İkinci Şuayı anlamak -16

Zat-ı Ferd-i Ehad’enisbeten en büyük şeyin icadı en küçük kadar kolay ve en küçük şey de en büyük kadar kıymettar oluşunun birinci izahı Allah’ın kudretinin zatî oluşu idi. Bunu geçen yazımızda işlemiştik, şimdi ikinci madde olan kudretin taalluku eşyanın melekutunadırmeselesini anlamaya çalışacağız.

2. Kudret melekutiyet-i eşyaya taalluk eder

Bu konu Risalelerde pek çok yerde geçmekle beraber en uzun YirmidokuzuncuSöz’ün “fail muktedirdir” bahsinde İkinci Mesele olarak yer almış.

Kainatın ve içindeki eşyanın biri mülk diğeri melekut olmak üzere iki yüzü var. Mülk ciheti eşyanın, aklın zahiri nazarına görünen ve güzel-çirkin, hayır-şer, küçük-büyük, ağır-hafif gibi zıtlıkların bulunduğu, terettüb-ü esbab ve illiyet-maluliyet olan veçhi. Yani bu vecihte sebepler ve müsebbepler var. Elmayı ağaçtan almak ve ışığı güneşten almak gibi illiyet ve maluliyet ilişkisi var. Her sonuç bir sebebe takılmış. Görmek göze, işitmek kulağa, konuşmak dile ila ahir. Eşyanın zıtlıklara mahal olan bu cihetinde kudretin mübaşeretine muvafık düşmeyen halat olduğundan sebepler perdesi konulmuş. Kudret eşyanın melekutuna taalluk ediyor dediğimizde mülküne taalluk yok demek istemiyoruz zira;“hiçbir şey, hiçbir şe’n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüz’i olsun küllî olsun, o muhit iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.” (İkinci Şua) Eşyanın mülk cihetinde zahiri nazara hoş görünmeyen şeyler olduğundan aklın nazarına perde olması için İzzet ve Azamet, sebepler perdesini koyuyor. Zahir nazarda hoş görünmeyen şeylerde şikayetlerin Cenab-ı Hakk’a gitmemesi için bu perdeler konulmuş. Yoksa hakikat nazarında sebeplerin hakiki tesirleri yok. O sebepler ancak kusurlara ve noksanlara merci olmak, şikayetlerin hedefi olmak için aklın nazarına sunulmuşlar. En büyük bir sebebin bile en küçük bir müsebbebe eli yetişmez, onun varlığına illet olamaz. YirmibeşinciSöz’de Yedinci Sırr-ı Belagat’ta izah edildiği gibi aklın zahirî nazarında sebeple müsebbep bitişik gibi görünür. Nasıl ki uzaktan bakınca dağların tepeleri ile yıldızların meskeni olan sema bitişik görünüyor fakat dağların en yüksek yerleri ile yıldızların meskeni arasında hakikatte çok uzun bir mesafe vardır. İşte sebeple müsebbebin arasında da öyle uzun bir manevi mesafe var ki o mesafede Esma-i İlahiyye birer yıldız gibi tulu eder. Yani; sebepler perdesi arkasında asıl müessir Esma-i İlahiyyedir.

Eşyanın mülk cihetinde sebepler perdesi konulmuş fakat melekut cihetinde sebepler perdesi yoktur. Çünkü melekut cihetinde kudretin izzetine zıt olacak haller, noksanlık ve çirkin görünen şeyler yoktur. Kudretin direk taallukuna ve mübaşeretine layık olmayacak bir çirkinlik yoktur bu vecihte. Nuranî kudretin mukabilinde eşyanın melekutununşeffafiyeti var ki bir sonraki maddemiz olan “kudretin nisbeti kanunîdir” meselesinde nuraniyet ve şeffafiyet sırlarının tafsilatına gireceğiz.

Üç şey var ki bunların da melekut vecihleri gibi mülk vecihleri de şeffaf ve kirsiz olduklarından bunlara zahirî sebep vaz’ edilmemiş. Bunlar: hayat, vücut ve nur. Şekvaya (zahire bakan nazarın şikayeti) medar olacak bir şey bunlarda bulunmadığından bunlara zahirî bir sebep de konulmamış. Doğrudan Zat-ı Zülcelal’in kudretine bakıyor. “Hatta yağmur da bir nevi hayat ve rahmet olduğundan vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tâbi kılınmamış”(Lem’alar 332)

Eşyanın melekut veçhinde büyük-küçük gibi zıtlıklar olmadığından bir zerre ile şemsin kudretten gelen emirlere uymak noktasında farkı yoktur. Zira melekut cihetleri şeffaftır. Bir küçük damla ile denizin yüzü nasıl ki güneşi aynı hüvviyeti ile yansıtıyor ise, kudretten gelen emirlere uymak noktasında da zerre ile güneş omuz omuzadır.

Belki şöyle bir misal bunu anlamamıza yardımcı olur. Bazen olur ki bir işi yapmak isteriz ama bir türlü muvaffak olamayız. Söz gelimi her gece teheccüd namazına kalkmak isteriz ama bunu başaramayabiliriz. Aklımız kalbimiz buna taraftar olduğu halde muvaffak olamayabiliriz. Fakat ne zaman ki ruhumuzda bir intibah bir uyanıklık hasıl olsa öyle olabilir ki teheccüd kılmadan yapamayız. İşte ruhtaki küçük bir kıpırdanma bizim fiillerimize, düşüncemize ve her hissiyatımıza sirayet eder. Eşyanın melekutu da eşya için bir nevi arş, yönetim merkezi gibidir. Belki de eşyanın seması gibi.

Eşyanın mülk ve melekut cihetleri baktığımız noktaya göre değişebilir. Batın ismi cihetinden bakınca öncelikli olan eşyanın iç yüzü olacağından iç yüzü mülk, dış yüzü da melekut olur. Mesela kalb insanın batınındadır, yani insan mahiyetine takılmıştır. Bu cihetle insan kalbi içine alır. Zahir isminin hükmü altında bakınca insan zarf kalb ise mazruf (zarf tarafından içerilen) olur. Batın isminin hükmü cihetinden bakılınca da kalbzarf (mülk ciheti), insan ise mazruf (melekut) olur. Arş ile kevn (yaratılmışlar) arasında da aynı ilişki söz konusu. Batın ismi nokta-i nazarında arş mülk, kevn ise melekut iken; Zahir ismi nokta-i nazarında kevn mülk, arş ise melekuttur. Biz eşyanın melekutunu konuşurken hep Zahir ismi noktasından değerlendiriyoruz. Böylelikle mülk görünen dış yüzü, maddi ciheti; melekut ise gayb olan, tedbir, idare ve tasarrufuna bakan iç yüzü oluyor.

Fatır-ı Hakîm eşyanın tasarruf ve idaresinde külli kanunlar koymuş ve bu kanunların temsilcisi, nezaretçisi, taşıyıcısı da melaikeler. “Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir, "Kelâm" sıfatından gelen şeriat-ı İlâhiyeninhameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir; öyle de, melâike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı "İrâde" sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyeninhamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i hakiki olan Kudret-i Fâtıranın ve İrâde-i Ezeliyenin emirlerine tâbi bir nevi ibâdullahtırlar ki, ecrâm-ı ulviyenin her biri onların birer mescidi, birer mâbedi hükmündedirler.”(sözler 511)

Peki eşyanın melekutu dediğimizde o şeyin müekkel melaikesini mi kast ediyoruz? Bu soruya, ‘hayır daha fazlasını’ diye cevap verebiliriz. Mesela bir şeyin Cenetteki veya Cehennemdeki görüntüsü ve karşılığını da o şeyin melekutu içinde değerlendirebiliriz. Veya o şey ile Cenab-ı Hakk’ın murad-ı İlahîsi de o şeyin melekutudur. Mesela acaba Bediüzzaman Hazretlerin’ne zindanda iken “kardeşlerim merak etmeyin Rahmetin İltifatı devamdadır” sözünü söyleten, içinde bulunduğu elîm halin hangi tarafıdır? Bizim zahirde gördüğümüz vecih değil her halde…

Eğer eşyanın icad ve idaresinde kanunlar ve namuslar olmasa idi bizim eşya hakkında, yaratılanlar hakkında değil ilim yapmamız bir bilgiye sahip olmamız da mümkün olmazdı. Diğer taraftan bu kanunları ilah zannetmek ve onlarda her şeye şamil ilim irade ve kudret tasavvur etmek de ancak Allah’ın varlığını kabul etmemek için kasten bahaneler aramanın bir neticesi olabilir.

Peki eşyanın melekutu o şeyin ilmî vücudunu da içine alır mı? Eğer eşyanın melekutu dediğimizde o eşyanın şu an göz ile görünmeyen her şeyini kast ediyor isek elbette ilmî vücudu da buna dahildir. Öyle ise bir cihette her şey’in Allah’ın ilmindeki halini ifade eden ‘ayân-ı sabite’de bunun içindedir. Dokuzuncu Lem’a’dan anlayabildiğimiz kadarı ile ayan-ı sabite ikidir; biri Allah’ın ilmindeki ayan-ı sabite, bir de mahluk olan, levhi mahfuzdaki ayan-ı sabite.

Demek “her şeyin melekutu Allah’ın elindedir” (Yasin 83) demek her şey’in her şeyi Allah’ın elinde manasına geliyor. “hiç yaratan yarattığını bilmez mi?”(Mülk 14) Yaratan yarattığını yaratmadan önce de bilir, akıbetini de bilir, kendi ilm-i ezelisindeki halini de bilir, neye hizmet edeceğini de bilir, onu tabi tutacağı kanunları da kendisi yaratmakla bilir. Yani öyle bir bilendir ki yaratarak, hayat vererek, kayyumiyetine mazhar kılarak, Ferd, Adl, Hakem, Adl, Kuddüs isimlerinin cilvelerini onda nakş ederek. Alllah –u Ehad olduğunu onunla ilan ederek bilir. İçini dışını, evvel ahir zahir batınını yaratarak bilir ve Cemal ve Kemalinin nuruna çıkacak bir merdiveni onun içine yerleştirmek ile bilir. Manevi Cemal ve Kemalini o şey ile bildirecek mahiyette o şey’i yaratarak bilir. Bize de Rahmeti ile bunları bildirir ki O’nu bilelim ve bulalım. İşte Risale-i Nur’lar da bu nihayetsiz rahmetin bize uzanan elleridir. Demek eşyanın melekutu, eşyanın arkasında görünen ef’al, esma, sıfat ve şuunatı da ifade eder.

Peki bir şey’in fıtratı da o şey’in melekutudur diyebilir miyiz? “Fıtratın şehâdetisâdıkadır.

Fıtratta yalan yoktur; ne dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisânımeyl-i nümüvv der: "Ben sünbüllenip meyvedar." Doğru çıkar beyânı.

Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı ki, "Ben piliç olurum; izn-i İlâhî ola." Sâdık olur lisânı.

Bir avuç su, bir demir gülle içinde eğer niyet etse incimad, bürûdetin zamanı.

İçindeki inbisat meyli der: "Genişlen! Bana lâzım fazla yer." Bir emr-i bîemânî.

Metîn demir çalışır, onu yalan çıkarmaz. Belki onda doğruluk, hem de sıdk-ı cenânî,

O demiri parçalar. Şu meyelânlar bütün birer emr-i tekvinî, birer hükm-ü Yezdânî,

Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irâde. İrâde-i İlâhî, idare-i ekvânî,

Emirleri şunlardır: Birer birer meyelân, birer birer imtisâl, evâmir-i Rabbânî.

Vicdandaki tecellî aynen böyle cilvedir ki, incizab ve cezbe iki musaffâcânı,

İki mücellâ camdır; akseder içinde Cemâl-i Lâyezâlî, hem de nur-u imânî.”(Lemeat Tenvir N. 19)

Bir şey’in içini açınca ondan ne çıkacak ise yani inkişaf ve inbisat edince ne ortaya çıkacak ise o şey onun fıtratıdır ya da fıtratında vardır. Kavun çekirdeğine bakınca kavunu göremeyiz fakat onu toprak altına koyar uygun şartları sağlarsak ve bunu yaparken de Bismillah ile kudretin tesirini celb edersek (İşarat-ülİ’caz Besmele bahsi) Allah dilerse, irade ederse içinden kavun çıkar. Yani o çekirdekte kavunun ilmî programı vardır ki buna da o çekirdeğin melekutu diyebiliriz.

Şeffafiyet sırrı ile ilgili bölümde bu konuya biraz daha değinmek temennisi ile burada tamamlayalım. Bir sonraki seferimizde “kudretin nisbeti kanunîdir” meselesi üzerinde tefekkür etmek üzere. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.