Hangisini seçmeli?

Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde geçmiş kavimlere, bazı Peygamberlere (a.s), çeşitli kişilere ve olaylara dair önemli kıssalar bulunmaktadır. Bu kıssalar, anlatımdaki ‘örneklendirme’ metoduna verilebilecek en etkili örneklerden olmalarının yanı sıra, o “eski olayların” iç yüzleri hakkında fikir sahibi olmamızı da sağlarlar. Ancak, geçmişten günümüze bir çok İslam âliminin belirttiği üzere bu örneklendirmelerde geçen olaylar, -haşa- birer tarihî hikaye olarak görülmeleri için değil; “Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet ile İbadet” şeklinde beliren Kur’ân’ın dört esasının ve gayesinin,(1) ‘düşünenlerce’ daha iyi anlaşılabilmesi için geçerler Kur’ân sayfalarında…

Örneğin Hz. Adem, Musa, İbrahim, Yusuf, Eyyup aleyhimüsselam gibi; Ad, Semud, Lut (a.s) Kavimleri gibi, ya da ‘Bakara’, ‘Fil’ veya Babil’e gönderilen iki ‘görevli’ vakaları gibi zikredilen daha bir çok yer, olay ya da kişilik; tefsirlerin ve çeşitli eserlerin bin dört yüz küsur yıldır anlatmakla bitiremedikleri –ve de bitirilemeyecek- ince mesajlarla yüklüdürler.
Nitekim, Hz. Yunus aleyhisselam’ın kıssası da bunlardan birisidir. Ve vermekte olduğu pek çok dersin yanında bu kıssa, insanlar için bir ümit mesajı olarak da eşsiz bir değerdedir.

Bediüzzaman Hz. bu Kur’ânî kıssayı ‘Birinci Lem’a’ isimli eserinde zikrederken, Hz. Yunus aleyhisselamın, dünyevî bakış açımıza göre ‘tam bir felaket’ hali olan bir durum karşısında gösterdiği ’tam bir teslimiyet’ tavrından, nefislerimize bazı dersler çıkarır. Üstelik başımıza gelebilecek böylesi bir durumun bile, aslında “gerçek felaketimiz” olamayacağını bizlere hatırlatır.
Yani gecenin karanlığında, denizin ortasında suya atılıp da bir balığın yuttuğu insanın hali; ya da diğer ifadeyle, içine düşülen bir karanlığı daha da koyulaştıran gecenin, denizin ve balık karnında olmanın getirdiği türden üst üste karanlıklar, neticede o insanın sadece bedenini ‘karanlıkta’ bırakabilirler… Ve elbette ki bu gibi müsibetler, insan için en fazla fanî hayatının son bulmasına sebep olmaktan öteye bir zarar veremezler.

Fakat Üstad Hz.nin de değindiği üzere, dinî ve imanî hakikatleri dinlememe; ve bu hakikatlerin duyulmasını engellemeyi gaye edinmiş her türlü ‘perdeden’ uzaklaşmama gibi gerçek karanlıkların insana getirdikleri asıl gece ise, çok daha başka bir ‘gecedir’. İnsanın ebedî bir Nur’dan mahrumiyeti ve dolayısıyla da, ‘ebedî bir hayatta kaybedenlerden olması’ riski gibi, o önceki fani felaketle kıyasa dahi gelmeyecek derecede dehşetli ve ebedî bir hasarettir, ebedî bir yıkımdır, bir hüsrandır o gece!…

Yani Üstad Hz., balığın bizzat hayata kastetmesinde, bizlere asıl tehlikeli balığı aşağıda gelecek satırlarıyla haber verirken; aslında deniz, gece, balık gibi aydınlığa perde tüm ‘sembollerin’ bizim dünyalarımıza vuran izdüşümleri hakkında uyarılarda da bulunmaktadır. Böylelikle, diğer Kur’ânî kıssalar gibi bu kıssanın da –haşa- bir ‘eski zaman’ hikayesi olmadığı hatırlatılmaktadır:
“Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.” (2)

Ancak, bu konuda belki de asıl önemli mesele şudur:
Başta Kur’ân’ın da mesajıyla biliyoruz ki, öylesi mühim duyarlılıkları kısmen de olsa edinebilen ve tehlikenin farkına vararak, kurtuluş yolunda ilk adımı atmayı ‘her an kollayan’ inananları; o ubudiyet yolundan alıkoymak için ‘bu yola oturarak’ hep fırsat kollayan, çok sinsî düşmanlar bulunmaktadırlar… (3) Zira artık hedefte “zamane inananları” gibi nispeten daha ‘kolay yemler’ değil; din ile alakasını ilerletmeye, iman hakikatlerini anlamaya ve dinini yaşamaya karar veren ‘samimî’ hakikat talipleri vardır.

Böylesi bir durumda, insana daimî düşman olarak yetecek olan o şeytan ve adî mertebesindeki nefis başta olmak üzere diğer ‘perdeler’, kimi zaman ‘çaktırmadan’, insana kendi varlıklarını da unutturarak; hakikatlere giden yolda uçurumlar ve kör kuyular açma telaşına düşerler!... Ve “harekete geçmeyi” hep arzulasalar da inananları, o ‘ilk samimi adımı’ atmaktan alıkoymak için ardı ardına ne tuzaklar, ne pusular sıraya koyarlar!..

İşte o tuzakların belki de en başta geleni ise: Yeis ve ümitsizlik hastalığıdır..
Kendisini bir inanan saymasına rağmen taatini ve kulluğunu yetersiz görmesinden kaynaklanan umutsuzluğuyla, kişinin, ‘amele ve taate muvaffak olamayan azaptan korkar, ye’se, umutsuzluğa düşer’ tarifiyle tanımlanması halidir... (4) ‘Benden adam olmaz, yazıklar olsun bana!’ deme tuzağıdır. Belki her defasında nefse ve şeytana mağlup olunarak, ‘bunca günahla kurtuluşum olamaz, ne yüzle af dileyeyim?’ deme pususudur…

Ancak ne var ki bu umutsuzluk; her yanını alevlerin sardığı bir insanın, bir kibrit çöpü kuruluğuna bürünmesi halidir tamamen!... Ya da tüm heybetine karşı aslında yüreksiz olan bir düşmana karşı, daha baştan teslim-i silahta bulunma gafletidir.
Ve belki de en önemlisi: ‘Sınırlarını’ ve mahiyetini hakkınca tahmin etmeye asla muktedir olamayacağımız derecede geniş bir şefkatin ve rahmetin kuşatıcı vaatlerinden umut keserek, o rahmetin Sahibini o vaadinde -haşa- yalanlama; ve o rahmetin genişliğini de inkar etmiş olma cahilliğidir!... 

Çünkü en başta, Kelâm-ı İlâhî’de: “Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin; zira kâfir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (5) ve; “..işte onlar benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir ve onlar için acıklı bir azab vardır.” (6) gibi ayetlerde buyrulan manaya muhalefetten dolayı, bir inkar, bir yalanlama ya da bir cahilliktir ümitsizlik !… Dahası, şuurumuzun ve cimri insafımızın sınırlarıyla anlayamayacağımız bir cömertlikte olmalıdır ki o rahmet, aceleci davranarak umutları tüketmek de, O Merhamet Sahibince, rahmetindeki sınırsızlığa inanmamak sayılmaktadır.

Hem şu noktayı da gözden kaçırmamalıyız ki, özünde umut bağlamaya değmez şeylere hep umudumuzu bağlayarak “haddi aşmamıza” rağmen, bize yine de;  “De ki: "Ey haddi aşarak (çok günah işleyerek) nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir." (7) vaadiyle merhamette bulunuluyorsa, gerçekten nankörlüktür ve bu vaadi yalanlamaktır o umutsuzluk...

Hem, “Ümit kesmeyin!” emrine itaatsizlik etmek, şeytanın bu konudaki bir diğer ‘ince’ oyununa daha gelme cahilliğidir üstelik. Zira şeytan ve itaatkarları, dünyaya yönelme söz konusu olduğunda insanları sürekli heveslendirip, onları hep dünya peşinde koşmak adına nice umutlara boğarlarken; ahiretini umursayan ve ebedî hayatını da kurtarmak için çabalayan (ve özellikle de, çabalama kararı alan) her mü’mine ise, ha bire umutsuzluk telkin etme gibi “vicdansızca” -ve aslında bu yönüyle kendi içinde de çelişkili- bir oyun daha oynamaktadırlar!... (8) 
Ancak hadsiz şükürler olsun ki, “Onun için ümidi kesmeyin de başınıza azab gelmeden önce tevbe ile Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra kurtulamazsınız.”... (9) gibi İlahî Fermanlar, vaad ettikleri rahmetten dolayı, ‘insan olan insanlar’ için bu oyunu bozmaktadırlar…

Hz. Yunus aleyhisselamın, başına gelen dehşetli vaziyette dahî ümidini kaybetmeden, o vaziyeti netice veren sebeplerin de yaratıcısı olan Rabb-i Rahîmine samîmi bir ilticada ve duada bulunması da bizlere gösteriyor ki: Ne kadar ‘ekstrem’ ve sıkıntı verici olsalar dahi, ne dünyevî sıkıntılarımızda umutsuzluğa kapılarak ‘yolumuzu şaşırmaya’ hakkımız var; ne de, insana bir ömür boyu manen azap çektirecek derecede rahatsız edici günahlara sahip olsak bile, kalbimizi ‘kendi elimizle’ boğup, rahmetten yana umutsuzluğa kapılmaya hakkımız var!...

Tıpkı diğer Kur’ânî kıssalarda bizlere örnek gösterildikleri üzere, Hz.Adem’in, Hz. Eyyub’un, Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın ya da diğer Rehberlerimiz aleyhimüsselamın, yaşadıkları sıkıntılar karşısında umutsuzluğa kapılmamaları gibi… Tıpkı Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamın, canlarına kastetmiş, eli silahlı düşmanlarıyla maddeten ancak bir örümcek ağı mesafesinde kalmalarına rağmen, böylesi bir durumda bile yol arkadaşına: “ Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir” (10) şeklinde hitapta bulunabilmesi gibi...

Bütün bunlardan dolayı bizler de, örneğin Hz. Nuh aleyhisselam’ın, uzun ve tarif edilemez derecedeki sıkıntılı hayatına rağmen; umutsuzluğun insanı taşıyacağı uçurumlara karşı ölüm döşeğindeyken bile: “Ey Oğulcağızım! Kalbinde zerre ağırlığınca, rahmetten ümit kesilmiş olarak kabre girme!  çünkü dalalete düşmüş kimseden başkası, Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (11)  diyerek, evlatlarına ve aslında iman noktasında “kardeşleri” sayılan tüm inananlara yaptığı bu önemli nasihate, candan bir ümitle muhatap saymalıyız kendimizi…(12)
Müslümanların içine düşmüş oldukları bu ümitsizlik ‘belasına’ karşı, devrinin çilekeşlerinden M. Akif merhumun şu dizeleri konuyu ne de veciz bir şekilde özetlemekte:

“Bırakın mâtemi, yâhu! Bırakın feryadı;
Ağlamak fâide verseydi babam kalkardı!
Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?
Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz.
Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan,
Siz sâde derdi bulun, sonra kolaydır derman.” (13)

İşte bu belanın dehşetinden dolayı, ümmetin büyük çilekeşi Bediüzzaman Hz. de Müslümanları, gerek fert olarak nefislerine karşı yapacakları mücahedelerinde; ve gerekse de toplum olarak verilmesi gereken ıslah ve ikmal çalışmalarında, o illete düşmemeleri konusunda uyarmaya çabalamıştır hep.

Örneğin Risale-i Nur’un bir çok yerinde, insanın iç alemine şeytanın vereceği en tehlikeli desiselerden biri olarak ye’s gösterilirken; Alem-i İslam’ın, görünürdeki bu maddî mağlubiyetini netice veren ‘hastalıklarını’ teşhis; ve ardından da bu hastalıklara reçeteler sunma bâbında da yine ye’sin zararlarına dikkat çekilmektedir. (14)

Velhasıl, bunca ihtardan, ikazdan ve de müjdeden dolayı, umutsuzluğa düşmekle gaflete devam edemeyiz. Ve elbette ki: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük de nefsindendir” (15) ayetinin de ikazıyla, aslında Allah’tan bir lütuf olan salih amelimize güvenerek o rahmeti ‘garanti’ görme ukelâlığını da yaşayamayız!... Bize düşen asıl görev, bizi günahların karanlığına çeken her türlü sebepten ötürü, veya ümitsizlik ya da gurur aşılayan her türlü icraatımızdan dolayı her zaman o tevbe zırhına bürünmemizdir.

İşte, meleklerin aksine günah işleyebilecek yapıda yaratıldığımız için; Cenâb-ı Hakk’ın, fazl-ı kereminden:  “Ey Müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki, felaha (kurtuluşa) eresiniz” (16) ve: “Ey iman edenler, Allah’a (kesin) nasuh bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki, Allah sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir.” (17) gibi ayetleriyle, bizlere tevbe etmek gibi bir ‘kurtuluş kapısını’ ihsan ediyorsa eğer, bizler de ‘akıl sahipleri’ gibi şükredebilmeli ve geçmiş günahlarımızın bizleri ‘kesinlikle helak edeceği’ şeklindeki o şeytanî ‘ümitsizlik kuyusuna’ karşı hep tetikte olmalıyız. Bir yandan “Günahtan tevbe eden kimse, hiç günahı olmayan kimse gibidir.” (18) müjdesine sarılırken; diğer yandan, günah işlemeye meyyâl tüm hevesimize rağmen, bu yolla günahlardan arınma ümidini hep muhafaza etmeliyiz!...

O halde, “ara sıra sendeleyenlerimizle” birlikte; ümit konusunda iki seçeneğe sahibiz:
Ya, ‘yandım, bittim, kül oldum’ diye umutsuzluğa kapılarak asıl yanmanın ne olduğunu (maazallah) bir gün öğreneceğiz; ya da, ne olursa olsun, samimî tövbelerimizle ve taatimizle o rahmete mazhar olabilme umudumuzu asla yitirmeden “mücâhedemize” hep devam edeceğiz. Seçim bizim!…

Son olarak: “Sultan-ı Zülcemâl, özellikle de karanlıklara düştüğümüzü zannettiğimiz anlarda bizleri her türlü umutsuzluktan, hele hele af ve mağfiretinden umut kesme günahına düşmekten muhafaza buyursun; ve bizlere, çokça tövbe edebilme yolunda kolaylıklar ihsan eylesin, (amin)” diyerek bu yazıyı, bir umumi duaya vesile kılmakla ümidimizi arttıralım… 

Kaynakça:                                                                                                                                                                                           
1- İşârat-ül İ’câz, Envâr Neşr., İst.1986, s.12.  Kur’ân’daki bu dört temel maksadın özetle geçtiği yerlerden birisi olarak, özellikle Lokman Sûresi’ne bakmak yerinde olacaktır.
2-Lem’alar,Envâr Neşr.,İst.1986,s.6.
3-"Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım." (Araf Sûresi-7/16)
4-Mesnevî-i Nuriye, Envâr Neşr.,İst.2004, s.65.; Üstad Hz., bu izahının devamında ise, ileriki aşamalarında ye’sin açabileceği tehlikelere de şöyle işaret eder: “Böyle bir me’yusun gözüne, dinî mes’elelere münafi edna ve zayıf bir emâre, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emâreyi elde eder etmez, diğer emârelerin sâikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder.” Bkz.:aynı yer.
5- Yusuf Suresi-12/87.
6- Ankebût Suresi-29/23.
7- Zümer Suresi-39/53
8- Konu hakkındaki bazı önemli tespitler için bkz.:M.KARABAŞOĞLU,‘Kur’ân’la Bir Gün’, Karakalem Derg.,S.11,s.48.
9- Zümer Suresi-39/54
10- Tevbe Suresi-9/40; M.LİNGS(E.SİRACEDDİN),Hz.Muhammed’in Hayatı,Çev.:N.ŞİŞMAN,İnsan Yay.,İst.2006,s.132.
11- M.Asım KÖKSAL, Peygamberler Tarihi,1.C ,TDV Yay.,Ankara 2005, s.106.
12- Hz.Nuh aleyhisselama, kendisine inanmayan oğlunun, "Ey Nuh, o senin ehlinden değildir. Çünkü o sâlih olmayan bir amel sahibidir" (Hûd sûresi-11/46) İlahî ikazıyla evladı sayılamayacağının bildirilmesiyle;  "Ancak mü'minler birbirinin kardeşidir" (Hucurat Suresi-49/10) Ayet-i Kerimesini birlikte ele alacak olursak, diyebiliriz ki: Hakkınca iman etmeyen birisi neseben ‘Peygamber evladı’ da olsa, hakikatte o Zâtların bir yakını değildir; ve buna mukabil ayrı bir ırktan da olsa bir mü’min, aslında o Zâtların kardeşi olma şerefine sahip birisidir… Bundan dolayı bizler de, hakkınca iman eden mü’minlerden olarak o Hazretlere kardeş olabilme ümidine ve duasına hep sahip olabilmeliyiz inşaallah.
13- M. Akif ERSOY, Safahat,Çağrı Yay.,İst.2006,s.172.
14- Şeytanın, ‘iç alemdeki’ ye’s tuzağı hakkında Üstad Hz.: “Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı hassas ve sâfi-kalb insanlara, tahayyül-ü küfrîyi tasdik-i küfürle iltibas ettiriyor. Tasavvur-u dalâleti, dalâletin tasdiki suretinde gösteriyor. Ve mukaddes zatlar ve münezzeh şeyler hakkında gayet çirkin hatıraları hayaline gösteriyor. Ve imkân-ı zâtîyi imkân-ı aklî şeklinde gösterip, imandaki yakînine münâfi bir şek tarzını veriyor. Ve o vakit o biçare hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü tevehhüm edip imandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye'se düşer, o yeisle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye'sini, hem o zayıf damarını,  hem o iltibasını çok işlettirir; ya divane olur, yahut "Her-çibâd-âbâd" der, dalâlete gider. “ Lem’alar,Envâr Neşr.,İst.1986,s.74; Afâkî-dış alemdeki ye’s tuzağı hakkında ise Üstad Hz,.Şam Emevî Câmiinde verdiği hutbesinde: “..bizi maddî cihette kurûn-u vustada durduran ve tevlaf eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:” deyip, daha ilk sırada: “Ye’sin (ümitsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi”ni sayar… Tarihçe-i Hayat,Envâr Neşr.,İst.1989, s.89.
15- Nisa Suresi-4/79.
16- Nur Suresi- 24/31.
17- Tahrim Suresi- 66/8.  Ayet-i Kerîmede geçen “Nasuh” ifadesinin, günahlara karşı tam bir pişmanlıkla ve o günahların tekrar işlenmeyeceğine dair samimi bir niyetle yapılacak tevbe ile anlamını bulacağı açıktır. Çünkü ‘çokca nasihat veren’ anlamına gelen bu kelime ile, yapılması istenilen o samimî ve kesin tevbenin, tevbe sahibine nasihat da verir bir yapıda olmasının gerekliliğine dikkat çekilmiş olsa gerektir. M.Kurt.
18- İbn Mâce, Sünen,Zühd Bl.,4250

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum