Kendimle buluşmaya gidiyorum

Kendimle buluşmaya gidiyorum

Cemil Karakullukçu’nun yazısı...

Cemil Karakullukçu’nun yazısı:

Kendimle buluşmaya gidiyorum

Arkadaşına doğru eğildi. Kulağına, onun işiteceği kadar "Kendimle buluşmaya gidiyorum" dedi. Orada bulunanlardan özür diledi. Gitmesi gerektiğini söyledi.
Kalabalıklar ruhuna pek ağır gelirmiş.

Değişik dünyaların oluşturduğu kalabalıklar ya da dünyalar topluluğu... İnsan birey olma noktasında dünyaya bedel ya; bu yüzden insanlar kümesine galaksiler topluluğu da diyebiliriz. Dersek ne olur? İnsan bir galaksiden daha çok anlam ifade etmez mi? Ha insan ha galaksi? Yok yok, insan galaksiyle değişmez kendini.
Her ne ise...

Topu topu on kişiydiler. Her biri birer dünya, birer galaksi... "Kendim" dediği de onlardan biriydi. Beriki bir gözlemciydi. "Kendim" dediği bir dünyanın gözlemcisi… Beriki Bu'ydu, O'ndan ayrılmıyordu hiç. Ya da ikisi birdi, bir dünya, bir galaksiydi. Bu en zor durumlarda O'na yar oluyordu. O Bu'nsuz, Bu da O'nsuz olamazdı zaten. Anlayacağınız uyumlu bir ikiliydi. O'na mı, yoksa Bu'na mı ağır geliyordu kalabalıklar, o da pek net değildi.

İnanır mısınız, O, seslerden, konuşmalardan, hatta ateşli nutuklardan çok, tavırlardan anlardı. Kelimelerin arkasındaki niyetler, gözlerin ifade ettiği anlamlar var; ama yine de gözlerin arkasındakiler, kafanın içindekiler daha çok ilgisini çekerdi. Onları, beynin içinden gelip geçenleri anlamaya çalışırdı hep. Oysaki insanın objektif olması gerekmez miydi? Söylenenlere bakılmalı değil miydi? O'na göre, çevrede dolaşanların büyük çoğunluğundan çıkan sözler doğru değildi; yalnızca dudak arasından çıkan gelişigüzel seslerdi. Doğru olmayanları bile bile dinlemek, hele onlara otomat türü kafa sallamak hiç işine gelmiyordu.
Ne garip insanlar varmış! İçi kan ağlayanlar gülebiliyor, fıkırdayanlar ağlayabiliyor. Söylemlere bakılmalıymış! Hukukta böyle olabilir belki. Aksine hapishaneler dolup taşardı. Toplum bir karışıklığı, kaosu yaşardı o zaman. Doğrusu suç eylemdi, hayaller değil. Bu doğru.

Ya içi dışı bir olmayanlara ne demeli? Neden insanlar oldukları gibi görünmüyorlar? Söyledikleri gibi olmuyorlar? Bir yüzü beyaz, diğer yüzü siyah bir bez parçasına dönmüş insanlar! Biraz dikkatlice baksanız, beyaz görünen yüzün arkasındaki siyah yüzü görmekte zorlanmayacaksınız.

O'na sorsanız, orada olanların sayısı yalnızca on değildi; belki yirmiydiler, belki daha çoktu. Bir anda birkaç yüz sergileyen niceleri var. Benlikleri parçalanmış bunların; parçalanmış benliklerin her birinin birer bireyleri dolaşır aramızda, canları hangisini isterse, onlardan biriyle temsil ederler kendilerini. O'na göre en az yirmi birey olan kalabalığın içinde canı oldukça sıkılmıştı. Tekli koltukta olmasaydı, yanındakine dayanma zorunda kalırdı kuşkusuz; yanında biri olmasaydı, yana, sağ yanına düşebilirdi mesela. Allah'ı var, tekli koltukta rahattı. Koltuğun kolluklarına iki dirseğini destek yapmıştı. Sağlam dursun diye, dirseklerini öyle bastırıyordu ki, dirsek uçları sızım sızım sızlıyordu. Uyumlu ikiliden, Bu mu, yoksa O mu sızıyı hissetmişti? Belki de her ikisi.

Bu O'nun gözlemcisi ya, fazla acı çektirmek istemiyordu O'na. O’nu uzaklara götürüp acısını dindirebilir ya da uzaklaştırabilirdi. En kritik durumlarda yaptığı buydu zaten.
Aslında acıdan dolayı değildi bu. Biliyordu ki, her acı, bir doğruyu, bir gerçeği gösterirdi. Belki de gerçeğe giden yolun en kestirmesi acıydı, acılardı. Acı duyanda bir derinlik, bir zenginlik, çıkarlardan el etek çekmiş bir hal var. Uzaklara bakar, uzaklar ilgisini çeker hep; acı çekenin gözlerinde daha başka bir doymuşluk var. Açlığını burnunun dibinde değil de, daha daha uzaklarda gidermeyi yeğler kendine. Acıyı tadan daha bir duygu zengini, daha bir sevgi dolu, daha bir bütünsel benliğe sahip…

Bu O'nun da vardığı bir sonuçtu. Acılar gerçeği bulmada bir fırsattı her şeyden önce. Gerçeğe ulaşma zamanlarıydı acılar. Güneş doğmuştu. Gün ışıtacaktı, aydınlık olacaktı. Acı O'nun güneşiydi. Her an gündüze çıkabilirdi.
İşte bu nedenledir ki, fırsatı kaçırmak istemedi. Daha çok acı çekmesini istemediği bu yüzden. Yoksa Bu da biliyordu ki, acılar acılara merhem.

Evet, "Kendimle buluşmaya gidiyorum" dedi fısıltılı bir sesle arkadaşına. Doğrusu, arkadaşı bu sözden hiç bir şey anlamadı. Yine de, "Hay hay!" dedi. Ayağa kalktı. Diğerleri ise bir şey söylemeye fırsat bulamadan, O çoktan dışarı çıkmıştı.
Apartmanın beş kat merdivenini inip de, sokağa adımını attığında derin bir nefes aldı. Sokağın sapa bir yerde oluşuna, gelip geçenlerin olmayışına, bir de sessizliğine sevinmişti. İçinden "garip!" dedi. O'nun sesi miydi, yoksa Bu'nun mu? Ama biri gülümsüyordu bunlardan. Bu'ydu herhalde. Biraz garip, biraz da sırlı bir gülümseyişti bu. Alaycı bir gülüş değildi hele. O'nun çektiğine ve duyduğu acılara karşılık bunu yapamazdı. Dostun "gül"ü gibi acıtırdı yüzünü, yara açardı, belki de içini kanatırdı. Bu, O'nu anlıyordu. Anlamasaydı alıp çıkar mıydı hiç o ekşi ve çürük kokulu ortamdan.

Bir an ne tarafa gideceğini bilemedi. Doğuya mı yoksa Batıya mı? Ne taraftan gelmişlerdi? "Yahu, kaybolmadığına şükret bugüne dek!" dedi duyulacak bir sesle. Düşündü. "Güneş doğudan doğar" diyerek, yolun hafif iniş olan yönüne daldı. Her zaman olduğu gibi, hızlı yürüyüşe geçmişti.
İyi ki, sokakta kimseler yoktu. Sokak lambalarının ölgün ışıkları işine yarıyordu. Işık kendisiyle buluşmaya engeldi. Bu nedenle, çatallaşan yolun tam ortasına gelince, nereye çıkacağını bilmediği halde, hiç düşünmeden daha karanlık olan sokağa dalmıştı. Çöpleri karıştıran sokak kedilerinden başka kimseler yoktu etrafta. Kendisinden tedirgin kedilere, "Korkmayın benden, kaçırmayın keyfinizi!" diyerek, kendisinin o kadar vahşi biri olmadığını söylüyordu. "Öyle değil mi?" diyordu kendisine. Onay bekliyordu kendisinden. Başkasına zarar veremezdi zaten. Ama nedense yanlış anlaşılıyordu hep. Bir kusuru, varsa yoksa buydu. Bu da, başkasını yanıltmak anlamına gelmiyor muydu? "O kadar da temize çıkarma kendini!"diyerek, beriki söze karıştı, karışmak zorunda kaldı:

"Ne yani, sen hep masum, diğerleri hep suçlu, öyle mi? Olmaz böyle bir şey. İçin cifit çarşısı olsun, sen yine de kuzu postuna bürün! Ne demek, ben vahşi değilim? Bal gibi vahşisin işte! Kafaların içini okuyormuşsun. Ulan beyinlerden geçenden, hayallerin bilmem hangi uzantısında ve ne menem köşesinde kalan kırıntılardan sana ne? Sen kendi içine baksana! Bak bak, iyi bak! Bak ki, başkalarının da senin gibi bir yaratık olduklarını görebilesin; onların da senin hakkına sahip olduklarını kavrayabilesin. İçinde canavarlar boğuşuyor. Öyle olmasaydı, kediler bile senden kuşkulanmazlardı. Bir de "masumum" diyorsun. Savaşların durmadığı bir dünyasın sen. İyi ile kötülerin savaşı eksik olmaz sende. Kasırgalar, fırtınalar, depremler..."
Sokağın neresindeydi? Şehrin hangi yönüne gidiyordu? Hangi mahalledeydi? Hiçbir şey hatırlamıyordu. Kafası zonklamaya başladı. Büyük bir savaşın eşiğindeydi.
Kılıçlar kınından çıkmıştı. Süngüler takılmıştı. Dışarıda alabildiğince sessizlik… Ama içte tüm duygular pusuya yatmış. Müthiş bir kavga öncesinin sessizlik ve tedirginliği!
Biraz da gece oluşundan olacak, hiçbirini hatırlamadığı sokaklardan geçti. Adımlarını ritimle atıyordu gerçi, yere çok yumuşak basıyordu. Kimselerin ve hiçbir şeyin haberi olsun istemiyordu yürümesinden. Sokaktaki kedilerin, ölgün ışıklı sokak lâmbaların etrafında pervane olan kelebek ve sineklerin, karanlığın bile... Nefes alıp vermiyordu sanki.
"Ne var sende be kuzum?"dedi; "Hadi kalabalıklardan sıkılıyorsun; bundan ötürü sana bir şey diyeceğim yok. Onları dinlemek zorunda değilsin. Ama kalkar da, onları suçlar ve kendini melekleştirirsen, o zaman karşında beni bulursun. Avazım çıktığı kadar 'hainsin' derim; tüm kirli çamaşırlarını pazara çıkartırım."

Bunları yolda yürürken, çok kararlı bir şekilde O'na fısıldadı. Pek fısıldamaya da benzemiyordu ya. Fısıltı dediği şey, en ateşli bir hatibin sözlerinden daha etkiliydi. İçine işliyordu bu sözler. En güvendiğinden güçlü bir salvo yiyordu. Bir boşluktaydı şimdi. Ne kendini savunabiliyor, ne de bir yardım dileyebiliyordu. Çok derinden nefes aldı; öylesine ki tüm göğüs boşluğunun hava ile dolup havalandığını hissetti. Ayaklarının yerden kesildiğini fark etti. Uçuyordu ya da öyle geliyordu ona. Birkaç saniye sonra çok yumuşak iniş yaptı. Ayaklarını yere bastı. Çimen üstündeydi. Bir rüya mı görüyordu, yoksa bu bir kâbus muydu? Biraz önce havalandığı kesindi. Uçtu. Kollarını açmamıştı; çünkü elleri cebindeydi. Ne olduğunu fark etmeye çalışırken, direkten yansıyan ışık huzmesi ile kendine geldi. Bulunduğu yer, her zaman gittiği bahçeydi. Arkasını dönünce de, üç metre yükseklikteki duvarı gördü. "Allah Allah!"diye söylendi. Olup bitene bir anlam veremedi. Vermeye de çalışmadı. Çözmesi gereken sorunu vardı çünkü.

Bir şey olmamış gibi, her zaman oturduğu ahşap oturağa doğru yürüdü. Burası ışıkların üstten geçtiği kuytu ve gölgelik bir yerdi. Anlayacağınız, O, orda otururken herkesi gözetleyebiliyordu; ama dışarıdan biri onu zor görürdü. Oturdu. Güvenli bir yerdi onun için. Kendisiyle buluştuğu bir yerdi burası. Ne müthiş konuşmalar geçiyordu burada. Bir raportör olmalıydı. Bir bir konuşmalar kaydedilmeliydi. O zaman muhteşem bir yapıt ortaya çıkardı kuşkusuz.

"Konuş şimdi; dilersen de savun kendini!" dedi O'na.
Bir sessizlik çöktü. Bu, bir teslim olmanın belirtisiydi. Yoksa, önceki buluşmalarda nefes bile aldırmadan hemen konuşmaya dalan O'ydıı. Ha bire kendini savunurdu. İnsanların çıkarcılıklarından, muhataplarını bir hiç görmelerinden, empatiksizliklerinden, ikiyüzlülüklerinden, ihtiraslarından, nefret dolu bakışlarından, soğuk tavırlarından söz eder dururdu da, örtülü olarak kendinin ne denli iyi olduğunu kanıtlamaya çalışırdı. Şimdi ise susmuştu. Ama beriki de, o konuşmadan ağzını açmayacağına kararlıydı. Söyleyeceğini söylemişti çünkü biraz önce. Kızmıyor değildi O'na; çizmeyi çoktan aşmıştı.
"Ben" dedi. Daha düzgün, belki de daha etkili olmasına özen göstermek için cümleleri düşünerek söylüyordu. "Evet, ben" dedi; "Kalabalıklara tahammülsüzlüğüm, biraz da ben kaynaklı. Ya ben onları nasıl görüyorsam, onlar da beni öyle görüyorlarsa... Benim için söz konusu olan, neden onlar için olmasın? Aynı kutuplar birbirini iter, öyle değil mi? 'Onların iç dünyalarını okuyorum' diye iddia eden benim. Böyle olunca, onlarla empati kurmak bana düşmez mi? Tüm suç benim. Onlar masum, evet masum." dedi ve kendini aşağılar bir pozisyona girdi. Kendini suçlayarak işin içinden çıkmak istiyordu; sorumluluktan kurtulmak istiyordu besbelli. Birini suçlamak ve tüm kabahati ona yüklemek, işin kolayı galiba. Yine öncekinden daha koyu bir sessizlik yaşandı. Nefes bile alınmıyordu. Çevrede de korkutucu bir hareketsizlik vardı. Yaprak bile sallanmıyordu. Gökyüzündeki yıldızlar daha donuk şimdi. Koca şehir uyuyordu. Ayık olan yalnız kendisiydi. Bundan da övünmüyor değildi. Saatine hiç bakmıyordu; zamanın ilerlemesini istemiyordu zaten.

Beriki, "Hele dur bakalım!" dedi. " Ne kendini suçlama hakkına sahipsin, ne de bir başkasının masumluğunu ilân etmeye. Kendini de, başkalarını da oldukları gibi kabul etmendir önemli olan. Kendine özsaygının dışa yansıması böyle olur işte. Kendine saygısızlık da, en az başkasına saygı duymamak kadar benlik bilincine ters düşen bir davranış ve bir haksızlık. Onları tanıman, davranışlarının kaynağına inme becerisini göstermen, senin için büyük bir ayrıcalık. Bu artınla birlikte suçlayamazsın sen onları. Aksine, henüz kendin olamadığın ortaya çıkar. Olsa olsa acırsın onlara ancak. Elinden bir şey gelecekse, çaktırmadan yardımcı olmaya çalış onlara. Duygusallığından yararlanmaya bak sen! Damara dokunduracaksan, boşuna uğraşma, vazgeç! Işık veremiyorsan, ışıklarına engel olma bari. Bu da erdemliktir; bilinçli bir davranıştır."

Biraz sustu. Köpek ulumaları geliyordu kulağına uzaklardan. Yarısı yeşil diğer yarısı sarı bir yaprak, tam kucağına düşmüştü. Yaprağı eline aldı. Ağlamaklı baktı yaprağa. "Zamansız bir ölüm" dedi. Yüzü öteleri çağrıştıran bir anlama büründü. Kısılan gözleri bir zaman sonra kendiliğinden yumuldu. Öyle bir müddet kaldı.

"Bir de şu var" dedi aniden; "Başkalarının iki yüzlülüklerinden sana ne? Onları dert edinmek sana mı düşüyor? Yok, yüzü beyaz arkası siyah bez parçası imişler, şöyle imişler, böyle imişler... Sen, kendinden sorumlusun yalnızca. Kendin olmaya bak hele. Onların düzelmesi ise amacın, bil ki, onların iyiliği senin kendinde olmana bağlı. Dünyanın merkezisin sen. Bir şeyler yapmak istersen... Evet, kendinden başla! Kendinden, kendinden, kendinden... Evet, öncelikle, yalnız kendinden sorumlusun çünkü."

Derin bir sessizliğe gömüldü. Bir transa girdi sanki. Bir teslimiyet haliydi belki. İradesinden sıyrılmıştı. Ben sen ayrımı yoktu şimdi. O Bu olmuştu, Bu O. Kendisiyle buluştu. Kendini ikiye bölen kalabalıklar yok artık; ya da yabancılık duymuyordu. Birlik bilinci mi bu, ne?
Ne ise... Öyle ne kadar kaldığını bilmiyordu. Kalktı. Yürümeye başladı. Hangi yöne? Cevabını o da veremiyordu.