Kaybedenler…

Hz. Muhammed (asm) çocukların da peygamberiydi. Onlarla şakalaşır, oyun oynardı. Bediüzzaman da Barla’da çocukları büyük adam yerine koyar, onların anlayacağı dilden konuşurdu. Kaplumbağa ile oynayan çocukları nazikçe uyarıp hayvancağıza zarar vermemelerini isteyen de yine oydu. Muhacir Hafız Ahmet’in iki kız çocuğu zaman zaman ona yemek getirirdi. O da onlara şefkat ve merhametle muamele ederdi. Sıddık Süleyman vaktinin çoğunu onunla geçirirdi. Kızı bir gün kendisini aramak için Üstadın kapısını çalar. Kapıyı hafif aralayıp Üstada babasını sorar. Üstadın yanında o gün başka misafirleri vardır. “Baban yok kızım” der. Babası küçük kızı tam bir nur talebesi olarak yetiştirmiştir. Ona göre babası evde değilse muhakkak Üstadın yanındadır. Ayrıca Üstad da söylese işin hakikatini kendi gözleriyle görmek ister. Cevaptan tatmin olmaz, kapıyı ardına kadar açıp içeri göz gezdirir. Babasının olmadığını anlayınca kapıyı çekip gider. Üstad gülümseyerek tebrik eder. “Süleyman’ın kızı tahkik ehli. Ben söylesem bile inanmadı, kendi gözleriyle görmek istedi.”

Çocuklar her daim kazananlardı. Çünkü onlar dünya ile aralarına mesafe koymuşlardı. Gerçek neyse onu söylerlerdi. Yalansız, hilesiz, kinsiz, öfkesiz yaşarlardı. Bundan dolayı onlar her daim en üstün olanlardı.

Hz. Muhammed (asm) on sekiz bin alemin en nazik, nazenin çocuğu, en kıymetli varlığıydı. Her haliyle âlemin en üstünüydü. Birçok ilki o yaşamış ve yaşatmıştı ve her daim her yerde ilk olmuştu. Sahabenin gözünde her şeyiyle yenilmez insandı.  Bir gün devesi Adbâ yarışta birinciliği kaybedince sahabeler bu durumu kaldıramamışlar, üzülmüşlerdi. Oysa Peygamberimiz bu mağlubiyeti normal karşılamış, onları rahatlatmıştı. ‘Dünyada yükselen birşeyi alçaltmak, Allah’ın değişmez kanunudur.’ Değil mi ki O, ‘Öne geçiren de Sen’sin, geride bırakan da Sen’sin Rabbim’ diye tesbih eden peygamberdi. Demek Peygamber devesi de olsa yeri geldiğinde geride kalabiliyordu. Üstelik Uhud Savaşında yaralanabiliyor, birçok sahabesini kaybedebiliyordu.

Bediüzzaman ve Barla Sıddıkları Barla’da ikinci bir Asr-ı Saadet yaşıyorlardı. Çocuklar gibi şen, hilesiz, yalansız, kinsiz, öfkesiz bir hayat yaşıyorlardı. Barla Sıddıklarının gözünde dünya bir oyun ve oyalanma yeriydi ve Bediüzzaman asla mağlup edilemezdi, dünya sırtını yere getiremezdi. Oysa Bediüzzaman görünüşte o kadar çok geride bırakılıyor, kendisine mahremiyetler yaşatılıyor, hizmetine engel olunuyordu ki... Hapisler, sürgünler ve iftiralar eşliğinde yaşadığı hayat gerçekten de katlanılmazdı.

Hayatında yalana yer olmayan Bediüzzaman’a iftiralar atılıyor, fikrin had altına alınmasına bile karşı olan bu masumu hapse atıyor, hiç kimseyi hiçbir davranışından dolayı ötekileştirmeyen bu gönül insanını sürgünden sürgüne gönderiyorlardı. Ne yaparlarsa yapsınlar göklerden gelen bir ses vardı; onun sesine engel olamayacaklardı. Nasıl ki Efendimiz (sav) vefat ettikten sonra nam-ı celili dünyayı çepeçevre sarmışsa, Bediüzzaman da Hz. Mustafa’nın sesini sesine katacak, sesi dünyayı saracaktı. Bu sesler görünüşte ve başlangıçta mağluptular ama gerçekte her daim galiptiler.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.