Çocukluk Arkadaşı

Çocukluk Arkadaşı

Meral AFACAN BAYRAK'ın öyküsü....


          Arayan sen miydin?
          Keşke sen olsaydın…
          Öldüğünü bir hafta sonra öğrendim. Telefonum çaldı.     
          “Nerelerdesin hayırsız?” dedim ki, cep telefonundan gelen sesin sana ait olmadığını farkettim.
          “ Teyze benim. Şey…”
Arayan küçük kızındı. O senin hayırsız, telefonla bile günlerce aramayan, hep seni  ihmal eden,  durmadan tartıştığınız “karamık kızın.”
           Suçun onun okumasına engel olmandı. Şartlar bunu gerektiriyordu. Sana kızıp, talihsiz bir evlilik yaptı. Her şeyi berbat eden sonra da bütün suçu senin üzerine yıkan kızın. Ona olgunlukla karşılık verip, her seferinde nasihat etmen de kar etmemişti. Onun bütün borçlarını ödemek için sağa sola borçlanan da sendin. Bunları kaç kez anlatmıştın bana.
           Şaşkındım yine de kötüye yormadım bu garip durumu.
           “Siz annemin arkadaşısınız galiba?”
           “Evet. Ben onun en yakın arkadaşıyım: Kırk yıllık dostu, dert ortağı…”
           “Biliyorum. Sizden sık sık bahsederdi. Şey… Annemi kaybettik ne yazık ki…”
            “……………”
            O anın tarifi yoktu. Tek cümleyle şu: Ne diyeceğini ne yapacağını bilememek. Çığlık attığını hatırlıyordu. O ilk şaşırma, katılıp kalma hissinden sonra delirmiş gibi evin içinde bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Sanki dünyası karardı. Eşi o sırada evde yoktu.
           “Deme! Ne zaman?”
           “Geçen hafta. ”
           “Nasıl yani? Nasıl oldu bu?”
            Özetle şuna benzer cümleler kurdu:
            “Aniden fenalaşmış. Ablamın kızı onu hastaneye kaldırmış. Fakat kalp krizine yenik düştü. Size ulaşamadım. O telaşla kimseyi aramak aklıma gelmedi. Doğduğu köye defnettik. Biraz toparlanınca telefon rehberindeki arkadaşlarını aramak aklıma geldi. Hafta mevlidi için Pazar gününü uygun gördük. Sizi de aramızda görmek isteriz.”
           “Yaa, çok üzüldüm. Baban ne olacak şimdi?”
           “Ablam ve ben babamı da alarak buradan ayrılmayı düşünüyoruz. Biliyorsun, o da çok iyi değil, ona bir bakıcı bulup evimde bakmayı düşünüyorum.”
“Mukadderat işte. Ben şehir dışındaydım. Bir dağ köyündeki arkadaşımın daveti üzerine oraya gittik. Bir haftadır oradaydık. Telefon çekmiyordu. Ulaşamamanız çok normal.”
           Öldüğünden bu yana, evinin olduğu sokaktan geçmemek için yolumu uzatıyorum. Yine de birlikte gittiğimiz marketler, pazarlar yokluğunla dolu. Çocukluk arkadaşımdın. Saçlarını ben örerdim.Yatılı öğretmen okulundayken sırdaşdık. Sabah bu örme işi için bir saat erken kalkardık. Onaltı yaşımız güzeldi. Asla geri saramayacağımız bir film gibi gençliğimiz.   Tayinlerimiz de aynı şehre çıkmıştı. İkimizde köylerde, beldelerde çalıştık. Evlendik, çocuklarımız oldu. Başka şehirlere tayinimiz çıksa bile irtibatımız hiç kopmadı.  Kaderin cilvesi diyelim, ikimizde aynı şehre yerleştik. Emekliliğimizde de ayrılmadık.
           O filmden kesilmiş fotoğraf karesi gibi siyahbeyaz kenarları tırtıklı, kaliteli bir kağıda basılmış tek poz. Bakıyorum: Taranmış, örülüp iki yana salınmış saçlarını topraklar öpüyor şimdi. O güzelim saçlarını öremeyeceğim. Güzel yüzünü göremeyeceğim. Ama avunmak için şimdilerde yirmisindeki büyük torununun ne kadar da sana benzediğini konuşacağız büyük kızınla. Banka müdürü olan büyük kızın senin gurur kaynağın.
          Yerin nur olsun, rahat uyu. Sana yasin okumadan yatmıyorum. Senin için dua ediyorum hep. Benden önce öldüğüne inanamıyorum. Ayakta ölen çınarlar gibi gittin. Dimdik, şikayetsiz, kimseye haber etmeden ayrıldın bu dünyadan. Kızından her zaman çektiğin tesbihini istedim. Yerini doldurmayacak ama, bir nebze olsun yokluğunu gideriyor. Sana ait bir eşyayla avunuyorum. Acım büyük. Bu her namaz sonrası çektiğim tesbihle sevabına sevap katmak niyetindeyim. Allah biliyor.           
Kendimi sokağa atıyorum. Bir nevi yangın yeri yüreğim. Kızgınlık kırgınlıkla kolkola, halay çekiyorlar sanki. Kime mi  kızgınım?
           Arkadaşımın aniden beni bırakıp dünyadan göçüşüne.
           Kızlarının bize ulaşamayışına.
           Zamanın akışına…
           Geçecek. Vallahi soğuyacak bu yangın.
           Kimin böyle bir derdi var ki? Herkes gamsızca caddelerde yürüyor sanki.
           “Tek tek insanları sorgulama fikri delice gelebilir.”
           Eski kilidin içinde zorlayınca kırılan paslı bir anahtar gibi sözlerimiz. Açmıyor ki sorunu. Birbirimizin kalbinde derin yaralara neden oluyor sanki.
          “Her kapıyı açan anahtarları çilingirde bulabilirsin. Bende yok!” diyor eşi.
           Haklı tabii… Herkes haklı. Bir ben değilim. Eziyetim kendime. Diyebilirim kolaylıkla.
           Günlerce uyudum. Yazlıktan dışarı çıkmadım. En sonunda komşum Mehlika Hanım merak etmiş zile bastı. Kapıyı kollarımdaki dermansızlığa rağmen açabildim. Eşikte beklemesin komşum diye.
           “Hasta mısın? Huuu!.. Balkona bile çıkmıyorsun, merak ettim seni.” Diyerek koridoru hızla geçti. Salona, kanepeye doğru ilerledi. Hemen oturdu. Konuşmaya başladı.
           Demek ki yaşamak denilen şey böyle birşeydi. Komşunun komşuyu merak edip yoklaması. Hala yaşıyordu. Kolu kanadı kırıktı.Telefondan, arkadaşından, olanlardan, şundan bundan bahsedecek kadar mecali yoktu.
            “Evet hastayım. Sen nasılsın, neler yaptın?”
            Kestirmeden gitmek daha iyiydi.
 Komşusu anlattı. O dinledi. Kahve içtiler.
            Sonra komşu “geç olmuş!”deyip, kalktı gitti.
            Gün bitti.
            Güneş dağların arkasına çekildi. Sıcak gündüzkü kadar bunaltıcı değildi. Nispeten bir serinlik hakimdi havaya. Bir sigara daha yaktı. Kül tablasındaki izmarit yığını rahatsız etmedi onu. Ellisinden sonra başlamıştı sigaraya, oğlunu evlendirdiği gün. O gün bugündür içiyordu.
            Eşi  sahil boyundaki yürüyüşünü bu kez tek başına yaptı. Eve geldiğinde onu hareketsiz bir biçimde sandalyede otururken buldu. Gözlerini pencereden kısmen görünen palmiyenin yapraklarına dikmişti. Seslenmedi. Mutfağa yöneldi. Mutfak balkonundaki çamaşır ipinde  az önce serilmiş havlular, plaj giysileri rüzgarda salınıyordu. Sokak bu saatte sakindi. Balkondaki birkaç saksıyı suladı. Haşarı birkaç otu ayıkladı. Çöpe attı. Toprak iyiydi. Doğruldu. Mutfak masasının üzerindeki küllüğü çöpe döktü. Gelişigüzel atılmış paketten bir tane sigara aldı, yaktı. Daldı.
           Ben kendimi çoktan bıraktım kederin ellerinde bir topak çömlek çamuru gibi şekilleniyorum.
           Neyi neye  katsam sivri bir şikayete dönüşüyor ağızlarda gevelenmekten usanılmış iri baklalar gibi, çıkıyor çok sonra ama.
           Patlıyorum sana. Sen bu kez, direnemiyorsun taaruza karşı suskun. “haklısın”, diyorsun.
           “Başım ağrıyor ondan böyle.”Sonradan toparlıyorsun. Ama ben bunu yeterli görmüyorum.
          “Boşver. Bilme zaten.”
          “Çocukluğumdan bana kalan hoş bir emanetti. Böyle aniden aramızdan ayrılışıyla sarsıldım. Kendime gelmem çok zaman alacak. Bu acı çekilir gibi değil.” diyordu eşi.
          Ona destek olmaya çalışıyordu adam. Aslında ne yapacağını şaşırmıştı. Bu derin ve  kavurucu acıyla nasıl başa çıkılır bilemiyordu.

(Meral AFACAN BAYRAK'ın Mühür Kitaplığından çıkan Tarçın Çıkmazı isimli kitabından alınmıştır.)