Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Felsefeyi Bitiren Gaye ve Maksat Kanunu-2

Kâinatta bir "gaye ve maksat kanunu" var. Bu açık kanunu yani her şeyde sayısızca maksat ve gaye olduğunu yok farz etmek mümkün değil. Yani her şeyin bir gayesi var arkadaş. Gayesi olmadan varlığını sürdüren bir mevcut yoktur. Yazmayan kalem atılır, meyve vermeyen ağaç kesilir, süt üretmeyen hayvan satılır, ışık vermeyen elektrik ampulü olmaz.

Her şeyin bir ya da birden çok gaye ve maksadının oluşu, tevhidin öyle parlak bir delili ki bu durum, dinsiz felsefenin ağzında âdeta bir demir leblebi gibi. Yok saysan olmuyor. Çünkü kendileri bile eşyayı, varlığı anlatırken; eşyanın, varlığın hep bu gaye ve maksadını ifade ediyorlar. Daha doğrusu eşyayı tanıtırken, bunu ifade etmek zorunda kalıyorlar. Bu maksat ve gayeyi, şuursuz zerreye verseler, bir türlü yerine oturmuyor; vermezseler, mesleğini, inkârını yutturamıyor. Bu sefer, tümden akıldan vazgeçerek, eşyada "maksat ve gaye" yoktur demeye getiriyorlar. Bunu da birtakım felsefî oyun ve cümle cambazlıklarıyla yutturmaya çalışıyorlar.

Gaye, 'yoktur'u ifade ederken de 'merdi kıpti sirkatin söyler' misali, "Çiçeklerin renkleri, gözlerimizi lezzetlendirmek içindir." gibi haza gaye ve maksat cümleleri de kurmak zorunda kalıyorlar. Çiçeklerin renkleri, onlara nazar edecek gözü, bilip tanıyıp süslenemeyeceklerine göre, bu maksadı çiçeğe takanı bilip tanımaktan başka çaresi var mı bîçarenin? Yok elbette. Ancak inat ve körlüğün tedavisi zor.

"Biz kâinattaki gittikçe mükemmelleşen şekillere bakarak, kâinatın daima ibraz etmekte olduğu faaliyeti nazara alarak...' cümlesini söyledikten sonra, "Kâinatta bir gayenin boş bir iddia olacağına hükmederiz." demek, nasıl bir çıkmazdır? Bir tarafta kâinatta zerre, mükemmele koşuyor; bir gaye etrafında dönüp duruyor, diyeceksin. Bir cümle sonra da yine inkâr anlamında sözler dizeceksin. Okuduğumuz meşhur kitapta aynen bunu yazıyor.

Fakat bu yazıda, daha önemli olan, aklı gözüne indiği için felsefenin göremediği, risalelerde geniş, mukni ve yeterince yer verilen bir hakikati anlatmak istiyorum. Varlığın yaratılış gayesi, sadece bize görünen ve bildiğimiz, bilebildiğimiz gayeler midir? Bu kadar sonsuz faaliyetler, güzellikler, muhteşem manevralar, o bilebildiğimiz cüz'i ve mahdut gayeler için olabilir mi? Maddeci kafa, bunu hissediyor, aklediyor. Güya her şeyin maksatsız olduğunu anlatmaya, milyonlarca senelerde kendilerine hiçbir insan gözü değmeden açılan ve solan sayısızca çiçek kimin içindir, diye soruyor. Balıkların bile göremediği deniz çiçekleri kimin içindir, diye de ekliyor. Başka sualleri de var. "Midedeki parazitlerdeki gaye nedir?" diyor. Kör bağırsak, görevsizdir, hâliyle maksatsızdır, diye de ilave ediyor. Gaye ve maksat varsa, muzır bitki ve hayvanlar ne için var o zaman, sualini de soruyor mesela. "Her şeyi niçin bilemiyoruz, ilmimiz niçin kısa ve az?" sorusunu da aslında, her şeyi bilmenin azap olacağından habersizce soruyor. Sonsuz ilim sahibi sana az ve sınırlı bir ilim vererek, rahmetini gösteriyor, bundan habersiz. Sayısız faydaları ortaya çıkan veya çıkmakta olan zelzele ve tufanı sorguluyor başka bir sualinde. Bunlar gibi bir kısmının gaye ve hikmetinin sonradan ortaya çıktığı, yeni yeni öğrendiğimiz gayeleri de sorgulayan başka soruları da olabilir belki.

Fakat garip bir tevafuk, bu yazıyı planlarken, bir akşam derste, işin uzmanı, çok değerli bir ilim adamı biyoloji Profesörü Ali Osman Beye, bunların bir kısmını sorduk. Midedeki parazitler, bizim hayatımızın sürdürülmesi için en değerli misafirlerimizmiş meğer. Hatta onlar o kadar lüzumlu ki görev yaptığı midenin sahibi insan için bile misafir tabirini bile kullanıyorlarmış. Yani insan için o kadar hayatî canlılar. Kör bağırsak denen apandisit ise, sindirim ve bağışıklığımız için vazgeçilmez diye düşünülen bir parçamızmış. Çirkin ve muzır görünen fakat binlerce güzelliğin ortaya çıkmasına, tahakkukuna vesile olan ateş, gübre, kar, fırtına, zelzele gibi şeyler var ki bunlar olmadan, zıtlar ortaya çıkmadığı için' hayat yeknesak ve monoton oluyor. Daha büyük bir zararla karşılıyoruz.

"Evet, her şeyin vücudunun müteaddit gayeleri ve hayatının müteaddit neticeleri vardır. Ehl-i dalâletin tevehhüm ettikleri gibi, dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ abesiyyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayât-ı vücudu ve netâic-i hayatı üç kısımdır." Bir cümle ama bu cümle işte dinsiz felsefeyi yerle bir ediyor. Mevcudatı basit bir gaye ile tartan,koca kainat fabrikasını anlatamadığı, anlayamadığı neticeye bağlayan, hâliyle varlığı faydasız ve abes gören felsefe, bu üç vazifeye ulaşamadığından varlığa maksatsızdır, damgasını vuruyor. Varlığa, onu yaratanının hadsiz nazarına ilişmesi yönüyle, âlemi, vücut ve nurlarıyla şenlendiren melaike, ruhaniyât ve zîşuur mahlukata bakan mütalâagâh ve ibretnüma yönleriyle bakamayan felsefe, haklı olarak "Şu sonsuz kâinatta vazifesiz görünen varlıklar niçin var, kâinatta hayretengiz faaliyetin sırrı ve hikmeti nedir?" diye soruyor. Halbuki mevcudatın, Halıkına ve diğer şuurlu varlıklara bakan yukarıdaki mezkur vazifelerini bilse, anlasa, hakkını teslim etse bu soruyu sormayacak. Bu kadar mevcudatın varlığı böyle sonsuz bir vazife için azdır, bile diyecek. Ama hikmet ve akıl ile halledilemeyen bu azametli mesele, aklın kılavuzluğundaki felsefeyi yoldan çıkarmış. Böylece bu felsefe, beşerin başına da bela olmuş.

Bu felsefe, âlemi niçin böyle karanlıklı, zulümatlı, boş, abes, gayesiz, vazifesiz görüyor. Çünkü sonsuz âleme, iman gözlüğü ile bakamayınca, başta kendini vazifesi görüyor; âdeta gözü görmez, kulağı işitmez, akılsız bir insan durumuna düşüyor, göremiyor.

Aslında bir "velvele-i zikir ve tesbih olan kâinattaki seyr ü seyalan, harekât ve cevalan içindeki çalkalanmayı" akıl ile okuyamamak, çözememek de gayet normal. Sadece Güneş sisteminin içinde bulunduğu Samanyolu galaksisini, saniyede 300.000 kilometre giden ışık kızıyla yüz bin yılda geçebiliyoruz. Kâinatta böyle iki yüz milyar galaksi olduğunu düşünürsek, sonsuz diyebileceğimiz büyüklükteki böyle bir kâinatta, her an kâinat kadar mahsulat alınıyor, yani değişim oluyor. Bu kadar bir âlemde dünyamız, toz bile değil. İnsanoğlunun görüp de inceleyebildiği alan da toz kadar.O zaman soruyor, gerisi niçin var? Durmadan süren bu değişim ve dönüşümün kaynağı ve nedeni nedir?

Sonsuz esma-i İlâhiyenin tecelliyatı ve tezahür istemesi; faaliyetten gelen memnuniyet, mesruriyet, ferah ve lezzet-i mukaddeseden başka izahı olamaz. Bunu da en kâmil ve geniş şekilde 18. ile 24. Mektup ve 30.Lem'a'da bulabiliyoruz. Sadece 18. Lem'aya zihnini takıp eksik bilgi ve görgüsüyle yorumlayarak, Risale-i Nur gibi hakaik hazinesinin kapısından içeri giremeyenler, gaye ve maksat konusunu anlayamadıkları gibi, bu mealdeki soruları da cevaplayamıyorlar, cevaplayamazlar, cevaplayamadıklarını da görüyoruz zaten.

Evet dostlar, üstad küfrün bel kemiğinin kırıldığının müjdesini vermişti. Bunun tahakkukunun yani "tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslam'dan ihracıına Risale-i Nura verilen kararın infazını" şimdi daha iyi görüyor ve anlıyoruz.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.