Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Maneviyatı istihfaf

Bir tahdis-i nimet olarak ifade etmeliyim ki lise yıllarımızdan beri yoğunlukla hemen her inançtan, her hayat tarzından, her görüşten gençlerle muhatap olduk ve istifade edebildiğimiz, bile bildiğimiz kadarıyla sorularına cevap vermeye çalıştık. Bunlardan başta nefsimiz gibi, gençliğin de elimizdeki hakikatlere ne kadar ihtiyaçları olduğunu yakînen müşahede ettik. 

Nefsim olarak itiraf etmeliyim ki mânevi cihetten en büyük zararı, nefsime (kendime) güvendiğim zamanlar gördüm. "Bana, ya da bir defa ile bir şey olmaz." tuzağı, işin başlangıcı oluyor. Hani "ilk adım" diyoruz ya. İlk adım, daha çok müspet işlerimizde aklımıza gelmesin. lisede çıkardığınız gazetenin adı da 'ilk adım'dı. Her hayırlı faaliyetin bir ilk adımı olduğu gibi" çoküşler" de  ilk adımla veya "Bir defada bana bir şey olamaz." tuzağı ile başlıyor, diye düşünüyorum. "Bugün de biraz geç kılayım." "Bu hafta da derse gitmeyelim. "Bugünkü okumamı da yarın yaparım.' gibi müteradif bahaneli ihmaller birbirini besleyen, hatta tetikleyen devamında "bir defadan çok defaya" evrilebilen tehlikeleri içinde ve yapısında barındırıyor. Onun için, çoğu haram olanın azı da haram kılındığı gibi; haramın başlangıcından da uzak kalınması tavsiye edilmiştir.

Bir defalık bir şey olmaz ya da bana bir şey olmaz, biraz da nefse itimadı da içinde saklıyor. Halbuki nefse itimat veya müsamaha, insanı adım adım onu bahane ile savunmaya ve masum göstermeye götürür. Bazen de insanın mahkemesini felç edip onun önünü, sağını solunu görmesine engel olur, yolunu şaşırtabilir. Hedefte ise hayat-ı ebediyenin berbat edilmesi vardır. Bu yönüyle nefis, gerilmiş bir yay gibidir. Onun bu gerginliğini gevsettiğiniz nispette hedefi şaşırırsınız; gönlünüz bulanıklaşır, iffet, edep, sabır, istikamet üzere olan bakışınız yavaş yavaş kaybolur. Bunlar yerini tembellik, bahanecilik, inat, ihmal, gevşeklik almaya başlar. Demek işe kendimizi, nefsimizi keşiften zaaflarımızı listelemekten başlamak en iyisi. Heybemizin ön cebinde devamlı göz önünde olan eksik, kusur ve ihmalleri bulundurmak; onları düzelttikçe de arka göze atıp hiç görmemek, onlarla fahirlenmemek için izlenecek güzel bir yol olsa gerek.

Bunlardan başlığa insan, ihmale ya da marziyat-ı ilahiyi  imtisalde gevşekliğe, fıska fucura giderken neyi hafif görmüş ya da hafife almış oluyor, bunu anlamaya gelmek istiyorum. Üstad eski dönem eserlerinden "Tülûat ve Hakikat Çekirdeklerinde" insan psikolojisine de işaret eden "Arzu-yu mâsiyet(günah arzusu) imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve  mâneviyatını sarsmadan İSTİHFAF etmeden(hafife almadan) tam ihtiyar ile şerri işlemez." diye şahane bir tespitte bulunuyor. Tam isabet. "İşlediğin günahın küçüklüğüne değil, kime karşı işlediğine bak."diye bir kibar söz var ya onu bana hatırlattı bu tespit. Ayrıca şeytandan sakınmanın onun tuzaklardan arınmanın yollarını gösteren 13. Lem'adaki "Cirmi ve cismi küçük, cürmü ve zulmü büyük ayıp ve zenbi (günahı) azim biçare insan!" hitabı ile "Mesnevi Habbedeki" "Cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme!" tembihi aklıma geldi. Ayrıca bütün bunlar, İkinci Lemada geçen "Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki,"Keşki bu ibadet vazifesi bulunmasaydı." hakikatini de  doğruluyordu. Demek işlenen cürümden ziyade, o cürmü işlediğimizde, bir nevi demiş olduklarımız, satır aralarında fısıldadıklarımız, zımnen kabul ettiklerimiz daha önemli oluyordu. İhmallerimiz tehirlerimiz, cürümlerimizle ne demiş, ne fısıldamış ve gizlenmiş olarak neyi kabul etmiş, bunlarla hangi hükmü imzalamış oluyoruz? Düşündük mü hiç?

Rabb'imiz "Allah'ın koyduğu sınırları koruyun." emrediyor. Biz sınırları aşınca, O'nun koyduğu bu sınırları hafife almış olmuyor muyuz?

Rabb'imiz, "Size verdiğim bu değerli cihazları israf etmeyin, cennet karşılığında bana satın, nefsinize zulmetmeyin." buyuruyor. Biz nefsimize zulmedip başta zaman, diğer değerli cihazları asıl sahibine  satmayınca, O'nun bize olan va'dini değersiz görmüş durumuna düşmüyor muyuz? O'nu ve va'dini hafife almadan yani "mâneviyatını sarsmadan, imanın sadâsını susturmadan" bir insan bu va'di hafife almak neticesini veren bu emir ve hakikatlara kulağın tıkayabilir mi? 

İnsana verilen bu pahalı cihazlar, daha yüksek bir hedef gösteriyor bize. Biz bunları yerli yerinde kullanmayarak, zararlı ve şerli işlerde zayi edince, bunların o kadar da değerli ve daha ulvî gayeler için olmadığını fısıldamış  olmaz mıyız? İşte bu fısıldayış, mâneviyatımıza ve imanımızın sadasına sallanmış bir bıçak darbesidir.

Gözü, kulağı, aklı, dimagı veren, elbette bunları nerede kullanacağımızı da bildirmiştir. Bunları cehennem kapılarını açacak bir surete çevirmek, mâneviyatımızı sarsmadan olmaz. 

Peygamberimiz Aleyhisselam namaz vakti gelince, Allah'ın azameti karşısında tutulur, kimseyi tanımaz olurmuş. Namaz vakti gelince, bırak kimseyi tanımamayı,yeni bir vaktin beklentisi ve telaşı ve huzura kabulün heyecanını yaşayabiliyor muyuz? Yaşamıyorsak,  işte bu 'mâneviyatımızın sarsılmasındandır."

Sevdiğimiz ya da  âşıkı olduğumuz birinden gelen bir mektup ya da hediyeyi saklamada heyacan duyarız ve ona hürmette kusur etmemeye çalışırız. Aynı hürmeti ve heyecanı kâinatın kalbindeki ciddi muhabbet ve aşkın gösterdiği "Mahbub-u Ezeli ve Maşuk-u Lâyezâlinin" bize gönderdiği Kelam-ı Ezeliye muhatap olurken, gösterebiliyor muyuz? Gösteremiyorsak, "imanımız sadasında" bir kısıklık var demektir. 

İbadete olan ihtiyacımızı hissetmiyorsak, kâinatta hiçbir varlığın itiraz etmeden yaptığı fıtrî vazifesine inat, biz fıtratımıza yüklenen ubudiyet vazifemizi hafife almanın bir işareti olan (Allah muhafaza) ihmal edip ya da tehire göndermedeki büyük çirkinliği  cismimize bakıp küçük görüyorsak, bu " mâneviyatımızı hafife almak" demektir.

Mümin bir cennet fabrikasıdır. Niyeti sayesinde dünyayı cennetin bir prova sahnesine çevirebilir. Kâfir de tam tersi cehennem fabrikası gibi çalışır. Yani her iki mahzenin mahsulatını buradan götürüyoruz. Öyleyse ibadetsiz ya da inkârcı bir insan, Cenab-ı Allah'a lisan-ı haliyle meydan okumakta, bir nevi,  "Sen kimsin ki beni cehenneme atacaksın?" demiş olmaktadır. Bu  cüreti de insan ancak "iman sadâsını" susturarak üstlenebilir. Üstad bunu yine Lemaat'ta: "Günahkâr hevaperest, rahat-ı kalbi için, cehennemi istemez; cehennem aleyhindeki her şeyi alkışlıyor; bu arzusuyla gitgide, inkara kadar gider." şeklinde bir tespitle özetliyor.

Evet dostlar, 2. Lem'a bu yönüyle harika bir gözlem ve tahlildir. Her günahın altında gizli bir kayış, kopuş, uzaklaşma saklıdır. Sonra da çaresizlik ve inkâra meyil başlıyor. Küçük bir ihmalinde amirinden azar işiten insan, şeytanın telkini ile sonsuz şefkat ve merhamete sığınmayınca, felaket kapısını kendisine aralıyor ve imanın sadâsını susturup maneviyatını sarsıyor. Bunun hafifi ağırı, büyüğü küçüğü yok. Aman dikkat! 

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum