanatkar tanıtılır. Hazineleri var, orada cevherler, elmaslar ve zümrüt bulunuyor. Acaip definelere sahip, garip sanatlardan anlıyor, mehareti var, acip fenleri biliyor, o konularda geniş bilgisi ihatası var.

Bu niteliklerde olan bir sultan veya sanatkar, elbette sanatın dışavurumu demek olan içindeki bu özellikleri bir şekilde insanlara, seyircilere, istihsan edenlere açması gerekir. Çünkü estetiğin kuralı “Her kemal ve cemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister.” Bütün ressamlar, heykeltraşlar, hatta gurmeler yemek ustaları, elbise tasarımcıları, yaptıklarını insanlara kamuya, sanatseverlere açmak için sergiler açarlar, galeriler tanzim ederler.

Bu estetiğin kuralını Bediüzzaman sanat felsefesinde okumuştur, Allah’ın evreni yaratması ve sanat eserlerini içine dizmesi de bu kuralın içindedir. Kur’an bu sanat eserlerinin mecmuasıdır. Kur’an bütün ilahi sanatın apokaliptik nesnelerini insanların nazarına arzeder, onlara, bakmalarını görmelerini yorumlamalarını anlatır. Bakmaz mısınız, görmez misiniz, veya bakmazlar, görmezler işitmezler diye sanat melekelerini kullanmayanları ayıplar. O koca kitaptan sanat felsefesi çıkaramayan islam düşünürlerine yazıklar olsun. Onu iki rekat namaz ile mezarlıkta okunan kitaba dönüştüren mantık, bugün paramparça zavallı, ne olsaydı yani. Bugün siyaseti dizayn etmeye çalışan mantık bunları  göremedi, kalpleri ve akılları ele geçirmeyi değil koltukları ele geçirmeyi gaye edindi. O koltuklarda mübarek arkadaşlarımız firavunlaştı, etrafını görmez oldu. Her gün bir anma gününde kah telli saz, kah davul, eğlen sonra yat uyu. Afiyet olsun. Dava densizlerin, zırvaların elinde bu yüzden. Akıllı ne kadar adam gördüysem bu despotların elinde esir değil ne desem azdır. Bak şu yönetenlerin psikopatolojisine bunları anlarsın. Freud hitlerin psikobiyografisini yazmak istemiş, keşke yazsaydı, ömrü yetmemiş, o İslam davasını götürenlerin insan tanımazlılığına tınmazlığına bak, bunların elinde devler cüce cüceler dev olur, yalan söyleyen çarpılsın.

İslamın bütün öğretisini, temal argümanlarını, estetiğini, ibadet ve tutum alma sanatını, bir onbirinci söze yükleyen, dokuz sayfaya içtima ettiren adama helal olsun. Ne kadar özetleyici ve tasarımcı ve icmal edici güce sahip hayret etmemek mümkün mü?

Sultan ve sanatkar orijinal özelliklere sahip, sanattan anlıyor, garip ilimleri biliyor, zengin, defineleri var. Elbette bunları göstermek için “ bir meşher açar,  sergiler dizer” Meşher eserlerin teşhir edildiği yer yani galeri yani kainat, yani arz, yani dünya. Sergi , bak dünyaya herşey ne kadar yerli yerinde. Tanpınar’ın bir şiiri var. Herşey yerli yerinde, o başka anlamlar için yazmış ama ben onun anlamı ile sınırlı düşünmedim , bak dünyaya herşey yerli yerinde. Dağlar kenarlarda, ovalar düz, hayvanlar serpilmiş Bediüzzaman öyle diyor, bitkiler ise serilmiş, Bediüzzaman öyle diyor. İnsana onlara bakacak ğöz , düşüncek akıl, yorumlayacak interpretaion vermiş. Eco’nun Yorum ve Aşırı yorum kitabı aklıma geldi. Bediüzzaman ise, aşırı yorumu mübalağayı ihtilalci gösterir. Bütün ihtilaller mübalağladan doğmuştur. Hitler, Musolinni, Lenin hep bu ihtilallci mübalağacılar. Köpürttükleri yanlışı insanı görmez hali getirmişler. Bir aşırı yorumcu da son zamanın hocası. İşte memleketin hali.

Sanatçının görevi ,sanat felsefesindeki görevlerini getir buraya monte et. Bak hep bunları söyler. “Ta nasın enzarında insanların bakışında , saltanatının haşmetini, yani şu koca kainatın haşmeti karşısınnda insan  ne düşünecek, onları sanatçı görüyor, seyircilerinin eserleri hakkında ne düşündüğünü merak ediyor, her ressam açtığı sergide dolaşır ve insanların eserleri hakkında ne düşündüğünü merak eder, istersen bir resim sergisine git, ressamın seyircilerin takdir ve tezyifi karşısında ne düşündüğünü gör , neler düşünmüş şu cübbesinden ve sarığından fedakarlık etmeyen adam. Onu skolastik bataklığında görmek isteyenlere yazıklar olsun. Gösteremeyip de aynı sözleri bizim oğlan bina okur döner döner yine okur diye sallay         anlara yazıklar olsun, aynı insanlar aynı sözler, heyecan yok, tesir yok, karizma yok, yok yok yok.

Sanateserini kamuya , sanatseverlere, halka açılmasının estetik ve sanat felsefesi gayelerini anlatır. Ne kadar büyük hakikatleri basit gibi görünen sehli mümtenilerde açar. “Ta nasın enzarında, saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi sanatının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin.”

Sinan–ı muhteşem Selimiyeyi yaptığında açarken sultan Selim ne düşündü, birlikte baktılar neler hissettiler, İtalya’da Sen Piyer kilisesi var ne kadar muhteşem, kızmayın o da bir Allah’a adanmış yapı, onu yapanlar o haşmet ile Allah arasında bağlantı kurmamışlar mı? Mısır’dan İstanbul’a dönen Yavuz hazretleri Allah’a kaç büyük zafer adamış, utancından halkın nazarına çıkamamış. “Ya bana da bir gurur gelirse“ demiş. Haşmete bak ruha bak, bir deri koltukta tanrıcık olduğunu sananlar.

Meşher ve sergiyi  açış maksatlarını anlatır” ta  cemal ve kemal-i manevisini  iki vecihle müşahade etsin, bir veçhi bizzat nazar-ı dakaik aşinasıyla görsün, diğeri gayrın nazarı ile baksın” Bir insan kendi sanat eserini yaparken tamam olduğu ana kadar onu  bekler, başkalarına gösterir, kemalini tartışır. Sonra bittiğinde kemal bulduğuna inandığında başkalarına göstermek ister. Sanat bu konuda sayısız metinler ortaya koymuş,

Nazar-ı dekaik aşina, incelikleri gören, bir sanat eserinin ayrıntısını gören bir nazar. Sanatcılar bu ayrıntıyı görür ve kendi eserini o gözle bakar.Allah kendi sanat eserlerini inceliklerle yaratmış insanlar anlamasada o kendi eserinin inceliklerine kendi bakar, o  incelikleri görenlere de  gördükleri için muhabbet besler. İyi  okuyucu, iyi seyredici, iyi eleştirmen sanatçının idealidir, onlarla mutlu olur.

Sanat, ilim,fenler,hazineler sahibi bir sultan , eserlerini teşhir etmek ister, buna göre bir teşhirgah , bir büyük kasır , saray yapmak ister. Bir sanat galerisine çevirir, çünkü zaten sanatlı şeyler yapmıştır.Bir galerinin inşası ile bir sarayın inşası , yeryüzünün inşası birbirine benzer. Orada teşhir ettiği şeylere sanatseverler anlasın diye sanat yükler, felsefeciler ve hikmet severler anlasın diye mana ve hikmet yükler, ilim adamları anlasın diye oraya ilim yükler, fen yükler.işte koca dünya ve kainat hikmetle , ilimle , sanatla yapılmış sonra onlardan anlayan insanlar seyirciler yaratmış dünyaya göndermiş ta ki o yüklenilen manaları anlasınlar. Evrenen anlamı bu insanların evrene yüklenen mana ve ilim ve sanatları anlamalarıdır. Sanatçılar, bilim adamları, filozoflar, hakim yani doğunun filozofları varlığın asıl gayeleridir. Onlar sayesinde alemin  Allah’ın yarattığı anlamda manası tavazzuh eder.Görmek , düşünmek, aramak , icad etmek, araştırma yapmak, bakmak bütün bunlar yaratılışın asli gayeleridir. Bunun dışındaki şeyler sadece bir hayal bir geliş gidiştir.

Sarayın sanat , estetik ve hikmet, ilim kuramlarına göre düzenlenmesinden sonra , gelecek olan seyircilerin yaşamaları için nimetlerle doldurulması gerekir.” Sonra her bir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden  en lezizlerini cami sofralar, o sarayda kurdu. Herbir taifeye layık bir sofra tayin etti. Öyle sehavetkarane  ve sanatperverane  bir ziyafet-i amme izhar etti ki , güya herbir sofra , yüz sanayi-i latifenin eserleri ile vücut bulmuş gibi kıymetli hadsiz nimetleri serdi. “Allah nimetlerini hem bol yaratıyor, hem de nimetleri sanatlı yaratıyor, bütün meyve ve zebzeler sanatlı tasarlanmış özel anbalajlarla insanlara sunuluyor. Bu ne kadar misafirine dikkatli ve itinalı davrandığını gösteriyor.

Sultan ve sanatçı tanıtıldı, özellikleri anlatıldı. Eserlerini teşhir etme isteği  açıklandı, sonra eserlerini neden sermek ve teşhir etmek istediğini ortaya koydu. Akabinde eserlerini ve nimetlerini sunacağı, kasrı , sarayı , galeriyi inşa etti. Sonra seyirciler ağırlamak için sanatlı nimetlerini serdi.Onları üç maksad  için oraya kasra saraya ve galeriye davet etti.Özellikle davet etti diyor, evet bir davete çağrılmak ne kadar cazipse insanın dünyaya gelmesi de bir davettir.

Seyir

Tenezzüh

Ziyafet

Seyir  ve tenezzüh ve ziyafet , varlık , dünya, kainat karşısında duran insanın üç önemli eylemi. Bütün dinlerin, hatta beşeri dinlerin, sanatın , felsefenin, mitolojinin, ilimlerin hepsinin yaptıkları bu üç fiilin içinde yerlerini bulabilir. Ziyafeti anlamak zor değil, ama seyir ile tenezzühün farkı nasıl ortaya konacak, sanki  aynı şeyler gibi .

Bediüzzaman tenezzüh, ibret, tefekkür,seyir , seyrangah,temaşa, temaşagah kelimelerini birbirine yakın manalarda kullanır eserlerinde. Ama bunlar ibret için değil de telezzüz ve keyif için kullanılırsa dünya bir eğlence  ve tembellik yerine döner , olumlu ve olumsuz anlamlarını verir. Ama asıl hedefi olumlu anlamlardır. Muhakematta Kur’an’ı tenezzühgaha benzetir.ve gezilirken görülen şeyleri ya çiçeğe ya da gonceye benzetir. Bazı durumlar göncedir açılması gerekir, ama onu açacak kariha ve karizma gerekir, güller ise açmıştır onları da rencide etmeden tefekkür gerekir. Ne kadar derin bir anlam okyanusu .

Zavallı ömürler sıradan , derinliksiz, anlamsız , despot ve kurnaz adamların elinde heba olur gider Necip Fazıl “ bütün bir dünya yalana teslim “ diyor ne kadar doğru .

Kimi insan dünyayı bir telezzüz zevk alma yeri olarak görür, çok az insanlar da ilimlerin geçirdiği verilere göre varlığı seyreder,ibret alır, tefekkür eder. Kitaplar yazar, etkiler ve etkilenir. Bütün düşünce tarihi  bu üç fiil üzerine  okunabilir.

Ahali saraya davet edildikten sonra onların kainat ile evren ile , dünya ile nasıl bir iletişim kuramı gerçekleştireceklerini , neye nasıl bakıp istifade edeceklerini ortaya koymak için  saray sahibi tarafından bir genel sekreter bir Yaver-i Ekrem tayin

edilir. Hani müzelerde seyircilere , galerilerde insanlara eşyaların hakkında bilgi veren uzmanlar gibi . Her eserin mazisini , nereden geldiğini , fonksiyonunların  anlatırlar onlar, insanlar  sayesinde olaylar karşısında ne yapacaklarını neye nasıl tavır alacaklarını öğrenirler.” Sonra bir Yaver-i Ekremine  sarayın hikmetlerini  ve müştemilatının manalarını bildirerek O’nu üstad ve tarif edici tayin etti. Bediüzzaman yaver-i ekrem ironisiyle peygamberlerin görevlerini anlatır.

Onbirinci söz ateizmi yok eder, kainatın anlamını çözer nübüvvet bahsini dramatik bir şekilde anlatır, en etkileyici anlatımlardan biridir. Bir sinema olacak kadar güçlü bir eserdir, bu söz.

Yaveri Ekremin hitap şeklinde seyircilere dedikleri ,görsel bir iman talimidir, görsel bir ibadet öğretimidir, görsel bir hürmet ve merhamet anlamıdır.

Bu şeylerin izharı yani bütün kainatın gösterime açılması , sarayın yapılması  kendini tanıttırmaktır. Güneşin yaratılıp insanın hizmetine verilmesini  anlamı görmemek binlerce yıl güneşe tapmak gibi ahmaklığı netice vermiştir.Allah varlığı insanın nazarına açıyor, bazı batılı düşünürler varlığın yeterince tanrısal iletişimi sağlamadığını söylemişler, halbuki varlığın güzel, fonksiyonel ve kendi dışındakilerle uzlaşmacı bir fizyoloji  ve psikoloji ile yaratılması Allah’ın kendini yeterince insanın nazarını arzettiğini gösterir. Güneş güzelce bize hizmet ediyorsa insan da bu güzel duruş ve varlığı güzelleştiren  güzelin güzel tasarımcısı ve insanın emrine vermesi insanın onu yaratanı tanımasını netice verir.” Kendini size tanıttırmak istiyor, siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız”Güzel hizmet güzel tanımayı gerektirir.

Tezyinat süsleme demektir, süslenen her canlı kendini karşısındakine beğendirmek ve sevdirmek ister. Süsü sevdirmek anlamında yorumlayan Bediüzzaman insanın da bu süsle kendini sevdirene karşı sanatının takdir ederek işlerini istihsan edip yani beğenerek kendini ona sevdirmesi gerekir.Beğeni seyircinin özelliğidir.

Nur talebesi bir sanatçı tipidir, sanatkardır. Bütün sanatçı tiplerinin özellikleri okunsun , Bediüzzaman bir sanatçı bakan gören değerlendiren tavır alan, zarif ve uygun bir insan tipi çizmiştir.Hatta tip değil bir karakter çizmiştir, bu karakter özelliği Bediüzzaman’ın hayatında gözlenir. Seyreder hayran olur  paylaşır, kuşlara , çiçeklere bakması , ibret ve  tenezzüh için dolaşması , bütün eserleri bu ilahi ibretlerin tenezzühü ile doludur.Böyle bir karakter sadece kendisidir,nur talebesi siyasi dedikodular, gündelik bahisler arasında heba olmuştur.Bediüzzaman’ın çizdiği sanatçı karakter bugünün şartlarında ezilir, aşağılanır, çünkü uyanık olmak karakter özelliği değildir, her olayı kendine yontmak karakter özelliği değildir.

Beğeni’ye bakalım. “ En genel anlamı ile güzel ile çirkini birbirinden ayırabilme  yeteneği estetik olanı tanıyabilme , estetik nesneyi seçebilme kabiliyeti, karizması.Belirli sanat ve tabiat nesnelerinden eserlerinden haz alma yeteneği , sanat ve tabiat varlıklarını oluşturan öğeleri saptama  veya bunların belirli  özel niteliklerini ayırt etme yetisi .

Belirli sanat ve tabiat nesnelerinden  haz alma yeteneği (istihsan etme) olarak beğeni (istihsan) tanımlaması daha çok  Davit Hume ile Emmenuel Kant’ın eserlerinde karşımıza çıkar. Estetik tecrübelerin  ve düşüncelerin yerinin beğeni olduğunu öne süren Hume’e göre  bu kabiliyet yalnızca birisinin bu çiçek güzel  diye söyleyebilmesinin  nedenini vermekle kalmayıp beğeni ölçütü mizanı diye adlandırılan  şeyin  tecrübi deneysel temellerini de sağlar.

Kant güzelliğin temelde beğeninin uygulanışı  sırasında deneyimlendiğini  olursa da beğeninin uygun bir şekilde uygulanıp uygulanmadığını  belirleyecek  herhangi bir deneysel  sınamanın  ya da ölçütün mizanın bulunduğunu söylemeye yanaşmaz.

(Bediüzzaman burada beğeninin nasıl müşahhas yorumlarını verir, aklın kaçabilecek noktası yoktur, varlığı izhar kendini gösterme ve insanın bu güzel varlıklara karşı tanıma beğenisini gösterme Kant’ın ve Hume’nin  beğeni konularında görüşleri Bediüzzaman ile transkrite olursa neler olur.Felsefe ve estetik sanat tarihi bölümlerine giremeyen eserler üzülmemek elde mi onbirinci söz evrenin estetik inşası karşısında insanın nasıl bir tavır alması gerektiğini anlatır. Estetik tavrı belirleyen  de tarif edici ve üstaddır, yani peygamberler Bediüzzaman estetik bir peygamber tarifi ve uygulaması verir. )

Kant bir yandan  beğeni yargısının  nesnel bir yargı olmadığının  üzerinde dururken , bir yandan da beğeni yargılarının  insanın mantıksa l  ve nesnel yargılar diye  adlandırdığı  yargılar da dahil olmak üzere  her türden yargıda bulunma yeteneğinin eşsiz  ve temel bir örneği olduğunu ileri sürer. Hume ise bir başka yerde  beğeniyi sanat  ve doğa nesnelerini oluşturan öğeleri saptama yeteneği diye tanımlamaktadır.(FL 188)

Devam ederiz inşallah

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum