Elif GÜNEŞTEKİN
Göz, Akıl ve Kalp Kudretin Âyinesi ve İki Yönlü Görüş
Bismillah
Göz, bir elektrik ağı gibi çalışan muazzam bir sistemdir.
Her an, her yönden gelen sayısız ışık dalgası gözde toplanır; farklı hücrelerde farklı etkiler meydana gelir.
Bu etkiler, elektriksel sinyallere dönüştürülür ve görme siniri aracılığıyla beyne iletilir.
Göz, ruh için bir pencere; optik sinirler ise bu pencerenin ışığını akla taşıyan iletkenlerdir.
Akıl bu sinyalleri çözümler, ruh ise o çözümdeki manayı seyreder.
Böylece maddî bir ışık, manevî bir idrake dönüşür.
“Göz bir hâssedir ki, ruh bu âlemi o pencereyle seyreder.” Sözler
Bu cihetle Göz bir âyinedir; gelen ışığı yansıtır. Akıl bir mercektir; o yansımayı mânâya dönüştürerek ruhun o mânâyı temaşa sını sağlar.
Göz deki bu farkındalık ile Risale i nurdan birkaç mehaza bakalım;
“Demek hüsün ve cemal, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise; müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemal, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücudlarını ister.” (Sözler 69.sh - Risale-i Nur)
“Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin!” (Sözler 61.sh - Risale-i Nur)
Mehazlardaki, görmek istemesi sırrınca;
İkinci Şua risalesinde herseyin âyinedarlik ve intisab cihetiyle kıymet aldıklarını ifade eder.
Âyinedarlık ve intisab ciheti ile bakıldığında, ışığın hücrelere dağıtıldığı merkez, gelen verileri adeta bir sinema sahnesi gibi ardışık fotoğraf kümelerine dönüştürür.
Bu dönüşümle, ruhun temaşasına bir mekân açılır; madde, manaya ayna olur.
Görmek ve görünmek hakikatte yalnız Zât-ı Akdes’e mahsustur.
İnsan ise bu İlâhî fiilden ancak sırr-ı vahdet cihetiyle nasiblenir.
Çünkü sırr-ı tevhid ile Allah’ın görmek ve görünmek istemesi, sırr-ı vahdet ile insanda tecellî eder;
insan kendi görmesinde O’nun Basîr ismini, kendi görünmesinde ise Mübîn ismini fark eder.
“sırr-ı vahdet”, abdin kendi varlığını bağımsız değil, İlahi fiillerin yansıma alanı olarak fark etmesidir.
Yani insan, kendi görmesini “kendi fiili” değil, Cemîl-i Mutlak’ın aynadaki tecellîsi olarak idrak ettiğinde “sırr-ı vahdet” ile Kemal ve kıymet alır.
Bunu bir misal ile pekiştirmeye çalışalım. Bir fabrikada üretilen tek bir araba, o fabrikanın varlığını tam manasıyla ispat edemeyebilir; fakat seri üretim, düzenli tekrar ve aynı nizam, o fabrikanın birliğine açık bir delildir. Aynı şekilde, tevhid, bu düzeni akılla görmek ister; vahdet ise bu düzen içinde görünmek ister.”
Göz de bu hakikatin bir aynasıdır:
Evvelinde izah ettiğimiz gibi Işık, her yönden göze gelir; gözdeki mercek o ışığı tek bir odakta toplar.
Bu toplama (fokuslanma) hareketi tevhidin fiziksel karşılığı gibidir. Dağınık ışıkları birleştirip “bir görüntü” hâline getirir.
Ama o görüntünün içinde binlerce detay, renk ve suret vardır; bu çokluk içinde bir nizam bulunur.
“Bir”den yansıyanın “çoklukta görünmesi” ve Kesretteki birlerden biri farkettmek, sırrı vahdettir.
“Bir olanı görmek, çoklukta O’nu fark etmekle mümkündür.”
Bu cihetle Göz, hem fen hem de marifet açısından bir cihazdır. Üstadım; bu gibi cihazların sırrı tevhid ile kâinatın binler hazinelerini açan anahtar gibi olduğunu ifade eder.
Zira kâinatın her tarafından gelen dağınık ışık dalgalarını toplar, odaklar ve tek bir manzara hâline getirir.
Gözdeki bu toplama fiili, sırr-ı tevhid ile kıymetini birden binlere çıkarır.
Çünkü tevhid, dağınık ve çokluk içindeki varlıkları bir merkeze bağlayarak “Bir”e nispet eder.
Fenni bir temsili hakikate daha derinleştirerek uygulayalım.
Her bir cisimden çıkan fotonlar, farklı açılardan göze ulaşır.
Kornea ve mercek bu dağınık ışıkları kırarak tek bir odakta retina üzerinde toplar.
Bu odaklanma, dağınık olanı birleştirme işlemidir.
Sırr-ı tevhid hakikatinde olduğu gibi.
Farklı sebepler, suretler ve varlıklar, nihayetinde Bir Sebep’e, Bir Müessir’e bağlanır.
Bir başka ifadeyle; fen, ışığı bir noktada; tevhid ise manayı bir hakikatte toplar. Bu cihetle vahdetin tecellisi ile görüntüde Çeşitlilik oluşur. Retinada oluşan tek bir görüntü, milyarlarca nörona dağılır. Beyin bu verileri işlerken renk, derinlik, şekil gibi farklı katmanları ayırır ve sonra birleştirir. Bu işlemde vahdet hakikati parlar. Çünkü kesrette görünen her detay, aslında bir bütünlüğe hizmet eder.
Bir ağaçtaki her yaprak nasıl aynı kökten besleniyorsa, bir manzaradaki her renk de aynı ışığın farklı yansımalarıdır.
İşte vahdet, birliğin çoklukta görünmesi; tevhid ise, çokluğu birliğe döndürmektir.
Biri görünme fiili, diğeri görme idrakidir.
Göz, sadece maddeyi algılamaz; akıl, o maddeden manayı çözer.
Ruh ise bu manayı marifetullah penceresinden seyrederek tefekküre dönüştürür.
Böylece göz, ışığı; akıl, nizamı; ruh ise o nizamın Sahibini temaşa eder.
Tevhid görmek ister; Vahdet görünmek ister.
Göz tevhidi temsil ederken, kâinat vahdeti temsil eder.
Biri toplar, diğeri yayar; biri nurun yönünü bulur, diğeri nuru sergiler.
Ve bütün bu sistem, “Basîr” olan Allah’ın kudretine sessiz bir şehadet taşır.
“Bir olanı görmek, çoklukta O’nu fark etmekle mümkündür.”
Göz, hem fen, hem de marifet açısından bir “tevhid cihazı”dır.
Bir başka ifadeyle:
Fizik, ışığı bir noktada toplar; tevhid, manayı bir hakikatte toplar.
Eğer gözlerden biri kapansa, manzara düzleşir; derinlik kaybolur.
Aynı şekilde, insan sadece madde gözüyle bakarsa, hakikatin derinliği kaybolur.
Ama iki nazar birleşirse biri maddeye, diğeri manaya bakarsa işte o zaman eşya, bir “ayna” olur. Ve o aynada “Bir olan”ın kudreti görünür. İki göz birlikte bakınca madde derinleştiği gibi,kalp ve akıl birlikte bakınca mana derinleşir.”
Bu sırra mazhar olan nazar, sadece görmekle kalmaz; görülene şahit olur.
Görmek fiili, tevhidin tecellisidir; şahit olmak ise vahdetin kemalidir.
Bu hakikatleri birde Kalbin Görüşünde Odaklanmasına gelelim.
Bedenimizde ki iki göz aynı manzaraya farklı açılardan bakar; beyin ise bu iki görüntüyü birleştirerek derinliği oluşturur.
İki gözün birlikte bakması, derinlik algısını (stereoskopik görüş) oluşturur.
Her göz, nesneyi az farklı bir açıdan görür; beyin bu iki farklı görüntüyü birleştirerek üç boyutlu bir manzara meydana getirir.
Bu sayede biz, eşyanın sadece şeklini değil, mesafesini, hacmini ve mekândaki yerini de fark ederiz.
Bu fenni düzen, insanın maddî vücudda derinliği idrak etmesine vesile olur.
Fakat insan yalnızca bedenden ibaret değildir.
Kalpte de iki göz vardır. Bu gözlerden biri;
İman-ı billahtır: Allah’ın kudretine bakar; zamanı ihata eden, ezelî bir Sultanı fark ettirir. Diğeri ise iman-ı bilâhirettir. Ahirete bakar; zaman içindeki akışın ebedî hedefini seyreder.
Burada ezel, bir başlangıç noktası değil; zamanı kuşatan, her anı içine alan ilâhî hakikattir.
Ebed ise, bu ezelî kudretin daima tecellî ettiği sermedi manzaralardır.
Bu cihetle Kalbin iki gözü, menba ve gayeye odaklanır.
Bir göz Allah’a bakar, diğeri ahirete; böylece abd, zamanın anında hem ezele, hem ebede nazar eder.
“Allah’a iman, ezele bakar;
Ahirete iman, ebede bakar.”
Kalp, ezel ve ebede bakan bu iki pencereyle hakikati derinlemesine idrak eder.
İlim ve tefekkür ile kazanılan marifet-i İlahi, ruh için kâinat vüs’atinde bir genişlik temin eder.
Bu genişlik, gözün fizikî görme alanına değil; ruhun gördüğünü idrak etme kapasitesine aittir.
Nasıl ki bir teleskop, uzak yıldızları görmek için merceğini odaklamak zorundaysa, insanın kalbi de ezel ve ebed nazarına odaklanır.
Bu odak noktası tevhid dir.
Kalp, tevhidle odaklandığında;
akıl, vahdetle genişler;
ruh ise marifetle derinleşir.
Fizikî düzen, insanın maddî derinliği idrak etmesine vesile olur.
Fakat insan yalnızca bedenden ibaret değildir.
Kalbin bu iki gözü bir araya geldiğinde, insan varlığın menbasina ve gayesine aynı anda odaklanma sırrıyla en uzak mesafeleri yakınlaştırır.
Yani, göz ışığı alır, akıl manayı çıkarır, ruh ise marifet-i İlahi sayesinde bütün kâinatı idrak edecek genişliğe kavuşur.
Bu hakikati Risale-i nurla netice verelim
“Meselâ sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesîm ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki, mevcudatın nevileri adedince yüzbinler başlı ve her başında o nevide bulunan ferdlerin sayısınca yüzbinler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve a'zâ ve hüceyratı mikdarınca yüzbinler diller ile Sâni'ini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvî bir makam sahibi bir acaib-ül mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulât yetiştiren bir mezraa ve dâr-ı saadet tabakalarına a'mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekada hususan Cennet-i A'lâ'daki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüzbin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken…” (Şualar 13.sh - Risale-i Nur)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.