İYİ BİR FİNAL

İYİ BİR FİNAL

Cemil Karakullukçu'nun hikayesi

Bir hafta sonunun sabahında, güneş ufku kırmızıya boyayarak yeniden doğarken, yeni bir güne değil, yepyeni bir hayata doğduğumu sanmıştım. Üzerimde garip bir duygu vardı. Bir hafta boyunca beklentilerimin tersine zoraki bulaştığım duygulardan hiçbir iz yoktu. Yalnızca bir hafta boyunca girip çıktığım duygulardan mı? Gözlerimi hayata ilk açalı beri geçen süre içinde beni olumsuz etkileyen her şey silinmişti adeta bilgisayarın “delete” düğmesine basar gibi. Daha birkaç saat önce gece yarısında, uyumadan biraz önce, öfkemi zirveye çıkaran ve kısacık uykumu defalarca bölen olayı bile unutmuştum.

İşte güneş bilmem kaç bin kez dünyaya merhaba derken, ovaya göre dağ başı olarak adlandırdığım yüksek tepenin bir kayasında oturuyordum. Güneş o güne yeniden doğuyordu, tamam. Bense, buna fazla vurgu yapmamı çok görmeyin, evet bense, sanki yeni bir hayatın eşiğindeydim. Ne geçmişin izleri ne de geleceğin kuşkuları vardı üzerimde. Suriye’nin Türkiye’ye sınır ovasında, güneş, ufku zorlayarak koca bir ateş koru gibi çıkarken, ben ilk insan gibi dünyaya yeni inmiş gibiydim. Güneşin doğuşuyla yavaş yavaş açılmaya başlayan, ama henüz geceden kalan koyulukta olan gökyüzü ile yeryüzünün tam ortasındaydım. İnsanlık tarihinin başladığı bu aşamada atamız ilk insanın duyguları nasıldı? Onun korktuğunu sanmıyorum. Bende ise garip bir korku vardı; vardı ama nedense bana haz veriyordu. Kaçınılmaz bir korku gibi geliyordu bana. Her şey silinmişti kafamdan. Birkaç günden beri benimle olan ve zor gecenin sabah uykusunu çeken dostlarımı da çoktan unuttum.

Bir başınayım şimdi. Duygularım son derece sakin. İçimi dinliyorum; bir savaş sonrası durgunluk ya da savaş öncesi sessizlik hâkim bende. Bir de çevreme kulak vereyim dedim. Çevremde yalnızca çok derinlerden gelen kuş cıvıltıları vardı ve bir de nerdeyse gözüme girecek sabah sinekleri. Sessizlik hoşuma gidiyor; yani içimdeki sevince benzeyen duyguyu özümsememe yardım ediyor. Güneş ufukta bir karış kadar yükseldi. Gecenin serinliği kaybolmuş değil. Güneş ha bire yükseldikçe sıcak da artacağa benziyor. Sıcaktan zeytin ve fıstık ağaçlarının yanıp tutuşmasına ramak kaldı.

Benim, dünyanın en yüksek yerinden, Himalayalardan, Altaylardan, Everestlerden çok daha yüksek bir noktadan dünyaya baktığıma inancım tam. Bu kaya parçasından bütün dünyayı görüyorum, hatta evreni de ve evrenin gizemini de. Yeryüzünün derinlikleri ile gökyüzünün yükseklikleri benden uzak değil. Sönükleşmeye yüz tutan sabahyıldızını ve denizin dibindeki inciyi elleyecek gibiyim. O kadar ki evrende var olan bütün nesnelerle iç içeyim sanki. Buna karşılık o denli yalnızım ki, etrafımda canlılardan bir iz yok. Ama ben bundan oldukça haz duyuyorum. İlk insanın duyduğu hazzı ben de alıyorum. İlk insan, çiçeği burnunda insanlığa yön vermişti. Ben kendi hayatıma yön verebilecek miyim acaba?

Gecedeki ben değilim. Ne olmuştu ki, sadece birkaç saat öncesinden bambaşka bir duygu ya da duygular bana misafir şimdi. Misafir diyorum; çünkü kalıcı olmadığını deneyimlerimden iyice belledim. Bazen serada ve bazen Süreyya’da olmak benim huyum. Ama olsun, bu acayip hazzı anlık için de olsa tatmak güzel bir şey. Bir anda, yani en küçük zaman parçası kadar bir süre içinde bile insana verdiği hoşnutluk dünyalara bedel. Belki de birkaç saat önceki o dayanılmaz ruh cenderesini tamamen unutuşumun nedeni bu.

Biliyorum ben ruhumun med ve cezirlerini. Kâh minarenin zirvesinde kâh kuyunun dibinde oluşumun acılarını bana sorun. Sorun, o inip çıkmaların bana neler yaptıklarını ve beni ne hale koyduklarını. Bu da o gelgitlerin doyumsuz anlarımın biriydi işte. Öyle de, o bir haftalık içine düştüğüm anaforlara sabredişimin bir ödülü mü yoksa daha sonra karşılaşacağım güzel anlarımın bir habercisi ya da bir muştusu mu?

Hep böyle, geçmiş ve geleceğin yüklerinden arınmış bir rahatlama sürüp gitseydi ya. İşte şimdiki içinde bulunduğum an güzel, hem doyumsuz. Her şey dost bana. Düşman bakışlardan çok uzağım. Bir sevgi dalgasının tam ortasındayım. Dünyadakiler yetmemiş gibi evrendekiler de etrafımda halkalar oluşturmuş. Ben aralarında uyuyan bebekler kadar rahatım. Gözlerim açık ve alnımın kırışıkları kaybolmuş. Tüy kadar hafifim. Evet, hep böyle sürüp gitse ne olurdu?
Sahiden sürüp gitse… Çocuklar gibi geçmiş ve geleceğin baskısından uzak olsam! Dünyada cenneti yaşasam ve zihnim işe yaramaz bilgi kırıntılarından, takıntılardan boşalsa! Ama bu doyumsuz anın sürüp gitmesi bir monotonluğu getirmez mi diye de düşünmüyor değilim. Oysa benim ruhum sürekli değişimlere maruz kalmış ve bundan ötürü de acılar çekmiştir. Bu hazzın zirvesinde ne düşünüyorsam düşüneyim, sayısız deneyimlerim, acıların bile bana haz olduklarını gösteriyor. Acı ve sonra bir rahatlama… Birkaç saat önceki o acı olaylar beni rahatsız etmemiş olsaydı, şimdiki anımın doyumsuzluğunu tadabilecek miydim? 

Yok, ben gelgitlerin çocuğuyum. Tatlı ve acı, sevinç ve öfke, sevgi ve korku, yumuşak ve sert bende iç içe. Deniz dalgasız ve gönül sevdasız olmaz. İnsan, zirve ile kuyu dibi arasında uzun bir yolun yolcusu. Hayatımın bu çizgisinde bir el, elbette bir el olmalı, çünkü onda benim hiçbir hissem yok, evet bir el, bana mutluluk gülünü uzattı ve ben onu kokluyorum buracıkta. Gül ne kadar koklanır ki!

Bu gül geçmişin bir ödülü mü yoksa geleceğin bir muştusu mu? Yine aynı soruyu soruyorum kendime. Öyle de olsa böyle de olsa ne olacak? Ama bir de şöyle düşünüyorum: İnsan, kendini bunca etkileyen psikolojisinin kaynağını merak etse ne olur? İnsan kendini başka tür nasıl tanıyabilir? 

İşte tam bunu düşüneceğim bir anda dostlardan biri “Haydi geç kaldık!” diye sesleniyordu. Nereye? Sabah kahvaltısına davet edilmiştik. Artık davetlerden gına geldi ya. Kalabalıklar ruhumu sıkıyor çünkü. Bir hafta boyunca son derece zengin, misafirperverliğin daha çok ruh güzelliğinin yansıtıldığı sofralarda ağırlandık ama kahvaltıya davet edilmemiştik. Evlerde bize sunulan bu ziyafetlerde içtenliği, paylaşmayı, misafir memnuniyetini, saygıyı, sevecenliği ve ruh güzelliğini çokça gördüğümüzden, yeniden bu duyguları yaşayacağımdan kuşkum yoktu.
İçtenliğin bütün inceliklerinin sergilendiği ziyafetlerin sonuncusuydu bir hafta boyunca kaldığımız Halep şehrinde. Sahibini daha önceden tanıdığımız mütevazı evde ağırlayacaklardı bizi. Misafir onlar için gerçekten bir onurdu. Suriye’de son günüm ya, pek de sıkılmıyorum artık.

İki katlı evin kapısında baba-oğul karşıladı bizi. “Hoşamedi” den sonra, buyur ettiler içeriye. Giriş kapısının hemen sağında bir kapı daha vardı. Dört merdivenle bir alt kata geçit veriyordu. Oraya yöneldim. Ama ev sahibinin saygılı el işaretiyle üst kata çıkacağımızı anladım. Basamakları çıkarken, merdivenlerde duran ve dolu dolu bakışlarla bizi izleyen sevimli çocukların yanaklarından okşadım. Gözleri iri ve güler yüzlü çocuklardı. Hepsi de ilgimi çekmişti. Kaç merdiven çıkıldığını unuttum bile. Sonunda oturacağımız odaya çıktık. Alışık olmadık bir şekilde divanın duvardan yana olan yerine oturmamı rica ettiler. Burası odaya hâkim bir yer olduğundan baş misafirlere ayrıldığını anlamıştım. Ev sahibi baba-oğul yeniden tokalaşarak bize merhabalar dediler. Rahat olmamızı yinelediler. Burası sizin eviniz dediler.

Suriye sıcak bir ülke… Bulunduğumuz bu mekânda ise vantilatör sürekli çalışıyordu. Kapılar ve pencereler açıktı. Hava sirkülasyonuyla içerisi gerçekten rahat edilecek konumdaydı. İçinde bardak ve fincanlar küçük bir büfe, ailenin büyükleri olduğu anlaşılan duvarda asılı sakallı bir fotoğraf, yerde çiçek motifli bir halı, yer ve dayama minderleri, mütevazı odanın başlıca donanımlarıydı. Ama bu odada en çok ilgimi çeken ise, iki kapının tam ortasında, yer beşiğinde kendi kendine sessiz duran ve öteberiyi süzen oldukça dolgun bir bebekti. Onu işaret edince, evin tek oğlan çocuğu olduğunu söylediler. Doğrusu oğlan çocuğu duruşu üzerindeydi. Henüz dört aylık olduğunu da ekledi babası. “Başka var mı?” dedim. Bir isim söyledi babası; içeriden bir kız çocuğu geldi. Ona son derece nazik ve yumuşak bir ifade ile misafirlere hoş geldiniz demelerinin gerektiğini söylediğini zor da olsa anladım.

Gözüm, etrafı soğukkanlı kolaçan eden bebeğin üzerindeydi ki, bir de ne göreyim büyükten küçüğe sıralanan ve birbirinden güzel kız çocukları içeri doluştu. Yalnızca on ya da on bir yaşında olan büyüğü başı kapalıydı, diğerlerinin başları açıktı. Büyüğü son derece ciddiydi; ama diğer kız kardeşleri oldukça güleçti. Hepsinin gözleri irice ve simsiyahtı. En belirgin benzerlikleri de gözleriydi galiba. Herkesin ellerini öptüler. Tam altı kızdı. Büyükleri kapıdan çıkarken geri geri çıktığını ilgimi çekti. Bu hiç kuşkusuz bir saygı ifadesiydi. Evet, tam altı inci tanesi kapıdan çıkarak sessizlikte kayboldular.

Oğlan çocuk altı çocuğun yedincisiydi. Peş peşe kızlarının olması, anne-babayı oğlan çocuğa ulaşma gayretine soktu besbelli. Oğlan çocuğu Suriye halkının da özentisiydi. Onlarda nüfus planlaması gibi bir önlem de yoktu. Çok çocuklu olmak ve hele oğlan çocuğu onların övünç nedeni…

Altı kız çocuğu evin bereketiydi, hele de birbirinden sağlıklı ve güzelseler. Altı kız çocuğu demek, altı oğlan çocuğu demekti, zenginlikti. Kız sevgi demekti. O demektir ki anne-baba altı sevgi halesiyle kuşatılmış. Düşündüm; bu evde hâkim olan şey sevgiydi, saygıydı ve letafetti. Bu altı kız, içeriye altı sevgi yumağı gibi girdi ve birbirinden farklı altı sevgi halesi bırakarak çıktılar. Her birini ayrı ayrı öpmek ve bağrıma basmak geldi içimden. Ben de sevgi halelerinin tam ortasında olduğumu hissettim. “Erkek çocuklarını seviniz” buyurdu Peygamber; “kız çocuğuna ne oldu?” denilince de kız çocuğunun zaten kendini sevdirdiğini söylediler. İşte bunun kanıtını Suriye’de, bu evde ve bu altı kız çocuğunda somutlaşmış olarak gördüm.

Oğlan çocuğu altının yedincisi olarak dünyaya şeref verdi ya; artık bu çocuk evin belki de en sevimli olanıydı. İki küçük kız, oğlan kardeşlerinin yanı başındaydılar. Onu gözleri gibi kolluyorlardı. Babalarına “Çok mu seviyorlar?” dedim. “Kesîr/çook” dedi. Sevdiklerini bana göstermek için, iki-üç yaşında olan en küçük kızına, oğlan çocuğu için “döveyim mi onu” diye şakadan sordu. Hemen atılarak ve kol kanat gererek “la-hayır” dedi. Güldük. Bu oğlan çocuk evin tam bir maskotuydu.

Altı kız ve bir oğlan çocuğu benim hayalimin süsleri ve objeleri olurlarken, büyük kız aynı ciddiyetle elinde tepsi içeri girdi. Olgun kadın edasıyla, büfeden bardak ve fincanları tepsiye yerleştirdi ve tepsiyi özenle iki eline aldı. Kapıdan yine geri geri çıktı. Saygı ruhuna işlemiş ve davranışlarına sinmişti. Birkaç dakika sonra tepside bardak dolusu içeceklerle geldi. Aynı saygı edasıyla başmisafirden başlamak üzere içecekleri dağıttı.

Odada her zaman birlikte olduğumuz birkaç dostla baba-oğul ev sahipleri sohbete dalarlarken, ben pek oralı değildim. Şimdiye kadar hiç ağlamayan bebek ve yanındaki iki ablası ilgimi daha çok çekiyordu benim. Orada bulunan iki ablanın küçüğünün elinde kayısı vardı; iki ince parmağının ucunda yemeye çalışıyordu. Babası fark edince, ona usulca, duyamadığım bir şeyler söyledi. Kız çocuğu emre uyarak hemen kalkıp gitti. Besbelli ki onun içerde yemesini istemişti. Altı çocuk oyun çocuğuydu; ama içerden en küçük bir gürültü gelmiyordu. Misafire saygı bu küçüklerin ruhuna da kazınmıştı.

Aradan bir saat geçmedi. Ailenin büyük kızı, yine aynı ciddiyetle, muhatapta saygı uyandıran o küçük yüz ve başörtüsüyle kapıda göründü. Orada bulunanlara sanki sayar gibi bir göz attıktan sonra elindeki yer sofra bezini özenle serdi. Sofra hazırlığını yapıyordu anlaşılan. Küçük parmaklarıyla özenle ha bire tabak taşıyordu. Her tabağın altından tutuşu dikkatimi çekmişti. Kimi tabakları babasının yardımıyla sofraya koyuyordu. Kaç sefer ettiğini saymadım ama sofraya koyduğu tabaklardan belliydi. Saydım, bardaklar hariç tam yirmi dokuz tabak vardı. Nohut unu zeytinyağlısından tutun süt ve yoğurda kadar her şey vardı sofrada. Büyük kız bir kez daha gelmişti, ama elinde bir şey yoktu şimdi. Onu izliyordum. Sofraya bir göz atmıştı, bir eksik var mı diye. Başka yere bakmadan geri dönüp çıktı. Biraz sonra tekrar içeri girdi. Yüzünde hafif gülümseme vardı. Babasına baktı. Bakmasıyla babasının ayağa kalkması bir oldu. Görev babaya düşmüştü demek. Babası hepimizi sofraya buyur etti. Hepimize afiyetler diledi. Yer sofrasına hepimiz oturduk.

Dileyen süt ve dileyen çay istedi. Ama bana önce süt ikram ettiler. Olur ki, süt içmem diye düşündüler. Sofra Halil İbrahim bereketiyle doluydu. Sofrada olanların hepsinden tatmamı adeta zorladılar. Onlara göre misafirin memnun kalması onur sebebiydi. Hele misafir çekinken ise, ısrar etmeyi bir misafirperverlik gereği olarak bilirlerdi. Bana sürekli şundan bundan tat diye demeleri bundandı. Ben de hatırlarını kırmak istemiyor ve mümkün oldukça hepsinden tatmaya çalışıyordum. Sofrada bolluğun yanında daha çok görülmeyen bereket de, gönül zenginliği de, ikram da vardı.

İşte ben, bu görülenden çok görülmeyene dikkat ediyordum. Onlar zengin değildi; ama çok büyük manevi zenginlikleri vardı. Onlar olanla övünen ve olanı sonuna kadar ikramda bulunmayı isteyen insanlardı. İşte bu hava misafir olduğumuz evlerin başat özelliğiydi. Yemeklerden çok bu hava, bana gıda olup çıkmıştı. İç güzelliğin her zaman dış güzellikten daha önemli olduğunu bir kez daha yaşadım.

Kahvaltı yapıldı. Sofranın kaldırılması sofrayı kuranındı elbette. Bütün ciddiyetiyle içeri girdi evin büyük kızı. Yüzünde ağırlanan misafirlerin memnuniyeti vardı. Boşanan ve yarı boşanan tabaklardan birkaçını içeri götürdükten sonra, kızların en küçüğü hariç hepsi arkasından gelmişlerdi. Birkaç saniye içinde sofrayı karınca misali kaldırmışlardı. “Eyvah” dedim. Bu manzarayı fotoğraf karesine almalıydım. Evin altı kızın hamaratlıklarını, içtenliklerini, sevecenliklerini ve hizmetlerinden ötürü sevinçlerini…  Ama fırsat henüz kaçmamıştı. Makinemi arabadan ısmarladım. Hepsini bir arada fotoğraf makinesine almayı rica ettim. Geldiler. Erkek kardeşlerini de aldılar. Poz verdiler. Sağdan sola ön sırada Rukiye, Rümeysa, Raşide ve arka sırada Rahime, Raziye, büyük kız Rabia ve kucağında Rüşen, fotoğraf karesinin unutulmaz çiçekleriydi.

Şimdi anladım sabahki halimin ne olduğunu. Sıkıntı ile sevincin tam ortasında sabah halim bir köprüydü. Bilmem kaçıncı kez daha gördüm insanın başına gelen her şeyin güzel olduğunu. Şimdi de bir muştuyu yaşadığımı anlamıştım. Ya da yaşadıklarımın ödülünü… Ödül ve muştuyu bir arada yaşamak hazların belki de en güzeli.

Evet, her zorluğun arkasından gelen ferahlığı kaç kez yaşadım. Siz bilmem ama ben hala yarınlara karşı kuşkuluyum ve bundan da o denli rahatsızım. Zihnim beni nereye sürüklerse sürüklesin, içinde olduğum bu halim, yedi günlük Suriye gezimin finaliydi, sabah kahvaltısı ve bu kahvaltıda tanık olduklarım. Güzel bir sondu ruhuma ve hayalime silinmez izler bırakan.

O iri gözler, o sevecenlikler, o içtenlikler, o iltifatlar, o saygılar ve o edepler. Kapıdan çıktığımızda güneşin bütün hararetiyle üzerimize çöktüğü bir anda bile içimi serinletiyorlardı.