Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Hür değilim çünkü yemek yiyorum-1

Evimize gelen bir misafire, ağırlığına göre değer veririz değil mi? Mesela yan komşumuza bir çay ikram ederken, ayda yılda bir gördüğümüze, en azından bir yemek veririz. Bir vali veya cumhurbaşkanı misafir olsa, biraz şaşırır ne var ne yok ikram etmeye çalışırız.

İşte insan da bu dünyada öyle ağır bir misafirdir. Bu dünya misafirhanesi, o daha bu dünyaya gelmeden önce, en ince ayrıntılarıyla ona göre hazırlanmış ve onun hizmetine verilmiştir. O kadar ki insan, bu aleme bir de halife ilan edilmiş ama bu halife başıboş da bırakılmamıştır. Hani herhangi bir kişi, bir yere uğrasa, ona kimse ilgi göstermez ya da onu kameraya almayız. Ama bir yetkili şahıs gelse, bir sürü kamera ve haberci, onu takip eder. Hatta görevli eğer cumhurbaşkanı olsa; her sözü, bakışı, ilgisi, oturması, kalkması, yeme ve içmesine varıncaya kadar her şeyi en hassas şekilde kameralara kaydedilir ve bunlar zamanı geldiğinde kullanılmak üzere, muhafaza altına alınır.

İşte insan da şu kainatın bir nevi halifesi, reisi, kumandanı olduğundan, her hareketi, sözü, yönelişi kayıt altına alınmakta ve yeri geldiğinde kullanılmak üzere muhafaza edilmektedir. Bunu biz de istemez miyiz zaten? Mesela güzel bir günümüzün çekilerek, yıllar sonra bize gösterilmesini arzu etmez miyiz? Eski fotoğraflarımıza, sık sık başvurmamızın nedeni de biraz bu değil midir?Bunu, fıtraten isteriz.

Fakat burada başka bir durum karşımıza çıkmaktadır. Her an çekimde olduğunun farkında olan bir insan, tam rahat hareket edemez değil mi? Bu durum, zamanla insanın rahatlığını bozar ve ona biraz ağır gelmeye başlar herhalde. Sonra da pek farkında olmadığı, bazen de büsbütün unuttuğu bu kayıtta oluşunu, vehmi bir kuruntu ile inkara kadar gidebilir. Bunun asıl sebebi ise, kayıtlara geçmekte ve istikbalde ona mahcubiyet yaşatacak olan bazı halleridir. Halbuki bu muhafazayı yaptıran ve merhametli, bağışlayıcı olduğunu bildiren "Zat-ı Rahim" isterse; ileride tüm kayıtların açılacağı günde, mahcubiyet yaşatacak hallerini silebileceğini, bunun için de bir kelimelik özür ve pişmanlığın yeterli olacağını da bildirmektedir. Nefsinin ve şeytanın ve bir kısım kötü arkadaşlarının, sürekli ona "Sen artık mahvoldun, senden bir adam da olmaz, bu halinle özür bile dileyemezsin" şeklindeki tekinlerinin bunalttığı ve sonsuz rahmetten mahrum ettiği, ebedi bir felaket kapısının önüne açıldığı böyle bir ümitsiz adam, elbette bütün ruhuyla ya kayıtların açılacağı  böyle bir günün olamayacağını ya da böyle bir kaydın olmadığını, biraz da haddini aşarak kendinin güya hür ve serbest olduğunu da iddia ederek rahatlamış olacağını zanneder.

Böylece, her halinin muhafaza altına alındığını bilmesinden dolayı, maruz kalabileceği sinek ısırmasından kaçarak, kendini milyonlar ile o sıkıntıdan daha müthiş manevi sıkıntılara, belki yılan ısırmalarına hedef eder. İşte bugün insanların kafasına bir virüs gibi giren ve manevi dünyalarını günah yaralarıyla sıfırlayarak, insanı ebedi helakete götüren ve her türlü rezalete gerekçe yapılan, aslında tam da bir esaret olan, bu güya 'hürriyet' anlayışı değil midir? Maalesef bu hürriyet anlayışı, biraz da uyarlayarak yazdığımız:
 
"Hürriyet, o en şerefindir onu satma!"
Bir put yeter, kendine bin put çıkartma!"

dizelerini doğrularcasına insanı, "derece-i melekiyeden, derece-i kelbiyete indirip ve insanlığın mesh-i manevisine sebep" olmuştur. Fakat medenilik, çağdaşlık, ilericilik gibi sevimli görünen kaplarda sunulup cazibedar hale getirildiğinden, özellikle genç yaştakilerce epeyce alıcı bulmuştur.

Kendisini 1960 Anayasasının hazırlayıcılarından ve 1971 Muhtırasından sonraki karanlık ilişkilerinden bildiğim, eski ve meşhur bir siyasetçi ve akademisyen olan Mümtaz Soysal'ı, eskiden Trabzon'da bu konuda verdiği bir bir konferansında dinlemiştim. Konuşmasında hürriyetin önemini örneklerle anlatıyordu. Konuşmanın bir yerinde, "Arkadaşlar, asıl hürriyeti, Fatiha suresinde Kur'an ortaya koymuştur. Fatiha suresinde geçen 'iyyakenabudu ve iyyakenestain' ayetinin mükemmel bir hürriyet manifestosu olduğunu söyleyebilirim. Sadece Allah'a kul olmak ve ona ibadet edip sadece ondan yardım talep etmek tam bir hürriyettir" demesin mi? Bunu dinleyince, biraz şaşırmadım değil ve konuşmanın nasıl devam edeceğini beklemeye başladım. Fakat konuşmanın devamında, öyle sözler söyledi ki bir aydının hem de gün görmüş bir aydının, hürriyet gibi 'nazenin' bir tavr-ı insaniyi, bu kadar yerlere çalmasının üzüntüsünü hala yaşarım. Mümtaz Bey'in ifadelerini, bu yazının devamı olacak ikinci yazımda nakledeceğiz inşallah. Mümtaz Hocanın, bizi üzen bu yaklaşımlarına karşılık, aynı hürriyeti Said Nursi, yıllar önce hem kitaplarında hem de mahkeme savunmalarında bakın nasıl dile getirmişti:

"Zira Sani-i aleme hakkıyla abd ve hizmetkar olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerekir.

"Hürriyeti adab-ı Şeriatla takyit ediniz (sınırlayınız). Zira cahil efrat, avamı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur."

"Fakat ey göçerler! Sizde olanı, yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Vahşet ile alude olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Lakin güneş gibi parlak, her ruhun maşukası ve cevheri, insaniyetin küfvü o hürriyettir ki: marifet ve fazilet ve İslamiyet terbiyesi ile ve hulleleriyle mütezziyine olan hürriyettir."

"O biçare şair hürriyeti, bolşevizm mesleği ve ibaha mezhebi zannetmiş. Haşa! Belki insana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intac eder."

"Amma hürriyeti mutlak ise, vahşeti mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdidi hürriyet dahi, insaniyet nokta-i nazarında zaruridir."

"Bazı sefih ve laubaliler, hür yaşamak istemediklerinden, nefsi emmarenin esareti rezilesi altına girmek istiyorlar."

"Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdat veya esareti nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir."

 "İNSANLAR HÜR OLDULAR AMA YİNE ABDULLAHDIRLAR."

Hürriyeti, böyle veciz ifadelerle 'efradını cami ağyarını mani' şekilde anlatan Üstad; Denizli hapsinden çıkıp Emirdağ'a ikamete mecbur edilince de kendisine yapılan taziplerden o derece gına getiriyor ki "En evvel benim meşru dairedeki hürriyetime dokunmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam" ifadeleriyle devrin sağır kulaklı idarecilerine,  "Rabıtai imanı ile 'Sultan-ı Kainata' hizmetkar olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, onun şahameti imaniyesi bırakmaz" diyerek adeta 'iyyake kenabudu ve iyya kenestain' ayetini hayatı ile tefsir ediyordu.

Mümtaz Hoca, Fatiha suresindeki bu ayeti tam isabetle, hürriyete misal vermişti. Üstad ile bu noktada birleşiyordu. Fakat Said Nursi, bunu hayatıyla yaşıyor, Allah'a kulluğun yollarını aşındırıp bunun bedellerini ödüyorken; Hoca, konuşmasının devamında tam isabet tespitinin tam tersi şekilde konuşuyordu. (İkinci yazıda bu konuşmanın devamını vereceğiz.) Cemil Meriç'in tabiriyle 'müstağrip' aydınımızın bu durumu devam ediyor maalesef.

Evet dostlar, şimdi de kendimize bakalım. Nefsi emmarenin istidadına karşı, ne kadar başarılı ve  ne kadar hürüz.

Selam ve dua ile...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.