Kuyrukta Sıradışı Olmak

Kuyrukta Sıradışı Olmak

Cemil KARAKULLUKÇU'nun hikayesi...


Bu akşam eve gitmek için bir ikilem, yok doğrusu üç kararsızlık yaşıyorum; otobüsle mi, trenle mi yoksa dolmuşla mı eve gideyim diye. Dolmuşa karar verirken, ayaklarım dolmuşun yolunu çoktan tutmuştu bile. Her zaman olduğu gibi kuyruk!
Ha kuyruk mu? Kuyruklar kalabalık şehirlerin kaderi olmayadursun, ben kuyruklar aleyhindeki düşüncemi değiştiriyorum. Kuyrukların lehindeyim artık. Kuyrukların öğreticiliğini keşfettim kuyruklara takılıp kalmaktan. Zoraki görgüyü ve zoraki sabrı öğretiyorlar insana kuyruklar. Kuyrukta eşitlik ilkesine herkes saygı duyuyor. Herkes sırası gelinceye kadar kuzu kuzu bekliyor sırasında. Özgürce yapamadığımızı, kuyruklar yaptırıyorlar bize. Ne kadar sağlıklı olduğu tartışılabilir elbette. Ama yine de güzel! Burada herkesin kendi hakkına razı olmasına bakın hele! Bunu başka nerede görebilirsiniz? Eğitimin yapamadığını kuyruklar yapıyor sessizce ve baskısızca. Eksik olmasın kuyruklar!

Neyse ki bu akşam, kuyrukta fazla beklemiyorum. Dolmuşa biniyorum; boş gördüğüm koltuğa, bir gencin yanına oturuyorum. Niyetim kırk dakikalık yolculuğumda elimdeki kitabı yarılamaktı. Açıyorum kitabımı; bir iki sayfa ya okuyorum ya okumuyorum. Yanımdaki genç, "Ne güzel şeyler okuyorsun!" diyerek, yoğunlaşmamı bozarak balıklamasına araya girmez mi? İlkin bozulur gibi oluyorum. Sonra "Hani farkındalığın be adam?" diye içimden sorduğum soruyla rahatlıyorum. Kendimi bırakıyorum. Olup bitenlerin akışını gözlemlemeye karar veriyorum. Nereye varacağını düşünmeden, sırf cevap olsun diye,
"Kitaplardan anlıyor musun?" diye sormuş bulunuyorum.
"Başlıklar gözüme ilişti de..." diyor.
"Öyle mi?"
"Sevgi, özgürlük..." diye ekliyor.
"Öğrenci misin?"
"Yok"
"Mezuniyetiniz?"
"Ben liseden bile mezun olamadım."
"Ne yapıyorsun şimdi?"
"Çalışmıyorum."
“…….   …..”
"Gemilerde çalışıyordum."
"Şimdi?"
"Askerliğime altı ay kaldığı için çıkış alamadım."
"Bu kural mı?"
"Öyle. İltica edermişim."
“……  …..”
"Öyle bir niyetim olsaydı, şimdiye kadar çoktan ederdim."
İçimden bir şey kopar gibi oluyor. Ona doğru, içimi yakarak akıp giden bir şeydi bu. Bir sevgi mi desem, bir acıma mı desem, yoksa bir şefkat mi desem! Yüzüne daha alıcı bir gözle bakıyorum. Acı, acılar çekmiş bir hali vardı. Yüzünde, bu gencecik yaşa yakışmayan çizgiler görüyorum. Sanki yarım asır geçirmiş insanın yüz çizgileriydi. Önünde uzanıp giden karanlık bir geleceğin karşısındaydı. Yüzündeki ışığın ölgünlüğü bu yüzdendi demek. İşte ben, hiç de geleceği yaşamak istemeyen bir gencin yanında oturduğumu fark ediyorum. Onun yansıttığı karamsar tablo, bana da bulaşıyor. Önündeki belki altmış, belki yetmiş, belki seksen yılı ve belki de daha uzun ömrünü düşünüyorum. Ben eriniyorum. Yaşını ikiye katlayan, hatta biraz daha geçen bu yaşıma geldiğime seviniyorum. Öyle ya, engeller çıkacaktı; korkular, üzüntüler, yalnızlıklar, umutsuzluklar, acılar, kıskançlıklar, anlamsızlıklar, kavgalar, amaçsız yarışlar... Yalnız bu genç mi? Bunun gibi yüzlerce, binlerce genç, bir şekilde bilmem daha ne tür engellerin kıskacında boğuşuyor. Sokaktakiler, köprü altındakiler, iş arayanlar, şurada burada sürünenler, bir ekmek parası için yalvaranlar, kapkaç yapanlar, soygun düzenleyenler...
"Acıma duygularım kime yetsin?" diye bir iç çekiyorum.
"Şimdi ne yapıyorsun?" diyorum.
"Şimdi mi?" diyor ve derin bir nefes alıyor. Uzun zaman bir şey demiyor. Öyle ki, bana karşılık vermeyecek diye düşünüyorum.
"Şimdi ağabey, evdeyim. Anlayacağın babamın yanındayım" diyor. Yalnız diyalogu sürdürmek için düşünmeden,
"Güzel" diyorum.
"Güzel mi?" diyerek, benim değerlendirmeme katılmak istemiyor.
Anlaşılan onu rahatsız eden daha çok nedenler vardı. Bir dokun bin işit türünden bir psikolojiyi yaşıyordu. Yüzüne bakamıyorum. Ama eminim ki şimdi kendisinden çok uzak yerlere, belki de ufuk ötesine bakıyor, olmasına asla ihtimal vermediği şeylere dalıyor. Deşmek de istemiyorum. Onu dinlemekten ve dertlerine kulak vermekten çok yorulacağımı tahmin ediyorum. Oysa eve kadar, dolmuştaki insanlara rağmen kitabımla baş başa kendimi dinlemek istiyordum. Duygu ve duyularımla dış dünyam arasına bir perde çekmeyi düşünüyordum. Anlayacağınız en az yarım saat, kalabalık içinde yalnızlığımı yaşamayı amaçlamıştım.
Ama karşımda bir genç var. Patlamak üzere, bir çıban gibi durduğunun farkındayım. Bir cerrahi müdahaleye son derece ihtiyacı olan bir insan... Onu dinlememek demek, onu yüzüstü bırakmak demek değil miydi? Bir görevden kaçmak, düpedüz göz göre göre bir insanı acılarla boğuşmaya terk etmekti. Hasta var karşımda ve ben doktordum şimdi. O acılar içinde kıvranıyor; bense kaçmanın yollarını arıyorum. Duygularımı da bastırıyorum; olur ya beni yumuşatırlar diye. Doktorun hastasını yüzüstü bırakması en azından meslek cinayetiydi. Ne demek acılar çeken hastasından doktorun kaçması? Gözlerimi önümdeki koltuk başlığının baklava dilimi süsüne dikiyorum. Bir baklavanın yapılma aşaması canlandı gözümün önünde. Oradan baklavayı yapan una banmış yumuşacık elleri hayal ediyorum; anneleri, ablaları ve bilmem yavuklularının yolunu bekleyen ve her yerlerinden canlılık fışkıran genç kızları... Yanı başımda, sol tarafımda oturan bir genç var; ama benim ona yakıştırdıklarımın çok çok uzağındadır. Buncacık yaşında yavuklusunu ya da gönlünü çelen bir dilberi hayal etmeli değil miydi? Öyle ama, o şimdi hayat yükünün ağırlığını çekiyor ve o ağırlığın altında iki büklüm duruyor karşımda.
Aracımız kuvvetli bir fren yaptı. Ayakta duranlar benim üzerime düştüler. Elimdeki kitabım yere düştü. Şoför bir küfür savurdu. Sonra "Yoksa ölümüne mi susadın, alçak!"dedi. Döndü, arkasından yolculardan özür diledi. Genç istifini hiç bozmadı; oralı bile olmadı. Düşüncelere dalmıştı çünkü. İçimden, "Onu deşmeliyim" diyorum. İçinde onu rahatsız eden duygusal cerahati boşaltmam gerektiğine iyice inanıyorum. Artık ne acıyor ne de kızıyorum ona. Ona karşı duygularım dengeleniyor. Bir cerrahtım onun karşısında. Cerrah acımazdı; ama şiddet de göstermezdi. Yapılması gerekeni yapardı. Gencin acılarını çekmeye başlıyorum. Ben o oluyorum şimdi. Rahatlatmalıyım onu. Ama nasıl? Nerden başlayacağımı da bilmiyorum. "Olsun" diyorum. Kendi yöntemimi kullanmalıyım, diyorum. 

Gencin tarafına dönüyorum. Beni fark ediyor; o da hemen dönüyor. Benden yardım diler gibi bir hali gözlüyorum üzerinde. Soruyorum:
“Ailem ne yapıyor?”
“Babam taksi şoförüdür”
“Eviniz var mı?”
“Evimiz var”
“Askere gidene dek dinlen öyleyse”
“Babam çalışmıyorum diye bana çok kızıyor; benimle konuşmuyor.”
“……………  ……………”
“Çalışmak istemiyor muyum sanıyor? Oysa çalışmayı çok istiyorum. Ama iş bulamıyorum. Ne yapayım?”
“………  ……….”
“Ben gemilerde üç yıldan beri çok ezildim. Köle gibiydim orada. Babamın evinde, o köleliği çoktan arar oldum. 
“Boğaz tokluğuna da mı iş yok”
“İnan bana ağabey, iş yok. Pazarcı arkadaşım var, zaman harcamak için bazen onun yanına takılıyorum, anlayacağın ona yardım ediyorum.”
“Baban sana iş bulsun öyleyse”
“Nerde o? Yüzüne bakan bin parça olur. Görmek istemiyor beni. Ne yapayım, ben de ona fazla görünmek istemiyorum. Babam evde olmadığı zamanları kolluyorum. Eve gidişim böyle olur işte.”
“…………..”
“Bu yaşıma dek sevgi nedir bilmedim.”
Bunu söyleyince, sesi kısılır gibi oldu. Göz ucuyla gözlerinin buğulandığını görüyorum. Yine bir yerlere dalıyor; ben de dalıyorum.
İnanın bana, şimdi karşımda öksüz birini görüyorum. Öksüz, sevgiden mahrum olan değil mi sanki? Bu genç bir sevgi yoksuluydu işte. Askerlik çağında biri, yani bu genç sevgisizden yakınıyordu karşımda. Ailesinin ona sevgi vermediğinden şikâyet ediyordu. Sevgisiz gelmişti bu zamana dek.  İş bulamıyor diye bir babanın çocuğuna küsmesi, sevgisizliğin bir göstergesi değil miydi?
Sevgiyi vermede neden cimrilik eder bu insanlar? 
Hani anne ya da baba sevginin karşılıksız olan şefkate sahipti ya! Çocuklarının üstünlükleriyle haz duymaya yaratılıştan meyilliydi ya! Öyleyse, ne oluyor anne-babalara? Var olanı nasıl yitirmiş olduk, ne kadar yozlaştık? Sevgiyi içimizden koparıp attık, hiçbir izi bırakmamacasına adeta içimizden kazıdık işte. Sevgisiz insanlar yaşayan ölülerdir oysa. Cenazeler geziniyor aramızda.
Bir ölü ile yan yana oturduğuma inanmaya başlıyorum. Yanımdaki genç yaşamıyor artık. Ama bütün beden dili, dirilmek istediğinin deliliydi. Evet, ölgün bir ışık gibi de olsa, bir istek görüyorum içinde. Karanlıklara boğulan bir ışıktı bu. Ama ne olursa olsun, bir ümit ışığıydı. “Ümidi, yaşama ümidini yeşertmeliyim içinde” diye düşünüyorum. “Bu genç yaşadığına, az da olsa, bir hayat belirtisi üzerinde olduğuna göre, bu ışığı beslemek zor olmaz” diye içimden geçiriyorum.
Ben bu gencin hayata bir anlam katması yönünde bir şeyler yapmayı düşüne durayım, bir babanın çaresiz ciğerparesine karşı olan tutumu kafama takılıyor. Anlaşılan o baba da sevgi görmedi hayatında. Sevgiyi görmeyen, başkasına sevgi tattıramazdı elbet. Zincirlemeli yol bulan sevgisizlikler, çığ gibi büyüyor toplumumuzda. Orada, burada ve bilmem nerelerde bireylere değil yalnızca, sevgisiz birey kümelerine rastlıyoruz. Sevgisizlik sinmiş hayatın her zerresine, her hal ve hareketine. Bakışlarda sevgisizlik, yürüyüşlerde sevgisizlik, oturuşlarda sevgisizlik, konuşmalarda sevgisizlik, okumalarda sevgisizlik, aşklarda sevgisizlik, evlenmelerde sevgisizlik, gülüşlerde sevgisizlik ve sokaklarda, caddelerde, toplantılarda, her yerde sevgisizlik akıyor. Sevgiyi küstürdük. Ana ya da baba, karşılıksız sevginin kaynağıydı oysa; o kaynağı da kuruttuk.
Yanımdaki genç yaşamıyor ya da yaşayan ölü kümelerinin bir üyesi olarak gezen bir cenaze. Evet, hiç kem küm etmeye gerek yok; sevgiye doymayan, yaşayamaz sevgiyi doyasıya. Kaç saniye içinde bunları aklımdan geçirdiğimi bilmiyorum. Bildiğim bir şey var; o da sevgisiz insanlarla kuşatılmış olduğum.
Gencin tarafına dönerek, ilk neşterimi vurmak istiyorum:
“Acılar, kimi zaman dirilticidir.”
Yüzüme, gözlerimin içine bakıyor. Yüz çizgilerimi okur gibi oluyor. Cevap vermiyor; ama benim ne söylemek istediğimi yine gözlerimin içine bakan gözlerinden okuyorum. Gözlerinde bir canlılık belirdi şimdi, yüzünde bir ışık. Vücudunun gevşediğini hissediyorum. Bir kez daha bakıyor gözlerimin içine. “Gözlerimden oku beni” diyordu bana sanki. Gözleriyle teşekkür ediyordu. Daha ilk neşterin yaptığına bakın! Gencin bu hızlı değişimine ben de anlam veremiyorum. Acıyı göğüslemek güç veriyor insana demek.
“Acıların insana sağladığını, rahatlık sağlayamaz. Bulunduğunuz bu şartlarda, kendiniz şanslı saysanız ne kaybınız olur? “ diyorum.
“İnanır mısınız, olup bitenden bir şey diyemem; ama şimdi bende bir değişikliğin olduğu kesin.”
“Acı da olsa tatlı da olsa, içinde olduğumuz bu durum, hayatımızın bir kesiti, kendimizin bir parçası. Onu reddetmeye kalkışırsak, kendimizi yok saymış oluruz. Acılarla karşı karşıya olduğunuz besbelli. Ama sende diğer gençlerde olmayan bir başkalık görüyorum. Hayatı anlama, kendini yakından tanıma gibi bir istek ya da bir savaş… Sen güçlüsün; göğüsle bu zorlukları! Göreceksin, hafifleyecekler. Bahtın açılacak. Bunu denemende hiçbir risk yok.”
“Aklıma yatıyor. Benden çok daha kötüleri var ya.”
“Basit, ama anlamlı bir değerlendirme. Acılar ve zorluklardan korkma! Acılarını sev, onları içinde bir yerlerde saklamasını bil ve ileriye bak. Onlar sana hız kazandıracak. İnan buna, kapalı kapılar açılacak!”
Cevap vermedi. Sözlü ifadeye de gerek yoktu. Teşekkürünü, rahatladığını göstererek ediyordu zaten.
“Böyle nereye gidiyorsun şimdi?”
“Halama niyetlenmiştim, içimdeki taş ağırlığını dağıtayım diye. Öyle sanıyorum ki, buna da ihtiyaç kalmayacak.”
Genç, benim gideceğim yolun yarısında iniyor. Ayrılırken gözleriyle teşekkür etmeyi unutmuyor. Arabadan iniyor, biz yolumuza devam ediyoruz.
Benim aklım hala gençte kalıyor.