Kayıp Kuşağa Mektuplar- 13

Kayıp Kuşağa Mektuplar- 13

Yusuf Tosun'un yazısı...

Sevgili Dost,

Malum son dönemlerin en sıcak mevsimlerinden birini yaşıyoruz. Yaz rehavetinin sıcak gündemi tatil mefhumunu hatırlatıyor ister istemez. İnsan biraz deniz, biraz güneşle birlikte kumsallarda yeniden kendine gelmek istiyor. Ancak bu mevsimde sarı güneşle birlikte yüreğimizi terleten farklı bir “SEÇİM”İ yaşıyoruz. Her yanımız seçim haberleriyle çalkalanıyor. Adeta kelle koltukta yeniden mili mücadele yıllarını yaşıyoruz sanki. Muhtemelen bu zarfı açtığın sıralarda seçim de nihayetine ermiş, ancak tiyatronun yeni bir perdesi açılmak üzere olacaktır. Yeni aktör ve aktrislerle renkli bir seyir bekliyor bizi. Oyuncular kadar, oyun da bir o kadar heyecanlı olacağa benziyor. Şimdiden o keyifli kedere hazır ol.

Oyun aynı, oynayanların değiştiğine tanık oluyoruz ne yazık ki bu seçimlerde de. Öz aynı, değişen sadece görüntü. Aynı oyun farklı renk ve seslerle bilmem kaçıncı kez sahneleniyor. İnsanı geleceğe bağlayan tek köprü ümit değil mi?  Bu nedenledir ki; her şeye rağmen ufukta gözüken sadece UMUT…

Mutadı olduğu üzere bu satırlar yine bir tatil beldesinden yüreğine çarpacak.  Sıcaklar tüm haşinliğiyle içimize işlerken, sana serin haberler veremiyorum ne yazık ki. Rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun “BEYAZ HABERLERİ” de yok artık.

Sevgili Dost,

Sessiz ve sakin bir adada yaşamanın vermiş olduğu güvenle, hayata ve olaylara bakış da renk değiştiriyor şüphesiz. İnsan daha emin hissediyor kendini. Bir parça kendini dinliyor ve insan olmanın ayırtına varıyor. Sabahın yoğun trafiğinde işe yetişme telaşı da yok. İşi yetiştirme kaygısı da. Ne güzel, insanın kendi kendini kontrol altına alarak yol alması. Yoğun telaşın ve hengâmenin dışına çıkarak hadiseleri bir bütün olarak kavrayabilmenin insanı daha olgunlaştırdığını bilmem ifade etmeye gerek var mı? Sürü psikolojisinden kurtulup, insanın kendi benliğini yaşamaya doğru yürümesi yani… O zaman insan bir birey olarak asıl özgürlüğü tadar ve insan olmanın beşer yönünü aşarak İnsan-ı Kamil boyutunu yaşamaya başlar.

Değerli Dost,

Sular ortasında kalan kara parçasının denizle yüzleşen yönünü, maşukun aşkını doya doya yaşaması olarak görmek gerekir. Dalgalar, Ferhat’ın tüneli kazması gibi kıyıları aşındırırken; güneşin sarı bakışları başka bir tatlı hüzün katar bu aşka. Kumsalların öğle sonrası kızıllığı, hekimin neşteri gibi dağlar yalnız kalpleri. Bir o yana, bir bu yana kanat çırpan martıların özgürlüğünü ise sadece balıkçıl kuşları kıskanır.  Ada sahilinde yıldızların birbiriyle yarışan kayışını da ancak denizler anlar. Şayet ayın ondördü ve gökyüzü yıldızlarla kaynıyorsa, denizde parıldayan yakamoz bir başka aleme götürür ruhunuzu. Tıpkı ruhun bedenden ayrılıp aşk bahçelerinde çiçeklere konması gibi.  Sahildeki cırcır böceklerinin şakırdaması ise sahnelenen oyuna fon olur adeta.

Her gece ay, güneşin arka desteğiyle göğe ve yıldızlara düzen verirken yaşadığı gurur ve güveni bir de aşıklar tepesinden seyretmek lazım. Aşıklar, aşklarını mendillere doldurarak avuçlarına sıkıştırıp tepeye tırmanırken ayın kolluk kuvvetleri onları yalnız bırakmaz. Gökyüzünün yaramaz çocukları gibi bir o yana, bir bu yana kayıp kaybolurlar yıldızlar zaman zaman. O zaman aşk, tüm ağırlığıyla damarlarınızdan akar. Farkında olmadan yeniden Romeo ve Jüliyet’in aşkını yaşar, Mem-Zin gibi aşk ateşiyle yanar buharlaşırız.

Aziz Dost,

Sana anlatmak istediğim; insan kendi kendisiyle baş başa kalınca ya da tefekküre dalınca içindeki cevheri keşfediyor. Şekilden çok, özü kavrıyor. Asıl o zaman Hallac-ı Mansur’un ‘En’el Hak’ felsefesinin ne anlama geldiğini anlıyor. Ya da rahmetli Nurettin TOPÇU’nun “İSYAN AHLAKI”’nı… 

Sevgili Dost,

Marmara açıklarındaki sessiz bir kara parçası üzerinden sana seslenmenin hem hüznünü, hem de sevincini soluyorum. Aynı duygu ve idealin içimizde ölümsüzleşen bir dava olarak kalıyor olmasının sevinci her tarafımdan akarken, yine aynı duygu ve düşüncelerin mumyalanmış vaziyette rafa kaldırılması ise içimdeki hüznü depreştiriyor her hatırlayışta. Osmanlının son döneminde adalarda sürgün hayatı yaşayan aydın ve mütefekkirlerimizin ızdırabını şimdilerde daha çok anlıyorum. Kara parçalarından izole edilen bedenlerin duygularını hiçbir güç engelleyemez. Bizi bunca zaman birbirimize kenetleyen bağ da o ilahi bağ değil midir? Aynı boya ile boyanan ve aynı kervanın yolcuları olan bizleri hiçbir engel ayıramaz. Hepimiz biriz ve ‘bir’ olan ilahi kuvvetin mücadelesinde eriyerek sonsuzlaşıyoruz her geçen gün. Hal böyle iken; bir adada sürgün yemenin feveranı kime?(!)

Sevgili Dost,

Aslında hepimiz tamamlanmayı bekleyen yarım bir öykünün parçası değil miyiz? Ya da eksik bırakılan öyküyü tamamlamaya çalışan yorgun kahramanlarız hepimiz. İçinde aşkımızın, sevgimizin, hüznümüzün yer aldığı o yarım kalmış öykü; benim öyküm, senin öykün, onun öyküsü… Bu nedenledir ki tamamlamaya çalıştığımız o yarım öykü; kutsal bir öykü olarak hafızalarımıza kazındı. Dünya büyük bir ada ve o adada hepimiz yalnızlığımızı perçinliyoruz o yarım öyküyle. Çağımızın meşhur yazarlarından Clive Barker; ‘ben bir insanım ve insanlar öyküler anlatan hayvanlardır.’ diyor. O yarım kalan öyküyü tamamlayanların kimi hayvandan aşağı iken, kimisi ise eşref-i mahlûkattır mezhebimde oysa. Öykünün yol aldığı rotaya göre insan rengi de belirginlik kazanır. Kimi iddialı renklerden yana tavrını koyarken, kimi de silik ve cılız renklerden yana eğilim gösterir. Aslında hepsi de farkında olmadan o yarım öyküyü tamamlamaya çalışmaktadırlar. Unutmamalı ki; o yarım öykü, hepimizin öyküsüdür.

Sevgili Dost,

Bu mektubumda duygu ve düşüncelerimi parça parça sergilememin nedeni; uzun bir süredir tefekkürden uzak oluşum ve en önemlisi sesli düşünüyor olmamdır herhalde. Hayatın yoğun koşuşturması arasında durup düşünülecek vakit mi var? Henüz yaşanılmamış hayatın bile ipotek altına alındığı bir dönemde tefekkür mü yapılabilir? Bütün gün ve gecemizin parsellendiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Çünkü bir başkası senin-benim-onun yerine düşünmüş, çalışmış, eğlenmiş… Sadece rol yapıyoruz yaşanan hayatta. Hal böyle iken durup düşünen, tefekkür eden kim? Hayatın bazı fırsatları tefekkürü önümüze koyarken de istifade etmesini bilmek gerekir. Çok kısa bir süreliğine de olsa deniz sularıyla hayattan ve karadan izole edilmiş bir kara parçasında akşamüstü alaca karanlığında avuçlarımın arasına konan bu boşluktan istifadeyle geçmişten geleceğe bir gezinti yaptım. Güneş son kez denizle yüzleşerek istirahata çekilirken; ay, gece vardiyası için gözüktü hemencecik Ekinlik Sahil Kahvesinde ada çayımı yudumlarken. Tespih tanelerini devirir gibi yılları devirerek geçmişe, kendi kuşağıma uzandım. Her tespih çekişimde uzun uzun soluklandım. Yazgımı yeniden soludum o kıvrımlı yollarda. Kara bahtımın eskitemediği dostluklarda eriyip kayboldum bir bir. Anladım ki; yarım kalan bir öyküdür henüz tamamlayamadığım.

Değerli Dost,

Etrafı sularla çevrili kaşık gibi bir kara parçasından sana duygularımı kepçelerle ifade etmeye çalışırken sürç-i lisan ettiysem affoluna.

Esen kal…

O’na emanet...