
Habibi Nacar YILMAZ
Ahmet Mithat'ın Feryadı: Ben Neyim?
1839'da Tanzimat Fermanı ile Osmanlı, yüzünü Batı'ya çevirince, bu durum, belli bir müddet sonra edebiyatta da kendini göstermeye başlıyor. Batı tercümeleri başlıyor, hatta Batı'nın fen ve tekniğini tetkik için gönderilenlerin bir kısmı, Batı'nın roman ve edebiyatını, şiir ve tiyatrosunu ve dansını alıp geliyor.
Elbette ki edebiyat, bir vasıtadır; bir fikri anlatma vesilesidir. Nasıl anlatman önemlidir ama neyi anlatacağın daha önemlidir. Biz anlatmada da muhtevada da daha çok şekilde kalmış; Batı'nın fen ve tekniği yerine, kendisine dahi bir çare olamamış, kokuşmuş; ayrıca bize pek uygun olmayan düşüncelerine, uygulamalarına bir çare diye talip olmuşuz.
Üstadın yıllar sonra "Aya! Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahat ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz?" cümleleri ile yaptığı ikaz da işte, tam buraya bakıyor. Dünyanın geçirdiği ve hâlen de devam eden manevî buhranına çare olarak almaya, uğruna yürüyüşümüzü değiştirmeye çalıştığınız Garb'ın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş bâtıl formülleri, her vasıta kullanılarak, herhangi bir gümrük muamelesine tabi tutulmadan "câmi imamına tango elbisesi giydirme" misali, alınmaya çalışılıyor o dönemde. Bir istisnası oluyor bunun. Nedir o istisna? Batı'nın geliştirdiği ve geliştirmeye çalıştığı bilim ve ilmî çalışmalar alınmıyor.
Mehmet Akif merhumun Süleymaniye Kürsüsünden, özellikle Japonlar için söylediği:
"Medeniyet girebilmiş yalnız fenniyle
O da sahiplerinin lâhik izniyle,
Dikilip sahile, binlerce basîret, iman,
Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan,
Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür,
Moda şeklinde gelen seyyie, gümrükte çürür."
mısraları bizde geçerli olmamış maalesef.
Başta moda ve diğer müzahrafat, Batı damgası ile gelen her şey, gümrükte hiçbir muameleye tabi tutulmadan içeriye alınmış.
Aynı durum, fikir dünyasında da söz konusu olmuş. Felsefenin her türlü gayr-i ciddi fikirleri, bulduğu her menfezden içeriye girmiş Tanzimatla beraber. Ve bazı edebiyat simalarının gayretiyle giren bu fikirlerden etkilenenlerden biri de Ahmet Mithat Efendi olmuş.
1844 doğumlu Tanzimatın bu velud yazarı, edebî faaliyetlerinin başlangıç yıllarında önce, Batı'da doğup yayılmış materyalizmin etkisi altına girmiş. 1872'de çıkardığı "Dağarcık" adlı dergide yayımladığı "Duvardan Bir Seda" adlı bir yazısıyla, "İnsanın Dünyada Zuhuru", adlı diğer bir makalesinde, Batı kaynaklı bazı düşünceleri savunmuş; bundan dolayı da dinsizlikle bile suçlanmış.
Fikren dalgalı ve bir müddet de sürgün hayatı yaşayan Ahmet Mithat, hayatının ilerleyen dönemlerinde Batı kaynaklı materyalist fikirleri terk etmiş, onların çürüklüğünü anlamış. Materyalizmin esassızlığını ve hezeyanlarını bir feryat sayabileceğimiz "Ben Neyim?" adlı küçük hacimli eserinde ortaya koymaya çalışmış. Bu dönüş ve dönüşümün ilk eseri de budur zaten.
Ahmet Mithat bu eserden önce, Beşir Fuat'ın intihardan önce kendisine bıraktığı mektubunu yayımlarken de materyalizmi eleştirmiş ve Beşir Fuat gibi birçok ilimde derin bilgisi olan bir kimse, böyle dar bir mesleğe nasıl saplanır, diye de hayıflanmıştır. Beşir Fuat, babasının görevi dolayısıyla bir müddet Irak'ta bulunmuş, burada Cizvit Hristiyanlarıyla tanışmış ve ilk zehrini orada almış bir düşünce insanı. Sonrasında, bu düşüncelerle beraber materyalizme, maddeciliğe kaymış; çok genç sayılabilecek 37 yaşında bileklerini keserek intihar etmiş biri.
Bu küçük hacimli kitap, uzun bir süredir elimin altındaydı. Ara sıra bir merakla bakar ve okurdum. Bu sefer daha bir dikkatle okuyunca, Ahmet Mithat'ın "Ben Neyim? derken; onun ifadesi ile, insanı "Deriden me'mul bir torba içine, yani bir tulum derûnuna konulmuş bir miktar et, yağ, kemik, su filandan ibaret" gören materyalistlere, bu düşencedekilere "Madem insan bir et, su yığını ise; gülen, dokunan, düşünen, koklayan, zevk eden, gören, işiten, ebeveyn olan, inanan ve reddeden ben kimim, ben neyim o zaman?" diye sorduğunu anlıyoruz. Yani kitap ismini, bir feryattan alıyor.
"İnkâr olunan benliğimi bulmak için, dosta da düşmana da sordum." diyen yazar, bunu sorduğu başta Darwin, başka bir sürü felsefecinin ismini de sayıyor. Ama bunlardan kendisinin ne olduğuna cevap alamadığını da anlatıyor.
"Ah! Daha kendi varlığımdan emin olmadım ki senin varlığına karar edeyim Ey Mabudum!" diye de Cenab-ı Allah'a sesleniyor. Allah'ı ancak nefsini bulursan, bulunacağına inanır Ahmet Mithat. Eserin birçok yerinde maddiyunlara "Eğer nefislerini düşünürlerse, Rablerini de düşünürler." diye ikazlarda bulunuyor. Yani onların Rabblerini bulamamalarını, insanı maddeden ibaret görüp kendilerinden, benliklerinden, insanlıklarından habersizliklerine bağlıyor haklı olarak.
Madde ve kuvvet bir arazdır. Yani madde, özelliklerini sonradan kazanmış bir yığındır. Böyle bir maddeye ezeliyet vermenin bir hikmet değil; olsa olsa, belahetin, ahmaklığın bir aşağı derecesi olabileceğini de anlatır beliğane üslûbuyla Ahmet Mithat. Hatta maddeye ezeliyet vermeye hikmet demeye hayâ ederim cümlesini bile kurar.
Kitapta insanın ahsen-i takvimdeki mahiyeti ve bu mahiyetten çok uzakta duran materyalist düşüncenin çıkmazları, açmazları, çürüklüğü, bu düşüncelerin "Ben Neyim?" sualine cevap vermedeki yetersizliğini çeşitli örneklerle kitapta ortaya koymuş Ahmet Mithat.
Kitapta dikkatimi çeken, 25. sayfada bizim de şu anda aynı durumdan bîzar olduğumuz bir hususla ilgili bir şikayeti de var. "Fakat şuracıkta, sevgili karilerim (okuyucularım) din kardeşlerimle hususî bir hasbihal edeceğim." cümlesi de başlayan şikayeti malûm zihniyetin değişmediğini, böyle giderse hiç değişmeyeceğini ortaya koyması açısından çok önemli.
Bu kısmın ilk "Bu herifler, eskiden beri esaslı bir kaide olan 'eserden müessire intikal' kaidesini, hükümden düşürmeye çalışıyorlar." cümlesi zamanımızın materyalistleriyle o dönemdekilerin ne kadar benzeştiklerini göstermesi bakımından dikkatimi çekti. Ahmet Mithat onların sanatı gizlemek, hâliyle 'sanattan sanatkâra intikalin' keskinliğini ve kesinliğini gözden düşürmek için başvurdukları yine onun tabiri ile 'şarlatanlıkları' ve başvurdukları yolların başında aynen şimdilerde olduğu gibi yine onun tabiriyle 'mugâlatât-ı fenniye' var.
Cümle aynen şöyle: "Hem bunların sözleri, esasen safsata olmakla beraber, mugâlatât-ı fenniye ile ona öyle bir kuvvet veriyorlar ki olur olmaz davranış ile reddleri kolay görünmüyor." Bunu uzun bir örnekle de açıklamaya çalışıyor Ahmet Mithat. Bu konu "Maddiyun-u felasife böyle galat üzerine bina-yı hikmet edemez." cümlesiyle bitiyor.
Evet dostlar, yakın geçmişte bir inkârcıya yaptığımız izahlar karşısında acze düşünce bize ilettiği "Fen, bu meseleleri izah edecek, bekleyelim." cümlesi, Ahmet Mithat'ın ne kadar haklı; küfrün esassız izahlarının bir örümcek ağı kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Fen, sanatı izah ediyor ve edecek elbette. Sanat anlaşıldıkça, sanatkâra olan iman ve hayret de artacak. Tersini düşünmek mümkün mü?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.