Katre Risalesinin Mukaddimesi

Ey kardeş; ben kırk yıllık ömür yolculuğunda ve otuz yıllık ilmî hayatımda dört kelime[1] ve dört cümle öğrendim. Risalenin hatimesinde ve zeylinde bunların geniş açıklamaları gelecektir. Burada sadece icmalen onlara işaret edeceğim.

Kelimeler mana-i harfî, mana-i ismî, niyet ve nazar kavramlarıdır; yani:

Sonsuz olan Allah’a nisbeten sınırlı ve somut olduklarından gayr sayılan mahlûkata bakmak, onları incelemek mana-i harfî ile olmalı ve Allah hesabına olmalı! Yani kâinata sebepler çerçevesinde mana-i ismî ile bakmak yanlıştır.

[Arapça dilbilgisinde, bizim edat dediğimiz “harfler” tek başına bir mana ifade etmezler. Başka bir kelime ile beraber kullanıldığında ise, cümleye ve dile çok verimli ve değişik boyutlarda manalar katarlar. İsim ise, tek başına bizzat bir mana ifade eder. Burada demek istenilen sınırlı somut varlıklar, harfler gibidirler; Allah’ın varlığını ve birçok niteliğini gösterirken; onlara etkin ve yetkin varlıklar olarak yani kendi kendilerini ifade eden müstakil isimler olarak bakıldığında bir mana, bir realite ve hakikat gösteremiyorlar. Yokluğa mahkûm nesneler olarak kalırlar.]

İşte her şeyde iki yön var. Birincisi hak ve hakikat olan Allah’a bakan yönüdür. Diğeri ise kâinata ve kendilerine bakan yönüdür. Demek o şeyin kâinata bakan yönüne yönelmek, harf gibi olmalıdır. Allah’a bakan yönü demek olan mana-i ismînin bir ifadesi ve aracı şeklinde olması lazımdır. Mesela kâinatta var olan ve gözle görülen bütün nimetlerin, Allah’ın bağışlamasının ve ikramının somut bir aynası olarak görülmesi gerekir. Bütün araçlar ve sebeplerin, ilahî kudretin işlemesinin aynaları olarak görülmeleri lazımdır.

Bu mana-i harfî ve mana-i ismînin ikilemi gibi; “nazar ve niyet”in de iki yönlü bir yapıları vardır. Çünkü bunlar eşyanın mahiyetini değiştiren, günahları sevaplara dönüştüren iki manevî güçtürler. Yani iksir toprağı altına dönüştürdüğü gibi, niyet de normal günlük işleri ibadetlere çevirir. Nazar (bakış açısı) da[2] fen ve tabiat ilimlerini ilahî maarife dönüştürür. Demek eğer sebepler ve vasıtalara bizzat, direkt amaç olarak bakılsa, o bilgiler cehalete dönüşür. (Yani hiçbir varlığa açıklık, aydınlık getiremez; var oluş ve hayattaki güzelliği ve gerçekliği gösteremez.) Fakat eğer o tabii ilimler gözlüğüyle varlık ve hayata Allah namına bakılırsa bütün o fenni bilgiler (dinî kitaplardan daha açık bir ifade ile) İlahî maarif olur.

Cümlelere gelince;

Birinci Cümle:

“Ben kendimin maliki yani yöneticisi değilim.” Beni yöneten, bütün kâinatın yöneticisi olan, yücelik ve ikramlar sahibi Allah’tır. Benim kısa bir süre kendimi malik sanmam, bendeki ölçülerle hakiki malikimin niteliklerini hissetmem ve anlamam içindi. Yani gerçekten var olmayan, mevhum ve sınırlı malikiyetimle sonsuz ve gerçek malikiyeti anladım. Haliyle gerçek şafak doğunca, bendeki hayali ışık sönmüş oldu.

İkinci Cümle:

“Ölüm gerçektir.” (Yani insanın kendisini ölmeyecekmiş gibi sanması yanılgıdır.) Çünkü bu hayat ve bu beden, üzerlerinde bu büyük dünya sarayının kurulabileceği iki direk olması mümkün değildir. Çünkü bu ikisi yani bu ömür ve bu beden asla ebedi olmadıkları gibi; uzun bir süre yaşayabilecek demir ve taş gibi bir madenden de değildirler. Tam aksine bunlar; et, kan, kemik ve değişik karışımlardandırlar. Ki bu nazik malzemeler, az sayılı günler için bir araya gelmişler; üzerlerinde her an dağılma potansiyelini taşıyorlar. Demek hayal ve kuru arzularla, ömür denilen bu gevşek ve bozuk temel üzerine; bütün dünyayı kuşatan bir saray bina edilemeyeceği gibi; beden denilen bu kurtlu, para etmez direk üzerine de bu saray bina edilemez.

Üçüncü Cümle:

“Beni bu uçsuz bucaksız kâinat içinde terbiye edip geliştiren Rabbim birdir.” Evet, herkes için bütün başarı ve mutluluklar, ancak bir ve tek olan Rabbe teslim olmakla olur. Yoksa her insan, kâinattaki varlıklar adedince iç içe karışmış, farklı ve birbirine zıt rablere muhtaç olur. Çünkü insanın yapısının kapsamlılığından dolayı insan binlerce yönden her şeye muhtaçtır; her şeyle ilişkilidir; bilinçli-bilinçsiz tarzlarda her şeyden etkilenir; acı çeker. İşte bu durum, cehennem gibi bir halettir. Demek; bu hayali ve vehmi rablerin tümünün, onun kudreti önünde ince bir perde olduğu Rabb-ı Vahidi (sonsuz ve birlik sahibi olan Allah’ı) bilmek, dünyada bile insana cenneti yaşattırır.

Dördüncü Cümle:

“Hiç şüphesiz benlik siyah bir noktadır; bir barometredir; yani ölçektir.” Bu benliğin başında binlerce bilinçli sanat telleri sarılmıştır. O bilinçli sanatlar sayesinde, benlik denilen o noktanın maliki olan Allah’ın ondan ona daha yakın olduğu görülüyor.

[Burada siyah nokta, enenin bencilliğinin ifadesi olabileceği gibi, sonsuzluğun sembolü de olabilir. Çünkü karanlık ve nokta, soyut ve sonsuzluğun işaretidirler. Bu yönü ile beraber, bencillik içe dönük olduğundan, soyut ve sonsuzluk sahası olan dışarıya ve dış gerçeklere bakmadığından karanlıkta kalıyor.]

Bu üç kelimenin (mana-i harfî ve mana-i ismî ile niyet ve nazarın) ve bu dört cümlenin (kelamın) izahı kitabın sonunda ve hatimesinde vardır.

[Bir Hatırlatma:]

[Üstadın bu dört kelime ve dört kelam ile ilgili izahları burada gayet net ve açıktır. Ayrıca bu Katre Risalesinde, hatimede ve 1. babın sonunda açıkladığı gibi, bütün Risalelerde de tekrarla açıklamalar vardır. Bizim burada ilave bir şerh yazmamıza gerek yoktur. Fakat bütün bu sekiz hakikatte ortak bir noktaya işaret etmek gerekir. O nokta da şudur:

Bu kelime ve kelamların her birisinin, biri yanılgı; diğeri doğru ikişer yönünün olmasıdır. Ve bunların doğru yanının ancak yanılgı yönleri ile beraber elde edilebileceğidir. Daha doğrusu gerçek isabetli yön, bunların iki yönünü beraber ele almak ve beraber değerlendirmektir. Yoksa sadece pozitif doğru yönleri ele alınsa, diğer yönleri terk edilse, negatif yönleri kadar zararlı olmasa da mesele yine eksik kalır; tam, randımanlı, doğru anlayış ve gerçeklik elde edilemez. İşte; mesela:

“Her bir varlık Allah’ın isimlerini gösteren bir harf gibidir.” önermesi, iman için yeterli bir yön olabilir. Fakat “Her nesne her varlık Allah’ın isimlerinin somut bir noktasıdır”[3] ve “Her isim bir bilim dalının alanı ve okuludur”[4] önermelerini tam anlamak ve yaşamak için; mana-i harfî yönünü unutmadan, bu sefer ilim namına, bilimsellik ve nedensellik hakikatlerini isabetli bir şekilde anlamak için o varlıklara mana-i ismî ile bakmak gerekir..

Ve mesela niyet insanın yaptıklarının iyi ve güzel olması için bir ruh gibidir. Fakat bu ruha mutlak bir beden gerekir. Yani burada mana-i harfî ve mana-i ismînin bütünlüğünün gerekliliği gibi; niyetin de mutlaka, iki yönü olan soyut ve somut bir arada işlenmelidir. Yoksa hiç icraat yapmadan niyetin halisiyetine güvenmek ve niyetsiz, ihlâssız ibadetler icra etmek gibi iki yönlü bir çürüme, ortamı çökertebilir.

Nazarın yani maddi varlıklara bakmanın da böyle iki tehlikeli yönü vardır. Biri, her şeyi mucizede arayan, tabiat denilen Allah’ın yasalarını ihmal eden, realite ve hayattan kopuk bir anlayış… Diğeri de her şeyi madde ve enerji ile izah etmeye çalışan, varlıklar ve varoluştaki sonsuz bilinci, yazılım ve düzeni görmeyen kör materyalist anlayış. Demek saadet sadece bu çift tarafların evliliğindedir.

Gelelim dört cümleye;

1) İnsan evrene sahip olmadığı gibi kendi bedenine ve hayatına da tam sahip değildir. Fakat Allah namına, her şeye karışan, yeryüzünün halifesi olan, bir eşref-i mahlûkattır. Demek bazı dinsizlerin, biz tabiata hâkim olduk, biz kendimizin sahibiyiz, iddiaları veya komünistlerin bireysel mülkiyeti reddetmeleri yanlış olduğu gibi, bazı dindarların tamamıyla nirvanaya ve soyuta kaçışları da yanlıştır. Doğru ölçü şudur: Soyuta çıkacaksın, bütün bu kâinatın maliki olmanın ne demek olduğunu göreceksin, sonra dönüp sorumlu bir yönetici olarak bu dünyayı işleteceksin.

2) İnsanın aciz, zayıf, her an dağılmaya müsait olan hayatını ve bedenini ebedî, ölümsüz görmesi yüzde yüz bir akılsızlık ve yanılgı olduğu gibi; sorumluluk ve memuriyet olarak imarından ve işletmesinden mesul olduğu dünyayı; nasılsa ben ölümlüyüm, deyip terk ve ihmal etmesi de hem tembelliktir; hem de büyük bir yanılgıdır. Hatta denilebilir ki; Cenab-ı Hakk, bu fani ölümlü insana ebediyet vehmini vermesi, bu ikinci vazifenin ifası içindir. Evet, ölümün hakkaniyeti kadar; hilafet vazifesi de haktır; hatta umumu ilgilendirdiği için daha büyük bir haktır, denilebilir.

3) Üçüncü cümlenin izahından da anlıyoruz ki; Cenab-ı Hakkın rububiyetine inanmak; her şeyi ve her hadiseyi Ondan bilmek; başka bir tabir ile tevekkül, teslimiyet ve rıza makamında yaşamak en büyük saadet olduğu gibi; Rahmaniyet ve Rububiyetin bir gereği olan esbap dairesine müracaat; o ilahî rububiyetin kanunlarına ayak uydurmak; insanın kâinatın maddi-manevî harika bir meyvesi olduğunu göstermek de ondan on kat daha büyük bir saadettir.. Bu fark, peygamberliğin velayete farkı kadar büyüktür.

4) Ene ve benlik mevhum ve hiçbir boyutta gerçek varlığı olmayan siyah (içe dönük) bir nokta iken; kafasında ve kalbinde işlenen sonsuz şuurî (bilinçli) sanatlar sayesinde, Allah’ın bir cilve-i ehadiyetidir; Üstadın tabiri ile bir şahsiyet-i ilahiyedir.

Evet, insanın benliği bizzat ve müstakil olarak hiç bir boyutu olmayan bencil bir noktadır. Fakat kul ve abd olarak sonsuza ve soyuta bağlanırsa Allah’ın bir cilve-i ehadiyeti olur. Hadis bu manayı şöyle tasvir ediyor: Kulum ibadette o kadar çok gelişir ki; ben onun gören gözü, işiten kulağı ve işleyen eli olurum.]

***

Katre Risalesinin 1. Babının

Son İki Parçasının Tercümesi

55. Lisan:

Ve bu 54 lisan gibi; bir şeyin içyapısının dış yapısından daha sanatlı ve daha güzel olması, o şeyin sanatkârının onun dışında ve ondan uzak olmadığını gösterdiği gibi; o şeyin diğer bütün varlıklarla olan düzen ve denge oranlarını koruması o sanatkârın o şeyin içinde de olmadığını gösterir.

[Yani Allah uzaklarda olan bilinmez bir varlık olmadığı gibi; eşyanın içindeki kader ve bilinçten de ibaret değildir. Yani o sonsuz ve soyuttur.]

Demek sanatlı bir şeye, öz yapısını inceleyerek bakmak onun sanatkârının sonsuz bir ilmi ve belli hikmetler için o şeye sınır ve biçim veren sonsuz bir hikmeti olduğunu gösterdiği gibi; o şeye diğer eşya ile beraber bakmak ve onların bütünlüğünü düşünmek ise o şeyin sanatkârının her şeyi işittiğini ve gördüğünü gösterir.. Her şeyin üstünden, o şeyi başkaları ile beraber gördüğünü, o bütünlükler ile belli maslahatlar için belli nakışlar ördüğünü gösterir.

İşte gerçekliği kesin olan bu durum, sanatkârın varlığının gerekliliğini ve bu bildiğimiz bütün varlık çeşitlerinden üstün, yani zaman ve mekândan münezzeh bir üst varlık olduğunu gösterir. O sanatkârın, kâinat içinde olmadığı gibi dışında da olmadığını bize bildirir. O, en iç ve öz olduğu gibi; en üstün ve en açık da odur. (Zahir ve Batın.) Tek bir şeyi temyiz ederek gördüğü gibi, o şey ile beraber bütün eşyayı da ayrı ayrı ve bütün olarak görüyor. Amenna.

Gökkuşağı renkleri ve merkez noktaları bir olan, iç içe daireler gibi birleşik olan bu yirmi hakikat, çok açık ve parlak belgeler ve bilgilerdir. Mutlak manada bu kâinatın bir yaratanının varlığını gösterir.

O Yaratan ki; varlıkları, geliştirmek ve değişik manalar elde etmek için yaratmıştır. O, maddenin ve zamanın niteliklerinden yücedir. (Kadim ve Vacibül-Vücuttur.) Sonsuz ilim sahibidir; (sonsuz bir şekilde yaratmaya gücü yeter.) Fakat hikmetler için eşyaya ve varlıklara belli sınırlar koymuştur. Müridtir (her an, her şeye iradesiyle müdahale edebilir.) Gücü sonsuzdur. Rahmaniyet olarak kâinatı kanunlarla yaratır. Rahimiyetiyle özel şekillerde müdahale eder. Besler, güzelleştirir. (Kerimdir.) Hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi; canlıları ve varlığı ayakta tutandır. Sonsuz bilgi ve maharete sahiptir. Ölümsüzdür. Dolayısıyla ibadete tek layık olan odur. Fizik-metafizik her şey, onun yüceliğini bildirir. Son merci, son sığınak, sadece O’dur. O öyle bir varlıktır ki; bütün bu kâinat, O’nun varlığının zayıf bir yansımasıdır. Onun isimlerinin (niteliklerinin) somut noktalarıdır. Onun icraatının eserleridir.

O, öyle sonsuz bir (Allah) dır ki; sonsuzluğa aşık olan kalpler ancak onunla tatmin olur. Onun bu sonsuzluğundan dolayıdır ki, her şeyin son mercii odur. Rahmetinden ve ikramından cinler ve insanlardan herkese ayrı kişilikler vermiştir. Ki onlar özgürlükleriyle beraber, bu sonsuz sisteme bağlansınlar (ibadet etsinler.) Ki; var oluş ve mana sistemi tamamlansın.

O bu kâinatı kaza (ve icra) kanunları ve kader (bilgi) düzeniyle yönetiyor. Bununla beraber o kâinattan üstün bir varlıktır. (Vacibul-Vücuddur.) Sonsuz olduğu gibi, bütün yetkinliğiyle her yerde hazır ve nazırdır. (Vahid ve Ehad.)

Öz varlığında, nitelik ve işlerinde mutlak kâmildir (yetkinliğin zirvesindedir.) O böyle olduğu için, her şeyi o oluşturuyor; (Latiftir.) Her şeyi biliyor; (Habirdir.) Her şeyi işitiyor ve görüyor. (Semi’ ve Basirdir.) [ Üstad, burada yirmi ismi saymış oldu.]

Demek bu birleşik yirmi hakikat, ışık ve nur oklarıyla yüzlerce yönden, yüzlerce boyut ve mertebeden dürbün gibi öyle pencereler açıyor ki, insanın kalbine, ani bir şekilde gerçek bir bilgi geliyor. (Hads-ı sadık.) O bilgi, insanı İslam’ın (hayat düzeninin) aydınlığına vardırıyor. O aydınlık ki, insanı peygamberlik tarzına (yaşam biçimine) götürüyor. O hayat tarzı ki insanı şöyle bir imana vardırıyor:

“Ben öyle bir Allah’a inanıyorum ki, O bildiğimiz varlıkların çok üstündedir, Sonsuz olduğu gibi; her yerde hazır ve nazırdır.”

Demek bütün kâinat, bu yirmi nağmeli dil ile yüksek bir ses şeklinde şahitlik ediyor ki: Allah sonsuz ve soyuttur; kulluğa layık tek hakikat odur.

***

Bil ki, Allah’ın varlığının ve birliğinin ifadesi olan “Lailahe illallah” bütün yazılan bu delilleriyle “kâinatta müsbet-menfi bütün güç ve kuvvetin Allah’tan geldiği ve onunla olduğu” hükmünü; yani La havle ve la kuvvete illa billahil’ aliyyil ‘azimin manasını ispat ediyor.[5]

Yine bu “La ilahe illallah” zikredilen bütün bu burhanlarla (güçlü delillerle) Muhammed Allah’ın elçisidir demek olan “Muhammed Resulullah” önermesini de gerektiriyor.[6] Çünkü “Muhammed Resulullah” imanın beş rüknünün manasını tazammun şeklinde ifade ettiği gibi[7] aynı zamanda Rububiyet (ilahî geliştirme) vasfının görünme alanı (mazharı) ve aynasıdır.

[Muhammed’in Allah’ın Resulü olması Allah’ın, meleklerin, peygamberliğin, kitapların, ahiretin varlığının ifadesidir. Peygamberliğin rububiyete ayna olması ise, kadere delildir.]

İşte bu sırdan (espriden) dolayıdır ki; iman terazisi içinde Muhammed Resulullah cümlesi, La ilahe illallah cümlesine arkadaş ve denk olmuştur. Bu çok derin bir hakikattir; bunu iyi düşün! (Teemmel!)

Peygamberlik rububiyetin tecelli alanı olduğundan; ve kapsamlı, küllî (kanunî) icraat yaptığından; velayet ise hususi ve cüzi (bireysel) kaldığından, velayetin peygamberliğe nisbeti “Âlemlerin Rabbi” vasfının “Benim Rabbim” vasfına nisbeti gibi kalır. Arşın, insan kalbinden büyüklüğü kadar olur. Yerden Arşa uzanan, iç ve dış âlemlerden geçen miracın, mümin bir kulun şahsî secdesinde kendine has bir tarzda yaşadığı cüzî miracına nisbeti gibi olur.

Önemli Bir Hatırlatma

(Tenbih)

Yüce bir maksad olan Allah’ın varlığına ve birliğine yönelik olan bu güçlü deliller, merkezdeki noktayı çerçeveleyen bir daire gibidirler. Daireden her bir nokta, kendine özel rengiyle merkez noktaya bakan bir pencere gibidir. Ayrıca bu noktalar arasında öyle bir dayanışma var ki; bazı noktaların hususi zayıflığını gideriyor.

Ve bu burhanların bütünlüğünden bir hads-ı sadık (ani ve gerçek bir sezgi) doğar. Bu sezgi insanı dindarlık aydınlığına götürür. O aydınlık insanı peygamberliğin yaşam biçimine teslimiyete vardırır. Bu da insanı iman aydınlığına götürür. Bu iman ki konumuz olan Allah’ın varlığına ve birliğine olan bilgiyi ayakta tutuyor.

Bu güçlü ve açık deliller (burhanlar) sadece bu sadık sezginin kalbe damlaması için, birlik hasiyetini taşıyan birleşik membalardır. Dolayısıyla bunlardan bir kısmının zayıflığı, aralarındaki dayanışma sayesinde gider. Zaaf gitmese de; delillerden her biri ve o halkadan her bir parça, delil olma vasfından düşmezler; delil olma değerlerini kaybetmezler. Sadece tek başına delil olma ve burhan (açık-güçlü delil) olma vasıflarını yitirirler. Şayet bir delil, delil olma vasfını yitirse de, o delillerin oluşturduğu daire manasını kaybetmez. Sadece o dairenin alanı küçülür. Bu deliller dairesinin hepten iptal olduğunu farz etsek de; o sadık sezgi kaybolmaz. O sezgi gücünü yitirse de, yine sorun yok. Çünkü İslam dini realite olarak ortada duruyor. Bu realiteye ilave olarak peygamberlik gerçeğini kabul etme hakikati asla sarsılmaz. Ona ilaveten de Allah’ın vergisi olan iman nuru tek başına inancı ayakta tutar.

Haliyle bütün burhanların üzerine bina edilen bu maksadımızın gücünü ve açıklığını zihnin dar düşüncesinden dolayı her bir burhandan istemek ve beklemek, nefsin hastalığındandır. O hastalık ki; nefsin yapısal hastalığını arttırır; ona tepki ve inkâr etme melekesini (alışkanlığını) aşılar. Allah bizi korusun!

Demek başta, her bir burhan ile ana gaye olan maksada bakılır. Sonra her bir delil ile gösterilen bu konu ve maksat, burhanların mecmuundan çıkan öz suyu emer; bütün kuşkular o maksattan sakıt olur (düşer).

***

Bir Hakikat:

Yine bil ki; burhanların bir kısmı su gibidir; bir kısmı da hava gibidir; bir kısmı ise ışık gibidir. Haliyle onları kazanmak için yumuşaklık şeklinde geniş bir bakış ve nazikçe davranış gerekir. Yoksa hırs ile; işin içine dalmakla; taharri parmakları ile casus gibi davranmakla, su gibi olan o delil akar; öbür kısım hava gibi kaçar; ışık gibi olanı da gizlenir.”

İkinci Bir Hakikat:

Bil ki; dal budak salan, sayısız meyveler veren bir ağacın canlı olup olmadığını, acı mı yoksa tatlı mı olduğunu ve gücünü bilmek için o ağaca bakmak ve incelemek iki yöntem şeklinde olur.

Birinci bakış ve inceleme, ağacın köküne, kaynağına ve gövdesine bakılarak olur. Buradan yola çıkarak ağacın canlılığını, tadını ve gücünü tanımak; kolay, sade ve isabetli bir yöntemdir.

İkinci bakış ve inceleme yöntemi, ağacın meyvelerinden, dal ve budaklarından olur. Fakat birinci bakış elde olmadan böyle bir araştırma, çok sağlıklı olmadığı gibi; insanı birçok sapıklıklara da götürür. Aynen bu misal gibi; işte İslamiyet ağacının gövdesi göktedir. Dalları kesret ve maddiyat âleminde yayılmıştır; demek bu ağacı tanımak ve onun şemsiyesi altına girmek için iki yol vardır:

Birinci yol:

Aslına bakmaktır. (Yani İslam dininin Allahtan geldiğini bilmektir.) Eğer bu birinci aşamada başarılı olan kişi, İslam’ın gövdesine bakabilirse; o gövde içinde büyük bir havuz görür.[8] Ki o havuzun membaı saf ve soyut olan vah-yi mahzdır. Ve membaı vahiy olan bu havuz, iç ve dış (zahir ve batın) belge ve mucizelerin damlaması ile gittikçe artıyor ve güç kazanıyor, diye müşahede eder. Bu ağacın bütün meyvelerini canlı kılan maddeler ile sürekli beslenmeleri bu homojen olan havuzdandır, diye bilir. Demek bir tek meyvenin canlılığını isbat etmek, onun gibi olan diğer bütün meyvelerin de canlı olduklarını isbat etmeye yeter. Belki de tek bir meyvenin canlı olması, bütün ağacın canlı olduğuna delil olmaya yeterdir.

Hâlbuki bir tek meyvenin canlı olduğunu isbat etmek, çok kolay ve çabuk elde edilir. Sadece o meyvenin doğal bir şekilde o ağaca bağlı olduğunu görmek bu neticeyi bize sağlar. O meyvenin o ağaca ait olmadığını, ondan kopuk ve kurumuş olduğunu isbat etmek ise çok zordur; çok zaman ister. O meyvenin ağaçla olan bağı durdukça hiç kimse o meyvenin kuru ve acı olduğunu isbat edemez; o ağacın aslını söküp atmadan (ki; bu kâinatı yerinden söküp atmak gibi muhal bir şeydir.) Hiç kimse o ağacın canlı havuzundan o meyveye canlılık akmadığını gösteremez.

Bu birinci bakış açısına sahip kişi, şayet meyveler arasında ölmüş, kurumuş bir taneye rast gelse, o meyvenin dışardan geldiğini söyler veya dışardan harici bir illet o meyveye musallat olduğunu bilir. Demek bu bakış açısı, İman ve İslam nokta-i nazarından inanç ağacına bakmaktır; isabetli, kolay ve peygamberlik hayat tarzına itaat eden bir bakıştır. Ya Rabbi bize böyle bir bakış açısını nasip et; ve bizi bunun üzerinde sabit-kadem yap.

İkinci yol:

Bu, sağlıksız bir bakış açısıdır. Bütün sapıtmaların menşeidir; bütün çelişki ve ıstırapların membaıdır. Çünkü bu bakış, tenkit nazarıyla, meyve ve detaylardan yola çıkarak oluşan bir inceleme tarzıdır. Bütün meyvelerin hepsinin birer birer ağaca bağlı olduğunu isbat etmeye ve tatmaya muhtaçtır. Hâlbuki aslın canlılığını nazara almadan, bir tek meyvenin bile canlılığını ve beslenme yollarını öğrenmek, gövdenin canlılığını öğrenmekten daha zordur. Ve o tek meyvenin, o ağaçtan kopması veya ona ait olmamasının ise sayısız sebepleri olabilir; burada en küçük bir tesir, sebep sayılabilir.

Yani bu yolda kişi eğer bu canlı meyveler içinde ölü, kuru bir tane görse, bir tek o küçük meyveye dayanarak, ondan yola çıkarak bütün ağacın ölü ve kuru olduğunu iddia eder; ağaç kuru olduğu için meyvesi de kurudur, der; çeker gider. Allah bizi böyle sakat bir bakış açısından korusun… Velâkin; eğer bu tarz araştırma bakışı, birinci bakış açısı ile beraber olsa, çok güzel düşer ve nefsin imana güvenmesi, itminan bulması için bir sebep olur.

***

Zeyilden Bir Nükte:

Ey kardeş; niyet; mukaddimede anlattığım ve kırk yıllık ömrümün ürünü olan dört kelimeden biridir. Evet, niyet acayip bir iksirdir. Mucizevî özelliğiyle toprak gibi olan alışılmış işleri ve kum gibi kayıp giden hareketleri ibadet cevherine dönüştürür. Bunun yanında niyet, yine ölü haletleri ihya eden etkin bir ruhtur. Bu ruh ile ölü davranışlar, canlı ibadetlere dönüşür.

Ve yine bu iki etkin özellik gibi; niyette öyle bir hasiyet daha var ki; o hasiyet seyyiatı hasenata çevirir; çirkin işleri güzel eder. Demek niyet bir ruhtur. Onun ruhu da ihlâstır. Demek ihlâs (kurtuluş) ancak ihlâs (samimiyet) ile olur. Evet, bu hasiyet nedeniyle, niyet sayesinde az bir zaman içinde çok amel ve sevap elde edilebilir. Yani bu kısa ve az ömürde bu hasiyetin gücüyle cennet satın alınabilir.

Bu üç hasiyete ilaveten; insanoğlu yine niyet ile daimi bir şükür halini yaşayabilir. Çünkü dünyadaki bütün lezzetler ve nimetler, iki bakış açısı ile koparılır:

Birincisi: İnsan niyet ile bilinç ile “Gayet şefkatli ve ikram sahibi bir zatın eli bu nimeti bana uzatmıştır.” der ve bu bakış ile nimetten inama, oradan da nimet sahibine intikal eder; nimetin kendisinden daha çok bu manevî inamdan lezzet alır.

İkinci Bakış Açısı: İnsan nimetleri yerken; o nimetlerin içindeki bilincin farkına varmaz; sadece nefsin hevesiyle lezzeti arar. Dolayısıyla inamı ve nimet vereni hatırlamaz. Onun gözü sadece somut nimet ve lezzeti görür; hiç minnet çekmeden lezzeti bir ganimet olarak karşılar, sonra onu gasp eder.

Birinci şıkta; lezzet bitince ölür; fakat lezzetin ruhu baki kalır; yani böyle inanan insan, “Rabbimin rahmeti beni hatırlamıştır, yine beni unutmaz,” der. İşte bu inanç ve bu hatırlama, kalpte bir bağ ve bir münasebet olarak daima işler ve gerçek bir ruh olur. İkinci şıkta ise, ruhu baki kalsın, diye lezzet ölmez; tam aksine söner ve ardından duman bırakır. Musibet ise dumanı söner; nuru yani sevap ve şifası kalır. Lezzetin dumanı ise onun bitmesi, yok olması ve bıraktığı günahlardır.

Evet, eğer insan iman nuru ile dünyadaki meşru lezzetlere ve ahiretteki nimetlere bakabilirse, onlarda bir devr-i daim görür. Gidenlerin yerine yenilerinin geldiğini müşahede eder. Dolayısıyla nimet ve lezzetlerin mahiyeti sönmez. Sadece somut, bireysel numunelerden ayrılış olur. Haliyle o nimet ve lezzet, ayrılış ve yok oluş (firak ve zeval) acısıyla insanın boğazında kalmaz. İşte iman dairesindeki lezzetler böyledir. İkinci yolda nimet ve lezzeti elde etmek ise böyle değildir. Çünkü:

Bu yönde her lezzet biter. Ve o lezzetin bitmesi acı verir. Hatta o lezzetin bitişini düşünmek bile acı verir. Çünkü ikinci bakış açısında işlerin olması, nimetlerin gelmesi devr-i daim şeklinde değildir: Bu bakış açısında zaman dümdüzdür; var oluş, doğru giden ve giden bir daha gelmeyen bir ölü mal olarak görülür. Dolayısıyla bu ikinci bakışta bütün nimetler ve lezzetler ebedi ölüme mahkûmdurlar.

Bediüzzaman Said Nursi

Tercüme: BS

[1] Aslında üç kelimedir; çünkü mana-i ismî ve mana-i harfî, bir tek hakikatin iki tarafını ifade ediyor.

[2] Burada Üstad Hz.lerinin kullandığı nazar tabiri, bakış açısı demektir. 9. Sempozyumda Şener Ağabeyin uzattığı şekilde “bakış tarzı” demek değildir. Yani burada nazar; varlığın ve hayatın manasını incelemek ve araştırmak üzere bakmak manasındadır. Hainane veya şefkatkârane bakış tarzı demek değildir. “Fihi Nazarun” deyimi de bu bahsettiğimiz manada kullanılıyor. Adı geçen bu meseleyi bir daha incelemek gerekir, demektir.

[3] 32. Söz

[4] 20. Söz

5-7 Mantık ilminde birincisine mutabakat delaleti, ikincisine iltizam delaleti, üçüncüsüne tazammun delaleti, denilir.

[8] Evet, büyükçe bir ağaç bir havuz kadar su ve canlılık malzemelerini içerir.

BS

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum