Kayıp Kuşağa Mektuplar-16

Kayıp Kuşağa Mektuplar-16

Yusuf TOSUN'un yazısı...


Of of …gezdiğim dikenli aşk yollarında
Elimden bir kırık saz geldi geçti
Kara talihimden yine bu yıl da
Baharı görmeden yaz geldi geçti
Of of…adını andıkça titrerim hala
Var mı benim gibi aşka müptela
Muhabbet denilen püsküllü bela
Sanmayın başımdan az geldi geçti”
(hüzzam şarkı)

Sevgili Dost, 
Gezdiğim dikenli yollarda hüzzam şarkılar, beni benden alıp götürüyor bu mevsim. Elimde kırık bir saz, yüreğimde derin bir sızı... Kara yazgım bu kış da küresel soğuma yaşamadan geldi geçti: “of of... baharı görmeden yaz geldi geçti.” İşte şu sıra böyle bir halet-i ruhiyenin yansımaları içerisindeyim.  İlk defa böyle bir kış sendromu yaşadım. Ne yağmur yağdı, ne de kar… Kardelenler yeşermediği gibi, Hercai’nin esamisi de okunmadı. Kışın tam ortasında papatyalar açarsa ne olur?

Dondurucu zemherileri beklerken, sizi buram buram terleten güneşlere yakalanırsa teniniz, nasıl bir psikoloji bekler sizi:Ayılar kış uykusunu alamaz, arılar kovanlardan çıkmaya başlar vakitli-vakitsiz. İnsanlık bu sıra böyle bir doğa değişimiyle karşı karşıya. Adına küresel ısınma dedikleri yeni bir dalga ile karşı karşıya bulunmaktayız. Artık çölleşme, susuzluk, kavurucu sıcaklar kapımızda. Anlaşılan yaşamaya devam edebilmek için daha zor şartlarda mücadele edeceğiz.

Sevgili Dost,
Bu karmaşık duygularla sana iki satır mektup yazamamanın  derin üzüntüsünü  yaşıyorum. Zihnimde cirit atan  kelimeler,artık temizlenemez bir çöplüğe dönüştü sanki. Aşkın ince sancıları her geçen gün beni sonu görünmez uçurumlara sürüklüyor. Zihin tatsız kelimelerle çalkalanırken, damak da zevk vermiyor artık. Hep aynı filmi izlemek, hep aynı senaryoyu yazmak içimi dışıma getirdi. Her nedense,“tekerrür” kavramı şimdilerde daha çok zihnimi meşgul eder oldu.

Sevgili dost,
İnsanın amaçsız yol alması kadar sıkıcı bir seyir yok sanırım.  Şimdilerde  insanlık, karmaşık bir zihinle geleceğe amaçsız bir yolculukta... İçinde hepimizin yer aldığı vapur su alırsa, zararı da hepimize dokunur haliyle. İşte insanı derinden yaralayan durum da bu zaten. Sana anlatmak istediğim; şu an yaşadığımız kaos, aslında başkalarına dirlik oluyor. Ötekilerin düzen oluşturabilmesi için berikilerin kaosu yaşaması gerekiyormuş! Bu kaos olmadan, o düzen oluşmuyor mu? Bu sistemle maalesef oluşmuyor azizim.  Söz konusu kaosun bizi çepeçevre sarmaladığı böyle bir demde, geleceğe yeni bir yol haritasıyla hazırlanmanın vakti geldi de geçti bile.

Sevgili Dost,
Geleceğe odaklanmaya başlayınca, hep geçmişi anımsarım her nedense. Belki de gelecek, geçmişte gizli.  Ya da geçmiş, geleceğe potansiyel bir takoz gibi gözümde büyüyor. Sadece büyümek mi? Geçmişin izbe sokaklarında yol alırken, çoğu kere buğulanıyor gözlerim. Bir enkaz yığını sanki geçmişten arta kalan miras. Bir dağ gibi üst üste yığılmış duygu ve düşüncelerin kamburuyla ötelerde yabanileşiyorum adeta. Bu sokakta ben mi yürüdüm? Çay ocağında yarım bıraktığım çay bana mı ait? Şu rafta yaprakları sararan “cihat” kelimelerinin bol bol yer aldığı kitabı ben mi okudum? Kapı arkasında asılı duran askeri mont bana mı ait? Şu örümcek ağları içerisinde kaybolmuş ince habbeli doksan dokuzluk tespihi ben mi çektim?  Üzerinde “Asr suresi” tefsir notlarının yer aldığı sararmış kağıtlar bana mı ait? Altında derin izlerin yer aldığı bu soruları kendi kendime yöneltmek cesaretinde bulunamıyorum bir türlü. Maskelerimi yırtmak ürkütüyor bedenimi. Rüzgarın önündeki yaprak gibi bulutların peşinden sürükleniyorum. Ta ki bahar yağmurlarıyla ıslanıp okyanuslarda kayboluncaya kadar...

Sevgili dost,
Bu hisler beni benden alıp, başka diyarlara götürüyor. Başka dünyaların insanı oluyorum ister istemez. Kendimi sana ifade edememenin ızdırabı ise cabası…. Senin de bana... Başka kalemlerin beni/seni ifade etmesi ise ne mümkün? Bizi ancak biz anlarız değil mi?

Sevgili dost,
Son zamanlarda bizim kuşağı anlatmaya çalışan roman çalışmalarına sıkça rastlamak mümkün. Bu çalışmaların şimdilerde 30-40 yaşlarında olan bu kuşağın duygu, düşünce ve ideallerini ne kadar yansıttığı ise ayrı bir konu. Sözde X kuşağının anlatılmaya çalışıldığı İnci Aral’ın “Safran Sarı” romanını bu gözle okumaya başladığımda büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Kitap tanıtım yazılarında bu kuşağı anlatıldığı yorumları yapılıyordu oysa.  Fildişi kulede kendi hislerini at gözlüğüyle ele alan sahnelerle dolu roman. Tamamen tek taraflı sosyolojik tahliller söz konusu. Roman; seni, beni yansıtmıyor. Aslında sokaktaki vatandaşı, üniversitedeki öğrenciyi, pazardaki esnafı da... Yazarın oluşturduğu tiplemeler uç kesimlerden seçilmiş gibi. Toplumun azınlık bir kesimini temsil ediyor kahramanlar. Üstelik aşağılarcasına… Geçmişin atmosferini yansıtmaktan uzak, absürd bir topluluğun hikayesi gibi geldi bana. Amacım bir romanın tahlili değil şüphesiz. Vurgulamak istediğim; hayatın ortasında yürüyen, olayın faili kesimler bir dönemi kayıt altına alamadıkları içindir ki; hadiseyi hissetmekte zorlanan, o dönemin dışında yer alan ve bu kuşağı algılamak istedikleri tarzda ele alan bakışlar hakim oluyor haliyle.  Oysa ki, seni senden başkası senin kadar anlayamaz ve tanımlayamaz. Kendini ve kuşağını ifadede tutuk olduğunun  farkındayım. Zaten ortak yaramız da bu değil mi? Umarım geleceğe aydınlık sayfalardan bir dünya bırakırız. Alnımız açık, başımız dik bir şekilde sahneden çekiliriz. Tabi ki bunun için mücadeleye devam…

Selam ve sağlıcakla…