Coğrafya Bilimi Örneğinde Kur’an’ın Fen Bilimlerine Dair Mucizevi Tanımları

Semavi dinler, evreni okunmaya ve anlaşılmaya muhtaç bir kitap olarak görür. Bu çerçevede semavi vahiylerin sonuncusu ve en mükemmeli olan Kur’an “Oku!” emriyle evrenin iki ana boyutunu okumaya açar. Evren iki parçadır: İç evren ve Dış evren. İç evren, insan ve benzeri şuurlu ve şuursuz canlılar ve cansızların bünyeleridir. Dış evren ise, canlı ve cansız bütün varlıkları kuşatan ve içine alan âlemdir. Bilim dünyası bu iki evreni sırasıyla mikrokozmos ve makrokozmos şeklinde isimlendiriyor. Kur’an, ilk inen beş âyetinde bu iki âlemin okunmasını emreder. İlk emrini, insanın anne karnından bulunduğu âna kadarki sürecin bir kitap mahiyetinde olduğunu vurgulayarak şöyle der:

“Oku!
Yaratan Rabbi’nin ismi ile oku.
O ki, seni rahme asılıp beslenen bir hücreden yarattı.”

Sonra Kur’an tekrar “Oku!” emrini vererek, dış evrenin incelenmesini emreder. Arap dili edebiyatında, bir metinde art arda aynı emirler veya aynı edat veya zamirler kullanıldığında farklı cihete, kişiye veya manaya delalet ettiği kabul edilir. Bu çerçevede ikinci “Oku!” emri ya “insanı daha derinlemesine oku” anlamındadır veyahut “dış evren olan kâinatı oku” anlamındadır.

“Oku!

Rabbin en değerli, en cömert, en üstün sıfatlar sahibidir. (Senin günahlardan uzaklaşıp takvayı elde etmen ile Kendisine yakın olmanı ister.)

Rabbin, insana kalem ile yazı yazmayı, ilmini muhafaza etmeyi ve düşüncelerini beyan etmeyi öğretti.

Rabbin insana daha önce bilmediklerini de öğretti.”

Buradaki kalemle ilim tahsili, “mekteb” ve “medrese” şeklinde sistematik bir ilim tahsilini resmettiği gibi, bu süreçle insanın ve insanlığın daha önce bilmediklerini de öğreneceğini haber veriyor. Bu çerçevede bu âyet bilimsel gelişmeler çerçevesinde gelecek zamana dair bir ihbar-ı gaybîdir. Ayrıca Arapça metindeki “ellezî” edatının yepyeni bir sistem ve kişi inşası manasında olması bu süreci Rabbü’l-Âlemîn’in insana hibe ettiğini, insanı ilim tahsiliyle kemale erecek ve takva mertebesine ulaşacak potansiyelde yarattığını, insanı “bilen ve sakınan” bir halde görmek istediğini de ifade eder. Bu çerçevede diyebiliriz ki, insanın fıtratının neticesi ilim ve marifettir. Arının bal üretimi, ineğin süt yapması onun fıtrî kulluğu olduğu gibi insanın da ilim ve marifet, aşk ve hayret fıtrî kulluğudur. İnsan, yaratıcısını reddeden bir ateist, Ona ortak koşup sıfatlarında hata eden bir deist veya politeist de olsa ilim, marifet, aşk ve şükür hakikatlerini hayatında sergiliyorsa akıl ve iradesiyle değil, fıtratıyla Rabbine kulluk ediyor, Onun kurduğu sisteme hizmet ediyor demektir. Fakat bunu şuursuzca yaptığı için, kendisine Rabbi tanıtılmak kaydıyla, bir mükâfât alamaz. Eğer kendisine Rabbi gerçek manada tanıtılmazsa, bu fıtrî ibadetlerinden ölüm sonrası hayatında bir karşılık görebilir.

Peygamberlik Müessesesi ve Vahyin Gerekliliği

Her bir insan, zamanı gören ve zamansızlığı algılayan aklı, geçmiş ve gelecek zamanı hisseden ve onlara tepki veren şuuru, mutlak mükemmele âşık kalbi, gerçeği arayan ve gören vicdanı, doymak bilmeyen hırslı nefsi, her şeyden korkan evhamlı benliği gereği peygamberlere fıtraten muhtaçtır. Semavi kitapların bildirdiği üzere insanlık âlemi peygambersiz veya peygamber mesajının gelenek olarak devam etmediği bir dönem geçirmemiştir. Peygamberler, yaradılış kitabını makrokozmos ve mikrokozmos boyutlarıyla doğru okumayı öğreten birer “üstad”, onun hakikatlerini ders veren birer “muallim”, bu iki kitabın kanunlarını çözüp onları barıştırarak yaşamayı öğreten birer “mürşid” dirler. İlim ve marifet, peygamberlerin zihnî mesleği; aşk ve merhamet, şevk ve şükür ise meşrepleridir. Her bir peygamberin hayatında insan varlığını iç ve dış boyutlarıyla kuşatan ve ele alıp geliştiren bu algı ortaktır.

Peygamberler, aldıkları vahiyler, vahiylerde kapalı bırakılan hususlara dair yaptıkları beyanlar ile evren kitabını iki boyutuyla doğru okumanın nasıl olacağına dair net düsturlar ve kurallar getirmişlerdir. Mesela: “Uyanın, akıl gözünüzü açın! Yaratan ve yapan, sanatla yarattığı ve itinayla yaptığı şeyi bilmez olabilir mi? O yarattığı ve yaptığı her şeyin özünü ve içini bilen Latîf, onun dış ve iç her şeyinin farkında olan Habîr’dir.” (Mülk, 14) âyetinde görüldüğü üzere… Âyetin bildirdiği temel kaide, her şeyin gözle görünen bir “ilim” olduğudur. Bu çerçevede Kur’an’da üç peygamber “vüs’ate’l-ilim” (ilmin kapsayıcılığı) hakikatini halklarına Allah’ı tanıtırken kullanırlar. Bu üç peygamber, milattan önce 384-322 tarihleri arasında yaşayıp her şeyi “heyula” (kudret) ve “form” (bilgiye dayanan şekil) olarak formulize eden Aristo’dan en az 1000 yıl önce âleme ilan etmişlerdir. Bu peygamberler Hz. İbrahim, Hz. Şuayb ve Hz. Musa’dır (Aleyhimüsselam). Bu çerçevede peygamberlerin getirdiği vahiyler kâinatta câri İlâhî kanunların birer tercümesi ve habercisi oldukları gibi, peygamberlerin bu kanunlara tabi hayatları da kişisel hayatın mutluluk formüllerini içerir. Ayrıca peygamberlerin hemen her sözü ilgili olduğu sahaya dair sabit hakikatleri bildiren bir beyan ve şuur ifadesidir.

İnsanlık dünyasının binlerce yıllık tecrübesiyle sabit olduğu üzere bir bilim adamı en fazla üç sahada mütehassıs ve derinlik sahibi olabilir. Bu gerçeğin ışığında peygamberlere bakılırsa her bir peygamber yüzlerce sahada yanılmaz ve şaşırmaz netlikte beyanlarda bulunmaları… o sahaya dair sabit hakikatleri bildirmeleri… o sahanın sırlarını ve aydınlatıcı hikmetlerini ortaya koymaları… şartlar ne olursa olsun, öldürülseler dahi bu hakikat ve hikmetlere tabi bir hayat yaşamaları ile mucize bir şahsiyet ve harika bir hüviyete kavuşup kendi üzerlerinde sergilemişlerdir.

Bütün bu temel bilgiler ışığında semavi dinlerin sonuncusu olan İslam’a, onu getiren ve bizzat yaşayan Hz. Peygamber’in (SAV) hayatı ve sözlerine, İslam’ın temeli ve Hz. Peygamber’in (ASM) üstadı ve mürşidi olan Kur’an’a dikkatlice baktığımızda birçok sahada sabit hakikatleri bildirdiği, harikulade tariflerle hakikatin sınırlarını çizdiği görünecektir. Bu makalede Kur’an ve vahyin dış evrene dair tespit ve tariflerinin eşsizliğini, bilim dünyası ve vahye tabi olmayan aklın bu konuda âcizliğini Coğrafya bilimi çerçevesinde göstermeye çalışacağız.

Coğrafya Bilimi Sahas”ında Kur’anın Mucizevi Tarifi ve Hakikati Tespiti

Ra’d suresi 4. âyet şu şekildedir: “ (Yerkürede birbirine komşu kıtalar vardır.) Bu âyet coğrafya biliminin inceleme sahasında bulunan büyük kara parçaları hakkındadır. Kıta kelimesi, asliyetiyle, ilim dili olan Arapça’dan Türkçe’ye geçmiş olup anakara manasındadır. Bu âyetteki “mütecâvirâtun” ve kıtaun” lafızlarında çok sayıda mucizelik nükteleri mevcuddur. Bunlardan üç tanesini şöyle görebiliriz:

Âyetteki “Kıtaun” lafzı, kıtalar manasında olmasıyla kıta kelimesinin çoğul halidir. Kıt’a kelimesi Arapça’da, kat’ (kesme) fiilinden türetilmiş bir isimdir. Bu kök manasıyla kıt’a lafzı, diğer kara parçalarından karayoluyla ilişiği kesilmiş büyük anakara anlamına gelmesiyle gerçek anakara tarifini yapmaktadır. Türk Coğrafya Kurumu ise kıtayı şu şekilde tanımlamaktadır: “Yeryüzünü oluşturan sürekli büyük kara parçalarına kıta denir. Anakara da denmektedir. Kıta'yı tanımlayan tek bir standart yoktur ve bu yüzden farklı kültürler ve bilimler neyin kıta olarak yorumlanacağına ilişkin farklı listelere sahiptirler. Genelde, bir kıta mutlaka geniş alanlı olmalı, sualtında olmayan topraklardan meydana gelmeli ve önemli jeolojik sınırları olmalıdır. Bazıları en fazla dört ya da beş kıta olduğunu düşünürken, en yaygın kullanımda altı veya yedi kıta sayılır. Dünyanın yedi kıtası şunlardır: Afrika, Antarktika, Asya, Avrupa, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Okyanusya (Avustralya ve Yeni Zelanda). Avrupa ve Asya, birlikte Avrasya olarak adlandırılmaktadır.”[1] Dikkat edilirse Coğrafya bilimi başta olmak üzere ilgili bilim dallarının muğlak gördüğü bu meselede Kur’an keskin bir tanım vermekte, efradını câmi’ ağyârını mâni bir tanımlama ve isimlendirmede bulunmaktadır. Âyetteki “kıtaun” lafzının çoğulluğu da gösterir ki, dünyada bir biriyle kara yoluyla ilişiği tam manasıyla kesilmiş anakaralar en az üç tanedir. Çünkü Türkçe dilbilgisinde de olduğu gibi çoğul lafız, en az üç nesne veya kişiyle alakalı olarak kullanılır. Arapça’da iki şâhide, “şâhideyn” denilirken, üç şâhide “şâhidûn” veya “şâhidîn” şeklinde çoğullaştırma ekleri kullanılır. Âyetin mucizelik ciheti şudur ki: Coğrafya fenni bir biriyle kara yolu bağı kesilmemiş olan Afrika, Asya ve Avrupa’yı üç ayrı kıta kabul etmekte olduğu gibi hakikatte tek bir anakara ve kıt’a olan Amerika’yı da Güney Amerika ve Kuzey Amerika olarak isimlendirip anakara sayısını yediye çıkarmaktadır. Bu noktada semavi dinler ve Kur’an mucizevi bir tarif ve gerçeğe uygun izahla Asya-Afrika-Asya isimli büyük kara parçalarını, karayolu bağı bulunduğu için, tek bir kıt’a sayar. Güney ve Kuzey Amerika ayrımını bitirip, Amerika çatısı altında tek bir kıt’a olarak ele alır. Eski coğrafya âlimlerinin Asya-Avrupa-Afrika hakkında “Eski Dünya Kıtası” ve Kuzey ve Güney Amerika hakkında “Yeni Dünya Kıtası” tanımlaması semavi dinlerle barışık ve gerçeğin tam ifadesi olan isimlendirmelerdir. Bu çerçevede semavi dinler Avustralya ve Antarktika’yı da ayrı birer kıt’a olarak görür. Avustralya’nın yüz ölçümü 7.692.000 km² dir. Bilimin kıta olarak saydığı Avrupa’nın yüz ölçümü ise, 10.000.000 km² dir.

Meselenin özüne inildiğinde kıta tanımlaması hakkında şu gerçekler göz önüne gelmektedir: Kıtalar, okyanuslar tarafından kuşatılan anakaralardır. Adalar ise okyanus, deniz ve göller tarafından kuşatılan kara parçalarıdır. Bir kıt’a, okyanus ve kara unsurlarından meydana geldiği için, kıt’ayı adadan ayıran husus olarak su ve toprak unsurlarının iklim üzerindeki etkilerinin tam manasıyla kendini gösterebilmesi kriter olarak alınabilir. Bu çerçevede bir adada, su unsuru, sahilden başlayarak kara parçasının iç kısımlarına hatta tamamına hükmedecek nem-hâkim bir iklim etkisi sergiler. Buna mukabil kıt’alar ise, sahil ve sahile yakın iç kesimlerde su ve nem etkisini sergilemesine rağmen, ana karanın merkezinde kara iklimini ve toprak unsurunun kuraklık etkisini çölleşme seviyesinde zirve boyutta gösteren bir mahiyet sergiler. Bu çerçevede diyebiliriz ki, Avustralya okyanus tarafından kuşatılması ve Büyük Avustralya Çölü ve Büyük Victoria çöllerini barındırmasıyla tam manasıyla bir kıt’adır. Antarktika, 13.660.000 km² yüz ölçümü ile, eğer Büyük Okyanus’un merkezinde bir yerde olsaydı, bu durumda Avustralya’dan daha bariz ve daha keskin, su ve toprak etkisini iklimi üzerinde sergileyebilirdi. Bu manada Antarktika da Kur’an nazarında tam bir kıtadır. Bu çerçevede Kur’an açısından Atlas Okyanusuyla dört tarafı kuşatılan Grönland, 2.166.000 km² büyüklüğü, 60-90º kuzey paralelleri, 0-80º batı meridyenleri arasında bulunan yapısıyla, 36-42º kuzey paralelleri, 26-45º doğu meridyenleri arasında bulunan Türkiye’den daha geniş ve keskin su ve toprak etkisini sergileyebilir yapısından dolayı bir kıt’a sayılabilecek mahiyettedir.[2] Bu kıt’a ve ada farkıyla 587.041 km² yüzölçümüne sahip Madagaskar’a baktığımızda tek bir iklimi görünen yapısıyla kıt’a sayılmaması gerekmektedir. Bu bilgiler ve tarifler çerçevesinde semavi dinler dünyayı Asya-Afrika-Asya’dan meydana gelen Eski Dünya Kıtası,[3] Güney ve Kuzey Amerika’nın bileşkesinden oluşan Yeni Dünya Kıtası, Avustralya Kıtası, Antarktika ve Grönland Kıtalarından meydana gelen beş kıtalı bir yapı olarak görmektedir. Kıt’a lafzının ifade ettiği gerçeğe birebir uygun bir birinden kara bağı kesilmiş kara parçası tanımıyla Kur’an’ın bu âyette kullandığı “kıtaun” (kıt’alar) çoğul lafzının en az üç ve daha fazla kara bağı kesilmiş büyük kara parçası tanımı coğrafya bilimi açısından bir mucizedir. Çünkü Kur’anın indiği asırda ne Amerika, ne Antarktika, ne Grönland, ne de Avustralya dünyada bilinmiyordu. Ayrıca Kur’an’ın bu mucize tespiti halen harikuladeliğini gösterir. Çünkü günümüz coğrafya bilimi bu teknik bilgi seviyesine halen ulaşamamıştır.

Kıtaların Kayması Hakikati

Ra’d suresinin söz konusu âyetindeki “kıtaun” lafzının etimolojisinde kıtaların kaymasına dair bir hakikate işaret vardır. Çünkü kıt’a lafzı, kesilmiş manasında olmasıyla şu an kara yolu bağı kesilmiş, birbiriyle ancak deniz yolu ve hava yoluyla irtibatı mümkün olan büyük kara parçalarının bir zamanlar yekpare olduklarına işaret etmektedir. Pasta diliminden bahsedildiğini duyan bir kişinin zihninin hemen pastanın bütün haline intikal etmesi gibi, kıt’a lafzının diğer karalardan ilişiği kesilmiş anakara manasına gelmesiyle Kur’an, anakaraların bir zamanlar yekpare olduğuna telmihte bulunup bildirmektedir. Kur’an’ın diğer bir âyeti de bu hakikate işaret eder: “Sen dağları görürsün de, yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır.”[4] Bu âyet dağların zâhiren sabit fakat hakikatte yer değiştiren hareketinden bahsetmektedir. Âyete derinden bakıldığında âyet dağların hareketinden bahsetmekle işin esasında yere çakılmış gibi sabit görünen dağların bir çivi ve kazık gibi kendisine çakıldığı anakaranın, bir bulut gibi hareket halinde olduğuna işaret etmektedir. Bir tahtaya çakılmış bir çivinin, bir bulutun havadaki hareketi gibi hareket edebilmesi ancak tahtanın çakıldığı zeminin hareket ettirilmesine bağlıdır. Bu çerçevede ilgili âyet şu an kıtaların hareket halinde olduğunu net olarak bildirdiği gibi, bir yandan da yekdiğerlerine yaklaşıp uzaklaşma içinde olduklarını da ifade etmektedir. Dağların ve bağlı oldukları anakaraların bu hareketlilikleri daha öncesi dönemde kıt’aların tek bir anakara olduğuna da işaret eder. Çünkü ana karaların yek-pare halden ayrılıp çok-pareli hale gelmeleri, üstlerinde bulundukları levhaların kırılmasına bağlıdır. Bu halleriyle dağlar, üstüne çivi çakılı tahtaların dalgalı su üzerinde hareket halinde olmaları gibi akışkan mahiyette, faal ve reaksiyoner halde, sürekli bir titreşim ve dönüşüm içinde olan magmanın üstünde yüzen ve ilerleyen çivili tahtalardaki çiviler gibidirler. Alfred Wegener, Kıt’a Kayma Teorisi ile meseleyi izah etmiştir. Kaynaklarda teorisi hakkında şu bilgiler verilmektedir: “ Kıta Kayması Teorisi, 1912'de Alman meteorolog Alfred Wegener tarafından ortaya konulmuş olan ve kıtaların hareket halinde olduğunu ve bugünkü durumunu böylece aldığını öne süren bir teoridir. Kıta kayması, kıtaların birbirlerine ve okyanus havzalarına göre girmiş olduğu büyük ölçekli yatay hareketlerdir.”[5]

Yerkürenin Yaratılış Süreci ve Hayatın Zuhuru

Kıtaların dünyanın oluşum dönemindeki yekpare haline Coğrafya bilimi “Pangea” (Kara parçaları birliği) ismini vermektedir. Kur’an bu ana karaya “madde” veya “arz” adını verir. Kaf suresinde dünyanın yaratılış sürecini adım adım şöyle ifade eder:

﴾6﴿ Üstlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Hiçbir kusuru olmaksızın onu nasıl kurduk, nasıl süsledik.

﴾7﴿ Arzı da (yerküreyi de) düzledik, üzerine sarsılmaz dağlar yerleştirdik, orada her türden güzel bitkiler yetiştirdik.

Dünyanın ateş küre halinden, karalar ve denizler haline dönüşümünde ilk safha magmanın yüzeyinin soğumasıdır. Kur’an bu safhanın gerçekleşebilmesinin, dünyanın ateş küre yapısının gazlardan meydana gelen bir atmosferle çevrelenmesiyle başladığını bildiriyor. Ve bu sürecin tam tahakkuku için atmosferde hiç bir delik olmaması gerektiğini “Onda hiçbir delik bırakmadık” manasına gelen “ve mâ lehâ min furûc” cümlesiyle ifade eder.

Gazlarla kuşatılan magma soğumaya ve kabuk bağlamaya başlar. Katılaşma, magma üzerinde kuzey ve güney kutup bölgelerinde başlayıp kuzeyden güneye, güneyden kuzeye doğru “uzama” ya başlamıştır. Lavlar katılaşınca taş tabakasının oluştuğunu âyet bildirip bu taş tabakaya “ard” adını verir. Bu taş tabakanın magma üzerinde uzayıp yayıldığını “ve’l-arda medednâha” (arzı, taş tabakasını uzattık ve magmayı kaplayacak şekilde yaydık ve genişlettik) ifadesiyle bildirir. Kat kat taş tabakalarının oluşum sürecinde, levha hareketleri ve volkanik patlamalarla magmatik yapının nefes alması sağlandığı ve toprak küre veya parçalanan kıtalara geminin direkleri manasında dağların çiviler (revâsiye) olarak ilka edilip yerleştirildiği “ve elka fîha revâsiye” cümlesiyle ifade edilir. Bu şekilde Kur’an magmayı bir deniz, kırılan levhaları magmada yüzen ve hareket eden levhalar, dağları ise levha gemilerinde bulunan yelken direkleri mahiyetinde olarak hayale gösterir. Sonrasında kayaların parçalanmasıyla taşlar ve sonrasında toprağın oluşturulması ve akabinde topraktan huda-i nâbit şekilde bitkilerin bitirildiği ve bitkilerin eşeyli üreme şeklinde bir boyutla yaratıldığı “ve enbetnâ fiha min külli zevcin behîc” cümlesi âyette sırayla anlatılır. Çünkü bitkiler, taş tabakası üstünde değil toprak tabakası üzerinde yetişebilmektedirler. Bu âyet bu sıralaması ile yerkürede hayatın biyologların iddia ettiği gibi asidik yapılı tuzlu sudan meydana gelen denizlerde başlamadığını, bilakis karaya yağan yağmurlar ve tatlı suyla çamur haline gelen toprak ve bataklık gibi bölgelerde başladığını net olarak bildiriyor. Bazik yapılı tatlı su, asidik yapılı tuzlu suya göre canlılığa daha müsaittir. Ayrıca

  • Hayvanların otobur ve etobur sınıflara ayrılması ve doğrudan topraktan beslenemeyen yapıları;
  • Etobur hayvanların diğer etobur ve genelde otoburlarla beslenmesi;
  • Otobur hayvanların ise bitki çeşitleri olan otlarla veya ağaçların yapraklarıyla beslenerek yaşayabilmesi;
  • Ot ve ağaçların toprak-hava-su-ışığı emerek fotosentezle kendi besinini üreten ototrof yapıları ve toprak ile hayvanlar arasında geçit bölgesi olması

gösterir ki, biyoloji, zooloji ve bilim dünyası hayatın başladığı yer konusunda yanılmakta, semavi vahiyler ve Kur’an bu noktada âyetteki sıralama ile mucizeliğini göstermektedirler. Bitkilerin hayvanlardan önce gelişine dair süreç, deniz canlıları arasında da aynen geçerlidir. Deniz hayatının da temeli, deniz bitkileridir. Kur’an’ın ısrarla insanın yaratılış sürecinde çamura ve balçığa dikkat çekmesi tesadüfî değil tamamıyla kasdîdir. Temel bir hakikate dikkat çekmektedir. “Canlıları sudan yarattık” (Enbiya suresi, 30) âyeti ise, canlı nesillerinin genetik kodlarının sıvı yapılar üzerinde üreme faaliyetinde kullanıldığına vurgu yapar. Eşeyli üremelerde bu bir kanun olarak geçerlidir. Kaf suresine ait yukarıdaki âyetlerde yerin taş tabakası ile kaplanması ve maddenin teşkilinden sonra dağların icadından bahsedilmesi ve sonrasında bitkilerin zuhuruna geçilmesi gösterir ki, dağların yağışlarla temel bir ilişkisi bulunmaktadır. Antrparantez verilen bu izahlardan sonra âyetin ilk ve yekpare anakaranın adını bildirmesi boyutuna döndüğümüzde görüyoruz ki yekpare ilk ana karanın adı “madde” veya “arz” dır. Yunancada maddi dünyayı anlatma için kullanılan “physis” kelimesinin aslî manasının toprak olması, Kur’an’ın ifade ettiği mananın mucizeliğine diğer bir delil teşkil eder.

Âyetteki “kıtaun” lafzındaki tenvin, tenkir (belirsizleştirme veya belirsizliği bildirme) boyutuyla, dünyanın kıtalarının yer üstü, yer altı, geçmiş ve gelecek zamana dair sınırlarının bilinmesinin insanlık dünyası açısından daima belirsiz kalacağına işaret etmektedir. Ki hakikaten böyledir. Çünkü anakaraların magmaya kadarki kesit halinin haritasını ve tam şeklini çıkarmak mümkün olmadığı gibi, kıtaların şeklinin sürekli yıpranan ve sınırları değişen hali de bu âyetin belirsizliği vurgulamasına diğer bir delil oluşturmaktadır. Ra’d suresindeki 41. âyet bu hususa dair şöyle der: “Görmüyorlar mı ki, biz toprak küreyi etrafından eksiltip duruyoruz? Ve Allah öyle hükmünü icra eder ki, hükmünü değiştirecek yoktur.” Bu izahlar göstermektedir ki vahiy, dünyanın zâhirini, bâtınını, geçmişini ve geleceğini bilen ve gören bir ilim ve hikmetten gelen hakikatli bir kelamdır.

Dünyanın Yuvarlaklığı Hakikati ve Kur’an

Ra’d suresi âyetindeki “mütecâvirâtün” lafzında bu konu mucizevi şekilde ifade edilmiştir. Çünkü âyetteki “kıtaun mütecâvirâtün” ifadesi bir birine komşu kıtalar şeklinde bir sıfat tamlamasıdır. Şehir planlama bilimine göre bir bina ve müesseseyi çevreleyen tarla, bağ ve bahçeler gibi yapılar “mücâvir alan” olarak isimlendirilir. Mesela iki bina yan yana durduğunda sağdaki bina, soldaki binanın sağ komşusu; soldaki bina sağdaki binanın sol komşusudur. Bu komşuluk tek yönlü ve bir yönlü olduğu için “mücâveret” ve “mücâvir bina” lafzı ile ifade edilir. Bu noktada âyetteki mucizelik nüktesi tebarüz etmektedir. Çünkü âyet çift yönlü ve iki taraflı komşuluktan bahsetmektedir. Eski Dünya Kıtası olan Asya-Avrupa-Afrika bütün yapısı, Yeni Dünya Kıtası olan Kuzey ve Güney Amerika ile hem doğu hem batı cihetiyle komşudur. Amerika kıtasından bir kişi sağ tarafa yolculuk yapsa, Avrupa ve Eski Dünya Kıtasına ulaştığı gibi, Amerika kıtasından batı tarafına gitse yine Asya’nın içinde bulunduğu Eski Dünya Kıtasına ulaşır. Aynı durum Avustralya, Amerika arasında da aynen geçerlidir. Kur’an bu iki taraflı komşuluğu “mütecâvir” lafzı ile ifade ederek muazzam bir coğrafi keşif yapar. Kıtaların bu şekilde karşılıklı ve çift taraflı komşuluğu dünyanın küre ve yuvarlak şekilde olmasına bağlı olduğundan Kur’an, 610-622 yılları arasında nüzul eden Ra’d suresindeki bu âyeti ve âyetteki bu lafzıyla dünyanın yuvarlaklığını net olarak bildirmektedir. Lafzın çoğul şekilde “mütecâvirât” olarak gelmesi de komşu kıtaların çokluğuna delil olmaktadır.

Âyetin lafzındaki diğer bir ince nükte şudur: Mütecâvir lafzı, Arapça’da tefâül veznindendir. Bu vezin, bir şeyin sun’î ve yapay olduğu, sonradan elde edildiği manasına gelmektedir. Mesela âlim olduğu halde bilmiyordan gelmeye “tecâhül” denilir, bunu yapana ise “mütecâhil” adı verilir. Edebiyattaki tecâhül-ü ârif sanatındaki olduğu gibi… Bu dil inceliği, kıtaların bu çift yönlü komşuluklarının başlangıçta olmadığını, sonradan yekpare kara parçası olan büyük ana karanın kıt’alar şeklinde parçalanarak hareket ettirilmesiyle ortaya çıkan sun’î bir durum olduğunu veya bir sanat ve teknik gösterisi olduğuna da işaret etmektedir. Ki dağların hareketinden bahseden âyette dağların sabit görüntüsü altında magma üzerinde yürütülmesi meselesi hakkında “Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır” (Neml suresi,88) denilmesi, meselenin bu mahiyetine de delil olmaktadır. Bu çerçevede Kur’an hem “kıt’a” hem “mütecâvir” lafızlarıyla aynı âyette iki defa kıtaların ilk zamanlar yekpare olduğuna, sonradan bölünerek ayrıldıklarına açıkça işarette bulunmaktadır.

Görüldüğü üzere Kur’anın dünyanın karalar kısmının mevcud durumuna dair verdiği tarif, Coğrafya fenni ve bilim adamlarının verdiği tariften çok çok ileri olduğu gibi, kıtaların tanımı ve sınıflandırılması hususunda da semavi dinler, bilimden çok daha ileri seviyededirler. Kıtaların geçmişi ve üstündeki sürecin ilerleyişi hakkında Kur’an’ın verdiği bilgiler ve yaptığı işaretler, aklen zaruri ve bilimin teorilerinden çok daha gerçekçi ve tutarlıdırlar.

[1] https://www.tck.org.tr/tr/kaynakca/ders-notlari/kitalar

[2] Asya’daki Gobi Çölü, Afrika’daki Büyük Sahra Çölü, Kuzey ve Güney Amerika’daki Colorado ve Atacama Çölleri anakara parçalarının kıt’a sayılabilmesinde kara etkisinin zirvesi olan çöl ve kumulların bir şart olduğunu gösterdiği gibi Antarktika’nın tamamen su unsurunun katılığının zirvesi olan buzlar ve buzullarla kaplı olması anakaranın kıt’a sayılabilmesinde gerekli diğer bir şartı gösterir. Bu çerçevede topraklarının büyük bir kısmı buzullarla kaplı olan Grönland hakikat noktasında ve semavi dinler nazarında kıt’a sayılmayı hak etmektedir.

[3] Bilim dünyası semavi dinlerin gerçek kıt’a tarifine yakınlaşacak mahiyette kimi zaman Asya ve Avrupa’yı birleştirerek “Avrasya” şeklinde tek bir kavramla ifade ederek kendi tanımlamasının yetersiz olduğunu itiraf eder. Hakikat noktasında Asya-Avrupa-Afrika bir bütünün üç cihetini bildirecek şekilde bütün olduklarından dolayı, birçok sâdık rüya insan benliğinin bir birinden ayrı düşünülemeyen ve aralarında geçiş olan üç yönünü teşkil eden akıl, kalb ve nefs-i emmare boyutlarını ifade edecek şekilde bu kıtalarla sembolleşir. Avrupa, aklın; Asya, kalbin; Afrika ise, nefs-i emmârenin geniş dünyasına sembol olarak görünmektedir.

[4] Neml suresi, 88.

[5] https://e-dergi.tubitak.gov.tr/edergi/yazi.pdf?dergiKodu=4&cilt=45&sayi=752&sayfa=68&yaziid=32453

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum