Serdar BİLGİN

Serdar BİLGİN

Bir Japon Balıkçı Hikâyesi

Geçenlerde Japon bir arkadaşım Haruto ile İstanbul’da -Çengelköy Çınaraltı Çay Bahçesi’nde- çay içtik. Boğaz’ın serin rüzgârı, eski çınarın dallarından süzülerek masamıza kadar ulaşıyordu. Çay bardaklarının ince bir tınıyla masalara dokunduğu o Türkçe ses, uzaktan gelen martı çığlıklarına karışıyordu. Mekânda İstanbul’un her gün yazdığı küçük hikâyelerin izleri vardı ve ben de o hikâyelerden birinin kahramanı idim. Kırık Zamanlar adlı kitabımda kaleme aldıklarım geldi aklıma. Kırık Zamanlar kitabımın ana mekânı Üsküdar ve Kız Kulesi uzak bir noktada idi ama bir dost gibi oradaydı ve sessizce hikâyelerimi, düşüncelerimi dinler gibiydi. O sırada Haruto, ince belli bardakta buharlanan çayı dikkatle inceliyordu. Sanki Japon çay seremonilerinin dinginliğini İstanbul’un telaşsız kıyısına taşımıştı.

“Bizde çay bir ritüeldir,” dedi, Boğaz’a bakarak. “Burada ise bir hayat biçimi gibi…”

Gülümsedim.

“İstanbul’da çay içmek, biraz da şehrin kalbine dokunmaktır.” dedim.

Dalga sesleri sözlerimizi tamamlıyor, çay kaşığının hafif şıngırtısı zamanı daha da yavaşlatıyor, Boğaz’dan geçen vapurların derin uğultusu sohbetimize eşlik ediyordu. Haruto, çaydan bir yudum aldı, gözlerinde hafif bir şaşkınlık ve hayranlık vardı. “Bu manzara… Tokyo’da olmayan bir huzur. Ve çay… düşündüğümden daha samimi” dedi. …Ve o anda, Boğaz’dan geçen bir vapur, zamanın içinden geçen bir virgül gibi konuşmanın arasına usulca bir virgül koydu. Birlikte gülümsedik.

Haruto’nun balığı çok sevdiğini biliyordum, öğlen birlikte balık yiyelim inşallah dedim. Japonya’ya hiç gitmedim ama Japonya’da balığın sadece yemek değil;
bir kültür, bir emek, bir sabır meselesi olduğunu Haruto’dan çok dinlemiştim. Sohbet konusu balıktan açıldı. Ben de sohbet arasında, yıllardır anlatılan o ünlü hikâyeyi anlattım:

“Siz Japonların balığı çok sevdiğini ve balığın tazeliğine de büyük önem verdiğinizi biliyorum. Senden de çok dinlemiştim.” dedim.

“Japon halkı bayatlamış balığı hemen fark edermiş, ama tutulan balıklar kıyıya gelene kadar bayatladığı için balıkçılar bu sorunu çözmek için farklı yöntemler denemeye başlamışlar. İlk çözüm balıkları dondurmak olmuş ama Japon halkı dondurulmuş balığı tazesi kadar lezzetli bulmamış. İkinci çözüm teknelere büyük su tankları koymak olmuş, balıkları canlı şekilde kıyıya taşımışlar. Ama bu kez balıklar tankta çok fazla hareket etmediği, hareketsiz kaldıkları için tazeliklerini yine kaybetmişler. Son çözüm olarak tankın içine küçük bir köpek balığı koymuşlar. Köpek balığı balıkların bir kısmını yemiş ama geri kalan balıkları sürekli hareket halinde tutmuş. Bu hareket de balıkların diri kalmasını, etinin sıkı ve taze olmasını sağlamış.“

Ben bu Japon balıkçıların hikâyesini anlatınca Haruto gülümsedi. Elindeki çayı yavaşça bıraktı.

“Serdar, bu hikâyeyi bizde kimse duymadı. İlk kez senden işitiyorum. Ama… Anlattığın hikâye, bizim kültürümüzde de derin bir yere oturuyor.” dedi.

Ben de gülümsedim. Çünkü mesele Japonya’da geçip geçmemesi değildi.
Mesele, hikâyenin hayata tuttuğu aynaydı.

Haruto gülümseyerek bana baktı ve dedi ki:

“Bizim balıkların bayatlaması, durgunluktandır. Deniz canlıdır, su hareketlidir. Hareket bitti mi hayat da biter.” dedi.

Bu söz bana Kur’ân’ın gaflet kavramını hatırlattı. İnsan da kalbini durgun bırakınca, zikirden, düşünceden, iyilikten uzak durunca
ruhu bayatlardı. Duran su kokar. Duran insan da kokardı.

Haruto hikâye bize ait değil dedi ama hikâyeyi ilginç buldu ve hikâyeyi başka bir noktaya çekti:

“Biz Japonlar bazen yöntem değiştiririz, senin anlattığın hikâyede bu yöntem yok, tankı da suyu da değiştiririz mesela…. Ama sorun balığın kendisindeyse yine aynı sonuç çıkar. Köpek balığı küçük de olsa sorunlu balığı çabuk yakalar.”

Haruto’nun söyledikleri Kur’ân’ın söylediğiyle birebir örtüşüyordu:

“Allah, bir kavmin durumunu onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez.” diyordu. İç hareket başlamadıysa dış değişiklik hiçbir işe yaramazdı elbette.”

Hikâyenin devamı Haruto’yu daha çok düşündürdü: tanka küçük bir köpek balığı koymak…

“Bu çok güzel bir sembol. Zorluk balığı öldürmez, canlı ve taze tutar.” dedi.

Evet dedim ve ben de Kur’ân’ın şu hakikatini paylaştım:

“İmtihan, insanı uyandırmak içindir.”

“Sıkıntılar, gecikmeler, belirsizlikler… Bazen bir köpek balığı kadar ürkütücü gelir ama görevi tek bir şeydir: hareket ettirmek.” diye devam ettim.

Haruto bir an durdu, çayını karıştırdı, denize baktı.

“Bizde “amae” diye bir kavram var Serdar. İnsan bazen zorluğa ihtiyaç duyar.
Aşırı rahatlık kişiyi bozar. Amae, kısa bir nefes gibidir.
Birine yaslanırsın ama sonra yeniden ayakta durursun.
Eğer hep yaslanırsan… İşte o zaman da diriliğini ve tazeliğini kaybedersin.”

O an gülümsedim.

“Bizde de fazla rahatlık adamı tembelleştirir. derler.” dedim.

Haruto başını salladı, gülümsememe eşlik etti ve…

“Şımarmak tam da budur. Wagamama deriz biz ama amae şımartmaz yani. Yakınlaştırır.” dedi.

Merakla “amae” ne demek, biraz açar mısın?” diye sordum.

Bizim kültürümüzde “birine dayanarak sevgi ve ilgi bekleme” anlamına gelen çok derin bir kavramdır. Japon psikolog Takeo Doi, amaeyi Japon ilişkilerinin en temel duygusal bağı olarak tanımlar. Bizim toplumumuzu anlamak için anahtar kavramlardan biridir diyebilirim. Amae”, hem şefkat istemek hem de “karşı tarafın bunu seve seve yapacağını bilmek” duygusudur. Güven ilişkisine dayalı bir yakınlıktır. Bu duygu bizim insanımızı şımartmaz ama bunun altını çizmek istiyorum dedi.

Düşündüm “amae” bizde Türkiye’de “naz”, “şımartılma”, “kayıtsız şartsız kabul görme”, “içini açma rahatlığı” gibi hislerin birleşimi gibi bir şeye geliyordu.

Ardından Haruto’nun söylediği şu cümle aslında çok kritikti.

“Amae, hem şefkat istemek hem de karşı tarafın bunu seve seve yapacağını bilmek duygusudur. Bu bir güven ilişkisidir. Ama bizdeki amae insanı şımartmaz.” dedi.

Türkiye’de “şımarmak”, genelde sınırların aşılması, “kıymet bilmezlik” veya “aşırı özgüven” gibi anlamlara kayabiliyor. Bizde Japon kültüründe ise “amae” böyle değil; çünkü amae: dengeli bir yakınlıktır, sınırları bilir, karşılıklı sorumluluk ve saygı içerir. Bir Japon “amae” ettiğinde karşı tarafı asla sömürmezdi; aralarındaki bağı daha da pekiştirir. Biz Japonlar için amae kabul edilebilir, hatta ilişkileri güçlendiren doğal bir duygudur, ama amaenin dozunu kaçırırsan… amae wagamama olur. Yani olumlu bir yakınlık olumsuz bir şımarıklığa dönüşür. dedi.

ekran-goruntusu-2025-12-08-090252.png

Ardından Haruto:

“Amae güzeldir Serdar… ama sınırı aşarsa wagamama olur. Biz wagamama’dan kaçınırız çünkü aşırı rahatlık insanı bozar. Tabii, köpek balığı da çok büyük olursa bütün balıkları yer. Denge olmalı, buna dikkat etmek lazım.” dedi.

…Ve bu ifadeler, sohbetin ağırlığını artırmıştı. O an Kız Kulesi uzaktan bizi dinliyor; martılar, boğazın rüzgârına kendi imzalarını atıyordu. Biz de Haruto ile burada yeni bir hikâyeye başlıyorduk. Bu sefer mekân Üsküdar değildi, Çengelköy idi.

O an birden Haruto’nun kahkahası ile düşüncelerim bölündü.

“Biz Japonlar bazen kendi kendimizin köpek balığı oluruz. İçimizde bir disiplin vardır. Kimse bizi zorlamasa da biz hareket ederiz. Bu da hikâyede yok.” dedi.

Bu söz bana Kur’ân’ın fıtrat kavramını hatırlattı. İnsan içinde bir yönelişle, bir ateşle, bir doğruluk arzusu ile yaratılmıştır. O iç güç uyanınca, zorluk dışarıdan gelmese de insan kendini geliştirmeye başlardı.

Sohbetimizin sonunda Haruto dedi ki:

“Serdar, taze kalmak için balık hep yüzmeli. İnsan da öyle değil mi?”

“Evet” şeklinde kafamı salladım. Kur’ân’ın hayat veren çağrısı da buydu aslında:

  • Zikir → kalbi canlı tutar
  • Şükür → nimeti çoğaltır
  • Tefekkür → aklı açar
  • İyilik → ruhu diriltir
  • Okumak → insanı yeniler
  • Sabır → dayanıklılık kazandırır

Durdukça insan solar, hareket ettikçe tecelli ederdi. O an denize baktım. Dalgaların kıyıya vuruşunda bile bir terbiye, bir disiplin, bir denge vardı.

Ve o an şunu daha iyi anladım:

İnsan, sevgiye yaslandığında olgunlaşır; rahatlığa teslim olduğunda ise dağılırdı. Tıpkı Çengelköy’e her sabah taze balık getirmek için gece karanlığında yola çıkan balıkçılar gibi… Mücadele, insanı diri tutuyordu.

Tam o sırada balıkçı teknesi kıyıya iyice yaklaştı. Haruto kıyıya yaklaşan balıkçı teknesini işaret etti, bana döndü ve dedi ki;

Balıkçı, Japonya’da da aynı Türkiye’de de… Belki bu hikâye bizde hiç anlatılmadı. İlk defa senden duydum. Ama anlattığın anlam, insanlığın ortak denizidir.”

Evet, hikâye belki Japonya’da hiç yaşanmamıştı. Ama mesajı evrenseldi:

Hayatındaki zorluklar sana zarar vermek için değil, seni hayata döndürmek, olgunlaştırmak, diri ve taze tutmak için vardı.

Kalbin yüzdükçe taze kalır. Ruhun hareket ettikçe diri olurdu.

Bu güzel sohbetin ardından balık yemek için Çengelköy Çınaraltı Çay Bahçesi’nden ayrıldık.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.