İdrakimize Vurulan Zincirleri Kırmak

İdrakimize Vurulan Zincirleri Kırmak

Leyla YILDIZ'ın yazısı.

               (1)


         Yenileşme Batılılaşma  


Tanzimat’la başlayan batılılaşma hareketleri toplumumuzun ruhunda gedikler açtı. “Kökünü beğenmeyen dal, dalını beğenmeyen meyve”lerin tohumları o yıllarda atıldı.

Türk’ün değerlerine, inancına, özüne olan güveni, “Yenileşme Çabaları” yaftası altında tarumar oldu. Kasideleriyle batılaşma cereyanın öncüsü Mustafa Reşit Paşa’ya övgüler yağdıran Şinasi’nin “Şair Evlenmesi”yle inancımızın mensuplarına karalar çalındı; örf ve adetlerimiz alaya alındı.

“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm.
 Dolaştım mülk-i İslami bütün viraneler gördüm”
mısralarıyla küfür diyarına olan hayranlığını haykıran Ziya Paşa’nın makaleleriyle batı medeniyetiyle karşısında geri kalmışlığımız gözler önüne serilerek kendimize karşı aşağılık duygusu aşılandı. Sadullah Paşa’nın “On Dokuzuncu Asır Manzumesi”yle Batının modern dünya görüşüne alkış tutulurken bir ucube olarak ifade bulan geleneksel dünya görüşümüz hak ile yeksan oldu.

“Vatanım ruy-zemin, milletim nev-i beşer, her değer saçma,her şeref, her saadet piç,her şeyin başı ve sonu hiç.” sözleriyle hayat felsefesini dile getiren Tevfik Fikret’in cedlerimize öfke kusması ve “Tarih-i Kadim”le mukaddesatımıza küfretmesiyle batılaşma çabaları marazi bir hal aldı.

Beşini Kol Faaliyetleri: Kolejler

“Kurtların istila ettiği bir yerde koyun olunmaz, arslan olunur.”   (Mehmet kayalar )                                                                        

1954 yılından itibaren eğitim dili İngilizce, Fransızca olan kolejlerin açılması ve genç beyinlerimizin misyonerler eline teslim edilmesi ile hastalık kronik boyutlara ulaştı. Sen Joseph, Robert Koleji, Galatasaray Lisesi,TED Koleji,Tarsus Amerikan Koleji gibi okullar,memleketin dört bucağında –İstanbul, Ankara, İskenderun, Harput, Merzifon, Antakya, Van…’da-bir nevi beşinci kol faaliyeti yürütmeye başladılar.

Geçmişimizde var olan manevi dinamikler, gözden düşürülerek başka toplumların manevi ve kültürel değerlerine hayran bırakılmak amaçlanıyordu. İstanbul un Fatihi “istilacı” diye kınanıyor; Türk’e “barbar” damgası vuruluyor; sultanlarımız “hain”,”kızıl” diye yaftalanıyordu. Ahlak inanç, vatanseverlik şehitlik, kahramanlık gibi değerlerimizle alay ediliyordu. Cinsel özgürlük, ilericilik, medeniyet gibi kavramlar sık sık vurgulanıyor, inanca ve değerlere bağlı kalmak gericilik, köhnelik, yobazlık, taassup olarak nitelendiriliyordu. Böylece kendine güveni azalmış bir toplum olarak aşağılık duygusuyla modern toplumları taklit etmeye koyulduk.

İngiliz Fransız ve Amerikan misyonerler hedefine hızla ulaşıyordu. Gazzaliy’i tanımdan Decartes’i tanıyorduk. Mevlana’yı anlamdan Eflatun’un “idealar”ını kavrıyorduk. Fuzuli’ye aşina olmadan Goethe’ye âşık oluyorduk. Gittikçe yabancılaşıyorduk. Türkün yapı taşları ölüme sürükleniyordu. Kimliğimiz bir neslin amentüsünde çarmıha geriliyordu. Dalları geleceğe uzanacak olan kökümüz kazınıyordu. Orhun Kitabeleri birer barbarlık numunesi olarak yerle bir ediliyor; Dede Korkut Hikâyeleri, baş kesme kan dökme edebiyatı diye kulaklarımızdan siliniyor; Kutadgu Bilig, Divan-ı Lügat’ıt Türk gibi hazinelerimiz köhne, anlaşılmaz diye yağmalanıyordu. Itri,Farabi, Dede Efendi, Yesevi, Biruni ,Raziler sisler perdesi ardından boynu bükük bakıyorlardı.

Shekspeare ile uyuyup Balzac ile uyanıyorduk. Aristo fikir babamız,Sokrates dedemizdi.

Yer çekimi Newton ile vuku buluyor. Dünya Galileo ile dönüyordu.Darwin’in evrim teorisinin ardından sürükleniyor,Einstein’in izafiyet teorisine kilitleniyorduk.Motzart’ın senfonileri ile ruhumuzu besliyor,Barok tarzıyla mimarimizi süslüyorduk.Da Vinci’nin “Mona Lisa”sı karşısında çayımızı yudumlarken hayallere dalıyorduk.

  Anadolu’da “Anatolia” Liseleri

“Tabirleri ve kavramları düşmana kaptırmak mevzileri kaptırmak kadar tehlikelidir.”

Kültür emperyalizmin alanı yeni halkalarla genişliyordu: Anatolia Liseleri… Yabancı dille eğitimin hedeflendiği kendi vatanında Türk öğrencinin yabancı durumuna düşürüldüğü liseler.

Bir taraftan Fizik, Matematik, Kimya Coğrafya… gibi dersler İngilizce anlatılarak bilim yok edilmeye çalışılırken bir taraftan da emperyalistlerin eli anadilimize uzanıyordu. Türkçeye hâkim olmadan İngilizceyle haşir neşir oluyorduk. Yeni lisanımız Türkilizce idi. Dilimizi kaybediyorduk. Asırlarca onunla duyup düşündüğümüz eserler verdiğimiz, birbirimizi sevdiğimiz, anladığımız Türkçemiz can çekişiyordu. Sözünü kaybeden özünü de kaybeder. Dilimizi kaybederken kimliğimizi de yitiriyorduk. Biz kimdik? Nereden gelmiş nereye gidiyorduk? Nef’i’yi, Şeyh Galip’i Necati’yi anlayamıyorduk artık. Geçmişimiz bize el uzatırken biz ceddimize sırt dönüyorduk.

Çağdaşları Arapça, Farsçayla şiir yazarken Türkçeyi yegâne şiir dili olarak kullanan “Ben Türkçe’nin fezasında tabiatımın atını koşturdum; hayalimin kuşunu kanatlandırdım.”diyen Nevai’yle bağımızı koparıyorduk. Baki’yi, Neşati’yi anlayan nesle aşina değildik.

Bir taraftan da sayısız heyula kelimeler Anglo-Sakson dillerinden sözlüğümüze hücum ediyordu. İstiklal Savaşı’nda “namusa uzanan el kamusa uzanıyordu.” Batı dil yıkımının ne anlama geldiğini çok iyi idrak ediyordu. İngiliz yazarı George Orwel “1984” adlı romanında, milletleri dil yıkımıyla çökertip bir takım sürüler haline koymak isteyenlerin hedeflerini ve hikâyesini anlatır. Bir sürü olmaya doğru gidiyorduk. Alışveriş merkezlerimiz, yiyip içtiğimiz, gezip eğlendiğimiz yerlerin adı İngilizce’ydi. Biz Türkçenin ezeli âşıkları, artık La Fontaine’nin horozu gibi mücevherin değerini bilmiyorduk onu boncukla değiştirmeye kalkıyorduk.

 Beyaz Perdeyle Gelen Karanlık

“Ey beyaz adam bize ışığı vaat ettin ama kendi karanlığını getirdin.”  (Afrikalı Yerli)

Teknik ilerlemenin para, güç, konforlu yaşamın hüküm sürdüğü, zincirlerin kırılıp sınırların tanınmadığı, her türlü özgürlüğün pirim yaptığı Batı medeniyeti olanca ihtişamıyla beyazperdeden dışarı fırlayıp değerlerin, itaatin, vicdanın, haram ve günahların hâkim olduğu Doğulu toplumların aklını başından alıyordu.

Yazıl ve görsel basının silahlarıyla da değerlerimizi maziye gömen batı medeniyeti altın kaplama kâse içinde kendi değersizlini sunuyordu.

Çağdaş Batı, kurt masalında bize “Kırmızı Başlıklı Kız” rolünü biçiyordu.

Hollywood filmlerinin ve reklamlarının hedef kitlesi genç kuşaklar, Avrupa’nın bit pazarında imal edilmiş hazır giysileri sırtına geçirince kültürünü de ruhlarına giyiyorlardı. Blue-jeanli, kulağı küpeli, omuzu dövmeli, prisingli gençler kimlik karmaşasına doğru sürükleniyorlardı.
“Bir elde kadeh bir elde Kur-an
 Bir helaldir işimiz bir de haram,
 Şu yarım yamalak dünyada
 Ne tam kafiriz ne tam Müslüman”
                                   ( Ömer Hayam)


                       (2)


“Yiğit Türkler, geleneksel giysilerini, insan giysilerinin bu en güzel ve en gösterişlisini bir kenara attılar ve bizim giysilerimizi yalan yanlış taklit etmeye başladılar. Türk’lerin bizden fazla bir şeyleri, güzellikleri vardı, onlara çirkinliğimizi vermeyi başardık. Bizim uygarlık taslayan bilgiçlerimiz ise buna ilerleme adını veriyorlar.”  (Victor Hugo)

Emperyalist güçler cephelerde ele geçiremediklerini ruhlarda ele geçiriyorlardı. Psikolojik savaş sonunda kaybettiklerimiz cephelerde kazandıklarımızdan fazlaydı.

“Kabuğumuza vurulan boyalar zamanla içimize işliyordu” kimliğimizin halkaları bire birer yok oluyordu.

“Budur cihanda benim en beğendiğim meslek

Sözün, odun gibi olsun hakikat olsun tek” diye haykıran Akif’e mukabil doğru sözü kaybettik. Sahtekârlık toplumumuzda geçer akçe oldu“Edep” kavramını televizyon sinemalara, dergi ve gazetelere gömdük. “Burnunu göstermekten utanan süt ninem”e mukabil sanat için soyunmayı senet gösterdik.

Sadakat, dışında sevap içinde günahı barındıran aldatmaya teslim oldu. Sadakate savaş açtık. Sütunlarda “eşinizi aldatma yolları” adıyla tavsiyeler öne sürerken “Aldatmak” adıyla çıkan kitap satış listelerini alt üst etti. “Hıyanetin tahtı vardı, tacını biz giydirdik.”

İç disiplinimizi kaybettik. Vicdanlar cüzdanların arasına sıkıştı.
Kanaati kaybettik “Irmak kenarında abdest alıyorsanız dahi suyu israf etmeyiniz” anlayışıyla yoğrulan bir toplum iken “Tüketiyorum o halde varım.” diyen bir güruha dönüştük.

Köşeyi dönmeye çalışırken dürüstlüğü yitirdik. “Dürüstlük meziyet oldu çağımızda”

Fırsat düşkünü olduk. Elimize fırsat geçtiğinde iş yerimizdeki arkadaşımızı aldattık, onun hakkını gasp ettik. Dostlukları pazara çıkarttık. Hesabımız kitabımıza uyuyorsa dost kaldık.

Parayı yere göğe sığdıramadığımızdan yüreğimize koyduk. Batının Pragmatist felsefesi marklar dolarlar, eurolar arasında gönlümüze sirayet etti. Ayaklarımız, ellerimiz ve gönlümüzle paraya zincirlendik. Biz ona değil o bize hükmetti. Çıkar çatışmaları arasında insanlığımızı yitirdik. Menfaatimize uzanan el olduğunda öfke ve nefret kustuk, saldırganlaştık.

Globalleşen dünyada refah düzeyimiz arttıkça gönlümüz fakirleşti. “Tuzağa saçtığımız taneleri cömertlik saydık” Sokaklara sadaka taşı koyan bir millet iken yardımseverlik iyilik kavramlarını “enayi”, “keriz” mefhumları ile eleştirdik.

Acıma ve merhamet hislerini yitirdik. Mimarisinde kuşları soğuğa ve rüzgâra karşı koruyan kuş evlerine yer veren yüksek karakterli bir milletin evladı iken annesini canice öldüren alçak bir evlat haline geldik.

Güven duygusunu hezeyanlarımızla kaybettik. İlişkiler arkadaşlıklar samimiyetsizlik girdabında boğuldu.

“Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” diyen Köroğlu gibi arkamızdan vurulduk. Güvensizlik bunalımı içinde gittikçe yalnızlaştık. Sanal arkadaşlıklara sığındık.Sanal dostlukları da arzularımıza kurban ettik. “Chat, Alo arkadaşlık”larda mahsumiyeti kaybettik. Mahremiyeti öldürüp arsızlığı medeniyet telakki edip baş tacı yaptık. Batını çarşısında sefih tarafına aldık yüksek tarafına tenezzül etmedik.

Koltuk hülyasına kapıldık. Oturduğumuz koltukta tevazuu kaybettik. Gururla baktığımız aynalar “küçük dağları sen yarattın” diye fısıldarken kulağımıza çakmaklaşan gözlerle kibir batağında boğulduk. Kuzunun hakkını kurda verdik.

“Suçsuz bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” diyen bir inancın mensubu iken tıpkı bir Avrupalı gibi köpek beslemeyi bebek beslemekten yeğ görüp kendi konforumuz, rahatımız için doğmamış bebeklere “kürtaj” adı altında suikastlar düzenledik.

Benmerkezci olduk kendimizi hayatın odağına koyduk. Güneşi bizim etrafımızda dönüyor sandık. Mahkeme salonlarında eşimizi kaybettik. Ego tatmini adına çocuklarımızın ruh sağlığına darbeler indirdik.

 (3)

“Bir çağın vicdanı olmak, idrake vurulan zincirleri kırmak, yalanları, hileleri yok etmek, propagandaları kırmak, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak için” kendimize dönmemiz gerekir. Dünü iyi bilenler, bugünü temin ederler.

Tarihini, değerlerini bilmeyen milletler hiçbir zaman büyük istikbal oluşturamazlar. Kendi kültürleriyle barışık yaşayamayanlar başka kültürlerin tesirinden kurtulamazlar.

Türk çocuğu, büyük ecdadını tanıdıkça öz güveni sağlam olur, köküne saygı duyar. Destanlaşan Çanakkale’yi ve ruhunu iyi kavrayan bir kuşak, gönlünde Batıya taht kurmaz. Farklı kültürlerle barışık yaşar, küreselleşen dünyaya entegre olur ama asimilasyona uğramaz.

Kendi kimliğimizle Global dünyada var olmaya çalışalım yoksa batının rüzgârı bizi yok olmaya doğru sürüklüyor.
 

         KAYNAKÇA
1-Psikolojik savaş, Nevzat Tarhan
2-Türkçenin Sırları, Nihat Sami Banarlı 
3-Bye bye Türkçe, Oktay Sinanoğlu