Devletin şefkat eli kırılsın! (mı?)

Çoktandır yazmak istediğim bir konuydu. Mardin’de yapılan Münazarat Sempozyumuna çok istememe rağmen, rahatsızlığım sebebiyle katılamamıştım. Senelerdir karşılaşmadığım birçok dostumla buluşma imkânım olacaktı; kısmet olmadı. Orada yaşananları, coşku ve heyecanı medyada yazılanlardan ve katılımcı kardeşlerin aktarımlarından az da olsa ben de yaşadım diyebilirim.

 

Sempozyumlar, konferans, panel ya da söyleşilerden çok daha renkli bir atmosferde seyrederler ve en büyük özellikleri de “sürprizler”e açık olmalarıdır. Sempozyumun sürpriz diyebileceğim olaylarından birisi, herhalde, Sosyolog Sayın Mücahit Bilici’nin açıklamalarıydı. Bilici, bildiğim kadarıyla, İslamofobya, Risale-i Nur, Bediüzzaman gibi konularda yazdıkları ve yayınladıkları ile Münazarat hakkında söz söylemeyi hakeden bir bilim adamı olarak sempozyuma davet edilmişti. Hem Münazarat’ın ortaya çıktığı bölgeyi çok iyi tanıması, hem yaşananlara şahitlik etmesi, hem Risale-i Nurlar’a olan yakınlığı ve yetkinliği hem de meslek itibariyle konunun kendi akademik disiplini içerisinde kalması Ondan beklentilerimi yüksek tutmaya sebep olmuştu. Beklentilerimi boşa çıkarmadı ve ‘flaş’ sözlerle tartışma atmosferini hareketlendirdi:

 

“Sürekli ‘Devlet Güneydoğuya şefkat elini uzatsın’ diye çoğu kez dindarlardan devlete çağrılar işite geldik. Şimdi bu çağrıya bir vatandaş ve bir demokrat olarak cevap veriyorum: Devletin şefkat eli kırılsın. Evet, devletin şefkat eli kırılsın çünkü devlet şefkat edemez. Demokratik devlette kuvvet kanunda olmalı. Kanun şefkat etmez. Hakka göre hareket eder. Hak haktır, küçük büyük bakılmaz. Hukuk hâkim ise şefkate veya nefrete yer yoktur.” ‘Size acıyorum onun için size insan muamelesi yapacağım’ demek, insana hakarettir. Devlet şefkat elini uzatıyor ve başörtülü hanımların okula gitmesine müsaade ediyor. Hayır, devletin şefkat eli kırılsın.Başörtüsü haktır, şefkatin, sadakanın, mihnetin konusu olamaz. Haklar asla bir acıma veya kızmaya feda edilemez. Kanun hâkim ise, hâkim verdiği hükmü sevinç veya acımayla veremez. Devletin şefkat eli kırılsın. Çünkü Hazreti Ömer, şeriattan yani kanundan bir şeye kızdığı, bir şeyi sevdiği yahut bir şeye (Allah’ın şefkatinden öteye şefkat edip) acıdığı zaman, ona ‘seni kılıçlarımızla doğrulturuz’ diyen bir demokratik teyakkuz var. İşte o hakkın hatırını alî tutanellerin eliyle devletin şefkat eli kırılsın. Eğer hala Kürtlere devletin şefkat elini uzatmasını istiyorsak, Kürtleri zillete mahkûm ile onlara hakaret ediyoruz. Kadere Kürtlerin terör yapması için fetva verdiriyoruz.”

 

Sayın Bilici’nin uzunca olan konuşmasından bence kritik olan kısım yukarıdaki değerlendirmeleri idi. Zira bu değerlendirme, biraz dağınık bir vaziyet arz etse de, genel bir kanaatin feverana, kontrol altına alınmaya çabalanan bir öfkeye dönüşmüş halini ifade etmektedir. İçinde haklılığı, muvazenesizliği, öfkeyi, çelişkiyi, hayal kırıklığını ve her şeye rağmen beraberce yaşamak arzusunu barındıran oldukça “insanî/hasbî/harbî” konuşma satır aralarında bir bilim adamının hoş görülebilir “dil sürçmeleri”ni de içermekteydi.

 

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki (B)ilim üzerinden gitmeyi değil “vâkıa” üzerinden değerlendirmeyi tercih etmek çoğu kez haklılık ve haksızlığın arasındaki mesafeyi yakınlaştırır ve bazen iki durumun iç içe girmesini sonuç verir. Böylece anlatılmak istenen hakikatlerin “bir muhalif duruş” olarak basit bir siyasal argüman haline getirilip sönümlenmeleri/kıyıda köşede bırakılmaları tehlikesi oluşur. Onun için “Hak, öfkeyle söylenmez”; Kur’an Musa Aleyhisselam’a “kavl-i leyyin” ile devrin cebbarlarına seslenmesini öğütler. Said Nursî, kendisini memleket hapishanelerinde ve sürgün yerlerinde dolaştıranlara kavl-i leyyinile, “Risale-i Nur” ile yaklaşır. Bu; cebbarlığın, statükonun, zulüm aracı haline getirilmiş devlet unsurlarının, haksızlıkla/yanlılıkla hüküm veren adli sistemin herşeyi birbirine kattığı; yalan ile doğruyu, hak ile batılı birbirinin içine geçirdiği, sulandırdığı bir zamanda; “HAKK ve ADL” kavramlarının onlardan tamamıyla sıyrılmış ve ayrılmış şekilde ortaya konulmasına yönelik bir emirdir/davranıştır.

 

Devleti basit bir siyasal teknik yapı olarak görmek postmodern durumun söylemlerinden birisidir. Postmodernlere kalsa devlet yapısını da çökertmek gerekir. Onlara göre ‘Büyük Anlatıların/Yapıların’ (ideoloji, din, felsefe, ekonomik yapı, devlet, vs.) çağı geçmiştir. Zira bunlar, insanlığı büyük maceralara sürüklemiştir.

 

Bediüzzaman, Münazarat’ta liberalizmden beslenen bir meşrutiyetten daha çok; sosyalizmden beslenen bir meşrutiyetten bahseder. Kendi İslamî müktesebatıyla durumu/vakıayı analizinden sonra siyasal yapıya ilişkin fikirlerini “Meşrutiyet-i Meşrua” ile kavramsallaştırır. Meşrutiyet’e ‘Şeriat namına’ sahip çıkar. Din ve ahlakı siyasanın dışına iten, kişileri sadece toplumsal sözleşmenin faydalanıcıları olarak vergi veren, kanuna uyan, gayr-i safi milli hasıladan pay alan bireyler olarak tanımlamaya kalkan liberal demokrasiyi hürriyeti yanlış kullanmasından dolayı eleştirir. Sonunda dinsizliğe ve insan kemalâtını reddedişe, Komünizme götürecek yapısıyla Sosyalizm’den de uzak durmaya çalışır. O, Meşrutiyet’i “meşru” düzlemde çerçevelemeye çalışarak demokrasinin/siyasal erkin insanı insan yapan esas yüksek meziyetlerini geliştirecek ve koruyacak şekilde yapılanması gerektiğine parmak basar. O, demokrasi ya da meşrutiyeti her yerde aynı şekilde uygulanması gereken basit bir teknik/hukuki/siyasal bir konu olarak görmez.

 

O’na göre Meşrutiyet -“meşrua”ya yanaşmak şartıyla-insaniyet-i kübrayı elde etmenin siyasal bir aracı olabilir. İnsaniyet-i kübra elde edilemeyecekse, o demokrasi değil; ancak hayvaniyettir. Maksad-ı asli demokrasiyi/meşrutiyeti elde etmek değil; insaniyet-i kübrayı gerçekleştirebilecek siyasal bir düzlemi elde etmektir.Bu bakımdan Bediüzzaman’ın bütün hayatı boyunca bir siyasetçi gibi davranmayışı; siyasetten uzak duruşu, bir pratisyen gibi değil bir ütopya üreten zekâ olarak teklif getirişi hayli anlamlı bir durum arzeder.

 

Toplum, 30 yaşında, her şeyiyle bağımsız, eğitimli, seçimini hür bir şekilde yapan, sağlıklı bireylerden oluşmaz. Sağlıklı bireylerden daha çok hastalardan; bebek, çocuk, genç ve ihtiyarlardan, zengin ve fakirlerden, kabiliyetli ve engellilerden, sanatçı, âlim, öğrenci, işveren, işçi gibi pek çok kategori alanlarından ve bu alanlarda değerlendirilebilecek gruplardan oluşur. Siyasal erk bu kesimlerle kanun, tüzük ve yönetmeliklerle muhatap olacak şekilde kurgulanır. Kanun, evet merhamet göstermez; lakin kanun yapıcı istisnai durum üreten, pozitif ayrımcılık oluşturan bir kısım düzenleyici kanunlarla toplumun farklı kesimlerinin diğer kesimleriyle beraber hayata tutunmasını amaçlar. Bebek, çocuk ya da ergen diyebileceğimiz topluluk halkın neredeyse % 30-40’ını oluşturur; fakat bu topluluk eğitilmeye, bakılmaya muhtaçtır ve kanunlar karşısında yetkin bir duruma gelebilmeleri için devamlı desteklenir.

 

Bu destekleme, tamamen ruhsuz bir tutumdan, makyavelizm ya da pragmatizmden değil toplumun değerlerinden beslenir. Toplumdaki acıma, şefkat veya merhamet duyguları devlet erkinde, kanunlarda ve siyasal düzlemde böyle tezahür eder. Yaşlılara tanınan emeklilik hakkı, huzurevleri, rehabilitasyon merkezleri; yatalak hastaların yaşamlarını devam ettirebilecekleri ortamlar; şiddete uğrayan kesimlerin mekanları olan sığınma evleri de toplumsal merhametin devlet erki eliyle ortaya konan tezahürleridir. Toplum hem kanunları hem meclisi hem hükümeti hem de hukuku kullanarak merhametini bireylerine gösterir. Ülkenin vatandaşı olmadığı halde bir şekilde bir bağ oluşturan sığınmacıları, sürgünleri, turist ve transit yolcuları da bu kapsamda değerlendirir. Hayvan hakları, zekâ özürlüler de cabası…

 

Görüleceği üzere “Devletin şefkat eli” esasında toplumun değer yargılarının bir sonucudur. Dolayısıyla, demokratik olsun ya da olmasın devlet şefkat edemez demenin herhangi bir sosyolojik temeli yoktur.

 

Demokratik düzlemde“hak ve hürriyetler” vardır. Eşitlik kavramı ise temelde toplumu kuşatan ve ona yönelik bir kavram değildir. O, daha çok yarışma unsurunun, yasal hak unsurunun söz konusu olduğu zeminler için kullanılabilecek teknik bir argümandan başka bir şey değildir. Adalet ise daha psikolojik/sosyolojik/insana özgü bir mefhumu ifade eder. Eşitliğin toplum içinde itiraza mahal bırakmayacak şekilde gerçekleşmesi için hukuk bir araç olarak vardır. Kamu ve tüzel kişilikler ile gerçek kişiler arasında düzenin sağlanması hukuk ile mümkündür. Fakat hukukun yaklaşımının toplum nezdinde akredite olması için kanun koyucu devamlı surette toplumdan gelen tepkileri; yararlanıcıların ve uygulayıcıların tekliflerini gözetir ve bu aracı güncel tutmaya çalışır.

 

Eşitlik kavramı bir “şefkat ya da merhamet” üretmezken, adalet mefhumundan yola çıkarsak hakkın yerini bulmasıdır adalet. Şefkat, merhamet ve meveddet, haklıya hakkını vermekle ve haksız olandan gasp ettiğini almakla geçekleşir. Eğer bu yapılmazsa, şefkat, merhamet ve meveddetin karşıtı olarak “zulüm” ortaya çıkar.

 

Devlet, bir zaman için hükumetlerin ve bürokratik yapının “kötü davrandığı” toplum kesimlerine karşı pozitif ayrımcılık gösterebilir; göstermelidir de. Bunu istemek ulûfeperestlikten değil gecikmiş bir hakkın daha çabuk bir şekilde sahibini bulması içindir. Buna şefkat denilse de sadaka ya da bir mihnet denilmeyeceği açıktır.

 

Kürtlere, devlet şefkat elini uzatmalıdır; çünkü barış isteyen toplumun talepleri böylece gerçekleşmiş olacaktır. Devlet aygıtını kullanarak gasp edilmiş hakların yine aynı aygıtla verilmesine karşı çıkmanın, iyilik de gelse artık istemezük söylemine yapışmanın bir mantığı var mıdır? Bunun “Kürtleri zillete mahkûm etmek” manasına değil; Kürtleri mevcut milli unsurların haklarına kavuşturmak anlamına geldiğini göremezsek artık barış istemediğimizi, tamamen toplumun diğer kesimlerinden ayrışmak istediğimizi göstermiş oluruz. Bu birilerinin tarzı olabilir, birilerine yakışıyor olabilir; fakat Bediüzzaman gibi birleştirici, kaynaştırıcı bir figürün ders kürsüsünden geçmiş bizlerin tarzı olamaz, olmamalı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum