KİM DEMİŞ İNSANA CEMRE DÜŞMEZMİŞ!

KİM DEMİŞ İNSANA CEMRE DÜŞMEZMİŞ!

Cemil KARAKULLUKÇU

    KİM DEMİŞ İNSANA CEMRE DÜŞMEZMİŞ!

Cemil KARAKULLUKÇU

 

Birinci dersten sonra, dinlenmek için girdiği öğretmenler odasında kendisinden başkası yoktu. Bir tur attı. Eliyle çektiği gıcırdayan sandalyeye yorgunmuş gibi oturdu. Açık olan pencereden bakınca, karşı yamacın manzarasına gözleri dalıverdi. Yeni bir şeyin farkına varmış gibi gözleri irileşti. Kendi kendine "Bu da ne!" dedi. Dün değilse de, bir-iki gün öncesine kadar böyle bir şeyi görmediği kesindi. Daha Şubat’ın ortasını sadece bir gün geçmişti. Yamacın aşağısında, yukarısında ve bir de denizden yana olan tarafında tam üç ağacın üzerine kar yağmış gibiydi. Cemre toprağa çoktan düşmüştü demek. Yamaçta, ilk bakışta üçgen oluşturan bu üç ağaç baharın geliş müjdesini veriyordu, irileşen gözlerindeki sevinç, yüzüne de yansımıştı. "Hey!" diye narasını atacağı anda, kapının gıcırtısı ile yüzündeki bahar coşkusu uçuverdi. Sanki kış geri dönmüştü. İçeri giren bir öğretmendi oysa; romantik bile olsa bu tatlı ruh halinden birden uzaklaşmasını istemiyordu besbelli. İçinde oluşan soğuk havayı dışa vurmamaya çalışırken, sandalye gıcırtıları içinde oturmaya uğraşan öğretmene, gülümseyerek "Merhaba!" dedi. İçeri giren öğretmenin alnından kulaklarına kadar uzanan yüzündeki kızarıklığı fark etti. "Hayrola!" dedi. "Y ine o sınıf !" diye cevap verdi. Daha irdeleyecekti, ama içeriye öğrenciler doluştu.

Teneffüslerdeki öğrenci gürültüleri ona bir melodi gibi geliyordu. Dışarıya, açık olan kapıdan koridora kulak verdi. Gürültüler ve sesler birbirine karışmıştı. Canı sıkkın öğretmen arkadaşı orada, yanlış anlamasına meydan verme ihtimali de olmasaydı, tebessümünün belirtileri yüzünde apaçık görülecekti. Ve müstahdem, bahçeye açılan kapının eşiğinde zili çalmağa başladı. Koridor daha bir gürültülü oldu. Sesler daha bir uğultuya dönüştü. Ama büyük bir kalabalığın dua uğultusu gibi geliyordu ona.

Derse giriş zili çalmadan, ders planlarını, işleyeceği Türkçe dersinde konuyla ilgili birkaç kitabı koltuğuna sıkıştırarak kalktı. Koridora çıkınca koşuşan birkaç öğrenci gözüne ilişti. Gireceği sınıfının kapısı kapalıydı, içerden gürültü gelmiyordu. Kapıyı yavaşça açtı. Sınıf başkanı kürsünün yanı başındaydı. İçeri girince, sınıf ayağa kalktı. Kürsüye yakın bir yerde, sınıfı kolaçan edip hafifçe

gülümseyerek, eliyle oturmalarını işaret etti. Sınıf tamdı. Yoklama defterine yalnız imza atmakla yetindi.

Dersin konusu "Köy Öğretmenleri" adlı bir şiirdi. Önce şiiri sınıfın yarısına yakın öğrenciye okuttu; içindeki kelimelerin anlamlarını öğrencilere sordu. Anlamını veren öğrenciye bir de cümle içinde kullandırıyordu. Sınıf oldukça sessizdi, şiire de bir hayli ilgi duymuştu. Köy öğretmeninin zorluklarından ve öğretmenliğin kutsallığından söz ediyordu. Arka sıralardan, sonradan isminin Ali olduğunu öğrendiği bir öğrenci, tuhaf ses çıkararak sessizliği bozdu; ya da ona öyle geldi. O tarafa baktı. Boyu hayli kısa, tıknaz, ama kart görünümlü, biraz da sınıfın düzeyine göre yaşı geçmiş bir öğrenciydi. Yanına yaklaştı. Münasebetsizliğinin nedenini sordu. İstifini hiç bozmadan, öyle bir münasebetsizlik yapmadığını söyledi.

Sınıfın karşısında onunla tartışmağa girmek istemedi. Dışarı çıkmasını, kendisini beklemesini söyledi. Ali önce direnmek istedi. Öğretmeninin kararlı tavrını görünce, ne düşündü ise, çok yavaş bir şekilde kapıyı açtı, sınıftan dışarı çıktı.

Ders, hiçbir şey olmamış gibi devam etti.

Zil çaldı. Ali kapıda, öğretmenini bekliyordu. "Gel!" dedi Ali'ye. Onu öğretmenler odasına götürdü. Bereket versin, o teneffüste öğretmenler odasına gelen öğretmen olmadı. Ali bir ruh gibiydi. Aldırmaz bir tavır içindeydi. Elleri arkada, ya tavana ya da duvarlara bakıyordu. Öğretmeniyle göz göze gelmeye niyeti yoktu. Ali'ye oturmasını söyledi. "Ben ayakta da dururum." dedi. Öğretmeninin ısrarı karşısında, isteksizce gıcırdayan sandalyeye, hemen kalkacak bir pozisyonda, neyse ki oturdu. Ali şimdi birbirine geçirdiği parmaklarına bakıyordu. Aklından neler geçirdiği belli değildi; ama ne düşünüyorsa, hepsine birden "Ya sabır!" çekiyordu herhalde.

"Senin bir zorun mu var?" dedi. Çok rahat, bir de önemsemez bir tavır içinde "Yook! Bir zorum olmadığı gibi bir münasebetsizlik de yapmadım." diyerek, önceki sözünü ısrarla sürdürüyordu. Ne özür dileyeceği vardı ne de yumuşayacağı. Anlaşılan ne o Ali'yi anlıyordu, ne de Ali onu. İkisi de anlaşamadıkları dilden konuşuyordu. İkisinin de duygulan körelmişti sanki. Ama öğretmen tez toparladı kendini. Ne de olsa güngörmüştü. Onun anlayacağı dilden konuşmaya karar verdi. Böylesi bir iletişimsizliğin doğuracağı gerilimin hangi boyutlara varacağını kestirmek zordu; ama iyi bir sonuç doğurmayacağı ise kesindi. Alttan almak ona düşmüştü. Bu ne bir yenilgiydi ne de hedefe ulaşmada geri bir adımdı. Tam aksine bir insan ruhuna inmenin akılcı bir manevrasıydı. "O halde ben yanlış mı algıladım?" dedi. Ali'nin "Evet siz yanlış gördünüz" demesi üzerine, ona güven verecek bir şekilde gülümsedi. Ali ile ancak şimdi göz göze geldi. Gülümsemesinden mi, göz göze gelmesinden mi her nedense Ali'de bir gevşeme belirdi. Kararlı ve vurgulu cümlelerle geçen yılın bir hatırasını anlatmağa başladı. Fen bilgisi öğretmeni her nasılsa ona kafayı takmışmış. Yazılı sınavda ne kadar iyi yapmış olsa da on üzerinden ikiden fazla not alamıyormuş. Öğretmeninin ona kafayı taktığına ve ona haksızlık ettiğine iyice inanmıştı. Sonunda bütünlemeye kaldı. Öğretmenine inat bütünlemenin sınavına katılmadı ve sınıfta kaldı. Eğer disipline verilmeye kalkışılırsa, okulu terk edeceğini ve öğretmenlerle hesaplaşacağını söylüyordu. Bir anlamda tehdit savuruyordu.

İçinden "Çattım belaya" dedi. Oysaki o, Ali hakkında asla kötülük düşünmüyordu ve düşünemezdi. Ama Ali'nin bu olumsuz tavrının arkasındaki bilmeceyi de yavaş yavaş çözümlüyordu. Ali'nin birkaç olaydan duyguları yaralandığı açıktı. Ama oracıkta tamamen açığa çıkması henüz erkendi. Zamana bırakılsa daha iyi olurdu. Yine de nasihat yollu bir şeyler söyledi. Ali dinler görünse de oralı olmadığı belliydi. "Disiplin Kuruluna vermiyorum ama, seni gözleyeceğim."dedi. "Ben de sizi" diyerek, karşılığını çok çabuk verdi.

Zafer kazanmış bir pozisyon içinde ayağa kalktı; emin adımlarla kapıya yöneldi; soğukkanlılıkla kapıyı açtı ve dışarı çıktı.

Öğretmen derin bir nefes aldı. Yaman bir cevizdi Ali. "Toprağa düşen cemre Ali'nin duygularına hiç uğramamış" dedi kendi kendine. Gülümsedi. Hakkında çok temiz duygular beslediği, kılına bile bir zarar gelmesini asla istemediği karşısındaki, sadece yedinci sınıf öğrencisiydi. Düşündü. Onu bu dik başlılığa, duygu yoksunluğuna, bunun sonucunda duyarsızlığa iten birçok sebepler olmalıydı. Bunlar belki öğrencilik, belki çocukluk, belki bebeklik ve belki de doğmadan önceki dönemlerine kadar uzanabilirdi. Kim bilir, her dönemde kazandığı bir sürü alışkanlıkları ve bir o kadar da kompleksleri vardı. Buna göre, erginlik çağının verdiği hassasiyetle kendisini haklı görmesi normaldi. Ona duygu kontrolünü öğreten var mıydı sanki? Duygunun ne olduğunu, akılla barışık hale gelmeyen duyguların ne tür ölçüsüzlüklere insanı sürükleyeceğini hatırlatma kabilinden bile olsa söyleyen var mıydı? Bütün bunları düşüne dursun, Ali'nin durumu hakkında idareden bilgi edinmeyi aklına getirdi. Geçen yıldan da problemli olduğunu söylediler. Üstelik resmi olmayan bir evliliği de vardı.

Bilmecenin püf noktası çözülmeye başladı. Ne denli ölçüsüzlükler sergilemiş olsa da, Ali'ye hak vermiyor değildi. Aslında kişiliği olan biriydi; iç dünyasına giren birileri olmadı bu zamana dek. Belki de sorunlarıyla ne ailesi ne de okulu ilgilenmişti. Ama o, riskli de olsa, kendi yöntemleriyle hayat mücadelesini sürdürüyordu. Ali gibi tek başına sorunlarıyla baş etmeye çalışan nice yetenekli gençler vardı. Bunları düşünürken sadece saatler değil, günler ve haftalar geçiyordu. Bu süre içinde, ders ve ders dışında, Ali ile göz göze geldiğini hatırlamıyordu. Aslında Ali ile arasında geçen olayı çoktan unutmuştu.

İkinci ya da üçüncü Türkçe yazılı sınavını yapmıştı. Her yazılıda olduğu gibi bu yazılıda da ilk üç dereceye girenleri, sözlü da olsa, ödüllendirmesi gerekirdi. Notlar sınav kâğıtlarından okunacaktı. Kimin ne aldığını bilmiyordu. Notlar okununca, en yüksek notu Ali'nin aldığı ortaya çıktı. Ali'yi sınıfın huzurunda tebrik etti. Oysa bu sınava dek on üzerinden üçten çok almış değildi. Şimdi ise tam sekiz alıyordu. Ali'nin gözleri parladı. Sevinci her halinden belliydi. Ali'nin bu başarısına o da çok sevinmişti.

Ali gerçekten öğretmenini denemişti. Sınavdan geçen aslında öğretmeniydi. Bereket versin, öğretmeni de sınavında onun kadar başarılı olmuştu. Bu durum ikisinin de hoşuna gitmişti. Ali'nin bu kararlılığı, muhatabını kontrol etmedeki yöntemi doğrusu hoşuna gitmişti. Karakter ve kişiliği onun gözünde çok daha değer kazanmıştı. Bu olumlu havayı, Ali ile yüz yüze konuşarak pekiştirmeyi çok istiyordu. Bu fırsatı yakalamak için gayret ettiği günlerde Ali'yi görmez oldu. Onu öğrencilerden sordu. Bir daha okula gelmeyeceğini söylediler. Vurulmuşa döndü sanki. Sahiden bir daha okula gelmeyecek miydi? Ne yazık ki, hep olumsuz cevap alıyordu. İçinden "Acaba buna ben mi sebep oldum?" diyordu. Ali gerçekten onun için bir kapalı kutuydu; onu açmayı çok istiyordu. Onunla ilgili tespit ettiği karakter çizgilerini, karşılıklı konuşarak bizzat görmek istiyordu. Ona yardım etmek, sıkıntılarını paylaşmak, onunla dost olmak istiyordu. Bu fırsatı kaçırdığına, bir daha onunla karşılaşmayacağına için için üzülüyordu.

Ali'yi günlerce düşündü durdu. Onu görmemiş olması gittikçe ona batıyordu. Ona daha sıcak, ona karşı zaten var olan güzel duygularını açığa vurarak daha içten davranamaz mıydı? Ali dik başlıymış, duyarsız bir çocukmuş! Hayatın bunca saldırılarına karşı ona dayanma gücünü aşılayan, onları savdırma becerisini kazandıran, bunca zorlukların hayatın bir parçası olduğunu belleten, hayat akışı içinde duygularına, iç dünyasına ve yeteneklerine uygun bir kişilik kazanmasına çalışanı var mıydı Ali’nin sanki? Ali hayatın bu gerçekleriyle kendi yöntemleriyle yüzleşiyordu yalnız başına. Henüz daha çocuktu. Deneyimleri ise, delidoluca ve duygusal davranışları arasında hemen buharlaşıveriyordu. Neyi, nasıl, ne zaman, kime karşı ve hangi dozajda gündeme getireceğini nereden bilebilirdi? Aklın yolu birdi; ama Ali'nin şartlarında olan biri için böyle değildi. Ali'yi uygunsuz davranışlara sürükleyen sebepler çoktu ve üstelik bütün bunlar onun dışında oluşmuştu. Ona ailesi mi yardım etmişti, okul mu bir şeyler kazandırmıştı, çevresi ne kadar ona dost olabilmişti; ruhuna öğretmenleri ne dereceye kadar inebilmişti? Çok kısır bir ortamda yetiştiği belliydi. Bu yetmemiş gibi henüz kendini bulamadığı bir çağda bir de evliliği yüklemişlerdi sırtına. Okumak, kendini yetiştirmek için her güçlüğe göğüs germek, ikinci ve belki de sonuncu sıradaydı Ali için. Hayatı devam ettirmek noktasında yaşını aşan başka yükümlülüklerle karşı karşıyaydı çünkü. Okul bunlar için bir basamak bile sayılmıyordu. Şartlar onu başka tarafa çekiyordu. Hayatın içine birçok aşamalardan sonra gireceği yerde balıklamasına atlamıştı. İşte bu şartlarda, duygularını, iradesini ve aklını geliştiren kültür olgusuna, önceliklerinin arasına katıp yeterince önem vermesine imkân bulamazdı elbette.

Ali bu haliyle sorumsuzca çalışan kurumların, yani ailesinin, okulunun ve az da olsa çevresinin sorumsuz çocuğuydu. Kendisine öğretilmeyen bir davranış biçimini nasıl sergileyebilirdi? Ali tam bir eğitim öksüzüydü. Ama sıcak bir ilgiye, şefkatli bir ele, tatlı bir sohbete son derece muhtaçtı. O erken büyüyen daha doğrusu zoraki büyüyen bir çocuktu. Toplumumuzda çocukların kaderiydi bu. Ama bunda sosyal kurumların hiç mi günahı yoktu? Yok yok, Ali fazla günahı olmayan bir çocuktu sadece.

O Ali için bunları düşüne dursun, "Hayır! Daha sıcak davranabilirdim!”diye söylenerek, onu görmeden geçirdiği günlerde olup bitenlerden kendini sorumlu tutuyordu. " Çaresiz bir çocuktu" diyordu sürekli. Dik başlılığı, nereye varırsa varsın anlamındaki tutumu, boş vermişliği ve biraz da saygısızlığı, içindeki boşluğun ve çevresinden beklentilerinin bir dışa vurumuydu. "Ona el, hem çok sıcak ve şefkatli bir el uzatılmalı değil miydi?" şeklinde suçlayıcı sorusu içinde fırtınalar kopartıyordu. Ali'nin okuldan ayrılışının sebep olacağı sonuçlardan kendini sorumlu tutuyordu. Şefkatli bir el ona uzatılsaydı, eğitim ve öğretimini sürdürebilirdi, kendisi ve çevresi hakkında bilgi edinirdi de hayatı baştanbaşa değişiverirdi belki. Geçmiş acıları ve sıkıntıları ise, iyi bir deneyim ve güç kaynağı olurdu. Sınıfa girdiğinde Ali gözünün önünde canlanıyordu hep; hayatında büyük bir eksiklik oluşturmuştu. Ali uykusunu bölmüştü. Ali ile ilgili kuşkuları içinde gittikçe büyüyen bir yumak olmuştu.

Günler geçiyordu. Zamansa olup bitenlerin gizemini açığa vurandı. “Dağ dağa kavuşmaz ama insan insana kavuşur" deyimini ne de güzel yerinde söylemişler.

Günler sonra Ali ile şehrin yüzde altmış meyilli yokuşunda karşılaştı. Ali öğretmenini görünce, elinde ne varsa olduğu gibi yere bıraktı; "Vay Hocam!" diyerek, elinden öpmek istedi. Ama o Ali'yi bağrına basmayı uygun gördü. Bütün içtenliğiyle onu kucakladı. "Nerdesin be Ali?" dedi. "Hocam! Medeni halimi biliyorsunuz" diye karşılık verdi. Okulda yayılır korkusuyla ayrılmak zorunda kaldığını söyledi. "İnanır mısın, siz okuldan ayrılalı beri kendime çok kızdım" dedi. " Hayır! Siz unutamayacağım hocamsınız" diyerek, sık sık onunla görüşmek istediğini söyledi.

O ve Ali bu ayaküstü buluşmada, ancak şimdi anlaşacakları dili konuşmağa başlayabildiler. Birbirlerine henüz ısınmışlardı. Ali'deki eski soğukluk ve tutukluk gitmişti; vücudunu sıcak bir bahar havası kaplamıştı. Kim demiş, insana cemre düşmezmiş? Onun duygularına da düşen bir şey olmuştu işte. Ali, eskisi değildi artık. Öğretmeni de rahatlamıştı

Bir daha buluşmamış olsalar bile hep barışık, birbirini anlayan iki dost olarak kalacaklardı.