İlmihal Dindarlığı Üzerine

İlmihal Dindarlığı Üzerine

Şahin Doğan'ın yazısı...


‘Akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir’ der mana semasının yıldızları olan ariflerimiz.

Her an kafir olabileceği korkusuyla havf yörüngeli bir hayat sürmek, uçurumlara yuvarlanabileceği endişesiyle tir tir titremek. İman gibi kainat kadar büyük bir nimete nail olduktan sonra iblis’in fısıltılarına kanıp onu elden kaçırma telaşı içine girmek.

Hz. Peygamber’e (a.s) nazil olan Kur’an’ı değil, beden ülkemizin kabesi kalbimizin içine nazil olan Kur’an’ı okumak, dinlemek. Onunla bütünleşmek bir nevi Kur’an’laşmak. Yürüyen Kur’an, konuşan Kur’an, hisseden Kur’an olmak.

Taklit temelli bir imanın, hadiselerin taarruzu karşısında mukavemet katsayısı yetersizdir. Onu tahkik şuuruyla, ihsan ufkuyla taçlandırmak gerek aksi halde tepetaklak olmak ihtimali her an mukadderdir.

İslam’ın delisi olmak, mecnunu olmak. O sevda uğruna bütün masivayı arkasına atmak. Böyle yetişmiş on tane mecnun dünyanın makus talihini değiştirmeye yeter, der Bediüzzaman.  İslam’ı hayatının biricik amacı haline getirmek günümüz seküler insanın gözünde bir kelimeyle delilik.

Müslümanlığı şekilde, surette, zahirde yaşamak. Bir çeşit kültür Müslümanlığı daha oturaklı bir ifadeyle formel  Müslümanlık.

Medresenin tarih boyunca izini sürdüğü, üzerinde titrediği  ve halka aşılamağa çalıştığı şey ilmihal dindarlığı. Daha teknik bir tabirle klasik dindarlık.

Mümeyyiz vasfı: Formalite. Şekilcilik. Aksesuar. Ritüel.
Buna mukabil tekkenin rahminde filizlenen, kökleşen ve çevresinde dal budak saran şey: ‘Barok dindarlık.’
Mümeyyiz vasfı: Derinlik. Genişlik. Uyumsuzluk.

Kelimelerin gerçek hukukunu koruyarak konuşmak gerekirse iman ve dahi ihsan, en kamil manada, medreseden ziyade tekkede temessül eder. ‘Ruhi hayatın minyatürü’ tekke. Tevazuun, mahviyetin ve hacaletin diyarı.

Gazzali, Rabbani, Dehlevi, Hasan El Benna, Kenan Rifai,  Abdülhakim Arvasi, Rene Guenon, Roger Garaudy, hep bu bahçenin güzel rayiha veren çiçekleri.
Üveysilik, Halvetilik, Celvetilik, Kalenderilik, Melamilik…

Bütün cürufuna, bütün hurafesine, bütün bozulmuşluğuna, bütün derbederliğine rağmen hep sevimli, her daim munis. İnsana dair egzistansiyel (varoluşsal) birçok bilmecenin vuzuha kavuştuğu tek adres.

Şekil, hakikate ulaşmak için sadece bir köprü,  bir merdiven, bir berzah; asıl olan hakikatin ve mananın bizatihi kendisi.

Gazzali’nin Nizamiye Medresesinde Rektörlük gibi büyük bir payeyi bırakıp ‘kuytu kuşeler’ olan tekkeye sığınışı. Tekkeye yani kendi gerçekliğine. Hakikatine. Varlık sancısıyla şakakları zonklayan her soylu kumaşın sabır çeşmesi tekke.

Üç ufuk, üç merhale, üç basamak:İman, İslam ve İhsan diyor, alemlerin efendisi. ‘Benim efendim, yol da kemendim.’

İman, akideyi, İslam pratik yaşamı, ihsan ise deruni iç hayatı sembolize eder. İman ve İslam’ın sonucu ihsanda düğümlenir, onunla taçlanır, onunla kristalleşir.

'İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi ona kulluk etmektir.’ Marifet bilgisinin nihai sınırı.
Bütün ibadetler, kılınan namazlar, tutulan oruçlar, verilen infaklar, yapılan cihatlar bu yüce amaca matuf değilse tek kelimeyle hepsi birer angarya.
İhsan ufku, Ali Şeriati’nin de bir yerde dediği gibi, İnsanı kuşatan dört zindandan biri olan benlik zindanından kurtulmanın yegane çaresi.

Bir ağaca benzetecek olursak; iman ağacın temeli, İslam gövdesi, ihsan ise meyvesi. Meyvesiz bir ağaç nasılsa ihsansız bir kullukta aynen öyledir. Mat, renksiz, sevimsiz ve verimsiz.
Her şey kabukta, yüzeyde ve dekorda. Kibir kokar, gurur kokar, ego kokar. Fasit bir daire içinde dönüp durmak  biteviye.

Hz. Musa’nın Sina dağı yamacında, mukaddes vadi olan Tuva’nın yanında, Efendimizin Hira mağarasının içerisinde duyduğu o esrarengiz haşyet.
Kültür Müslümanlığı ya da formel Müslümanlık küfürden bile daha tehlikeli, daha ölümcül. Çünkü içinde ülfet var, ünsiyet var, akışkanlık var. Bunlar ise hakikatin en azılı düşmanları.

Sen kendini hakikate tam açmazsan, hakikat açmaz kendini sana. Zira her ‘mana nazlı ve cilvegir.’
Muhammed İkbal, Londra da tam on sekiz yıl o sisli ve bulanık havada hiç teheccüd namazı kaçırmadım der, hatıralarında. Çocukluğunda Kur’anla kurduğu o aşk seviyesindeki ‘delice’ ilişki erbabının malumu.

On sekiz yıl o kasvetli, boğucu havada rabbiyle ilişkisini bu denli canlı ve diri tutmak üstelik diyar-ı küfürde. Kaç faniye nasip olur böylesi bir mazhariyet?
Deccal yazarının o bitimi olmayan nihilist ara sokaklarında aylarca dolaşma ve buna rağmen kullukta bu kabil bir şuur içerisinde bulunma. Bu nasıl fark, bu nasıl tefrik, bu nasıl temyiz?

La’nın son sınırında İlla’yı bulma bu olsa gerek. İlla’yı ‘o mübarek oluş sırrını’ yani.
Zahirden batına geçmeden, zevalde kemali görmeden, fanide bakiyi yaşamadan böyle derin bir ufku yakalamak mümkün değil.
Mesele retorikte ve ritüellerde değil, derunda, batında, barokta. Eskilerin o eskimez tabiriyle marifetullahta.