Bediüzzaman'ın ağaçları

(Belki de ana kucakları)

Adem babamızdan öğrendik ilk defa,
“Ağaç” kelimesini...
Bu kelime belki de,
Allah'ın Hz. Ademe öğrettiği,
Hz. Ademin de,
Asla unutmamacasına öğrendiği,
İlk kelimelerden biriydi...
Meşhurdur hani “Yasak ağaç meyvesi”
Bilmeyen yok gibidir bu hikayeyi...
Düşünün ki,
Bizi bu dünyanın kahtu galasına atan,
“Nereden geldik?”
“Nereye gidiyoruz?”u anlamamızı sağlayan,
Bizi bin türlü hikayeyle buluşturan,
Bizi insan eden,
Bizi ana eden,
Bizi baba eden,
Bizi yar eden,
Bizi kardeş eden,
Bizi kötü eden,
Bizi iyi eden,
Bizi var eden sebep,
Bir “ağaç” işte...
Bu nedenle,
Bir başka varlıklardır ağaçlar,
Başka bir tılsımı vardır yeryüzünde...
“Ağaç” deyip geçmeden evvel,
Düşünmeli belki de,
Yerin derinliğine uzanan kökleri,
Arşa uzanıp boy veren dalları,
Türlü nimet sunan yemişlerini düşünmeli...
Hayatımız bir ağaçla başladı,
Peki ya ağaçlar olmasaydı?
Başka başka cevaplar verilebilir,
Bu soruya belki,
Ama şu gerçek, kesin ki,
Bizim hayatımızda,
Çok önemli ağaçların yeri...
Öyle ya,
“Kendi çamur yer,”
“Sana hayat sunar...”

ÇAM AĞACI
 
Buğday kadar bir çam çekirdeği,
Koca bir Çam ağacını yetiştirir...
O küçücük çekirdekte,
Tüm ağacın programı yazılıdır...
Uzun ömürlüdür Çam ağacı...
Kahır çeken bir ağaç türüdür...
Kışın bile güler yüzü,
Hayat doludur damarları,
Yemyeşildir yaprakları...
Bunlardan biri de,
Bediüzzaman'ın arkadaşı...
İnsanların Bediüzaman'dan,
Çekindikleri hengamede,
Bediüzaman'ın da herşeyden uzaklaşıp,
Yükseklere çıktığı bir vakitte,
“Seyyar Medresemiz” dediği,
Çam Dağının tepesinde,
Çam ağacı, her bir ağaç gibi,
“Bismillah” diyerek,
Uzatmış koca dallarını...
“Gel” diyerek belki de,
Yıllardır uzak kaldığı,
Anacığının kucağı yerine,
Babacığının şefkati niyetine...
Sarıp sarmalamış Bediüzzaman'ı...
Çam dağında kimsesiz bir Çam ağacı...
O, Bediüzzaman'a,
Bediüzzaman da ona sahip çıktı...
Öyle ki Risalelerde geçti adı...
Binlerce dil,
Onu görmeden tanıdı...
Gidip görenlerse bahtiyardı...
Çünkü yıllar sonra,
Üstadın ardından,
Bir el tarafından,
Toprağından koparıldı,
Gördüm...
Olduğu yere,
Boylu boyunca uzanmıştı,
Mecali yoktu kalkmaya,
Heyhat!
Bu dosta kıyılır mıydı?
Ama o asil bir ağaçtı,
Ne de olsa Bediüzzaman'ın ağacıydı...
Asil bir kral gibi yere uzanmış,
Belkide görünmez yaşlarla ağlamaktaydı...
Ve belki de,
Ancak Bediüzzaman gelse,
Yerinden kalkacak,
Yine onu baştacı edip,
Gece zikrine,
Gündüz fikrine,
Her daim şükrüne,
Ortak olacaktı...

KATRAN AĞACI

Çam Dağında ikinci bir dost,
Katran ağacı...
Ama Bediüzzaman'ın tabiriyle,
“Muhteşem...”
“Kuru bir taşta atmış tezgahını,”
“Durmadan çalışıyor...”
O da aynı şefkatle,
Bediüzzaman'ı başında taşıyor...
O uzun ve karanlık gecelerde,
O büyük Zatın kelamını bir o işitiyor,
Bir O, arkadaş oluyor,
Bir O, nefes oluyor...
Katran ki,
Her daim duada,
Hazır ve nazır bekliyor...
İki elini göğe uzatmış,
Sahibi Bediüzzaman gibi,
Her an niyaz ediyor...
Bir gece Bediüzzaman,
Katranın başında oturuyor,
Semanın yıldızlarla yaldızlanmış,
Güzel yüzüne bakıyor...
Ve yıldızları konuşturan,
Bir yıldızname yazıyor...
“Dinle de yıldızları”
“Şu hutbe-i Şirinine”
“Name-i Nurunu Hikmet”
“Bak ne takrir eylemiş”
“Hep beraber nutka gelmiş,”
“Hak lisanıyla derler.”
“Bir Kadir-i Zülcelalin,”
“Haşmet-i Sultanına.”
Hadi normal diyelim,
Yıldızların konuşması...
Hadi biliyoruz onları konuşturan Allah'ı...
Peki onlarla konuşmak kimin karı?
Böyle bir ağaç, Katran ağacı...
İlginç olaylar yaşamış,
Bediüzzaman'la tanışalı...
Bunlardan biri de yaşanan şu olaydı...
Bediüzzaman Çam dağındaydı...
Süleyman isimli bir talebesi,
Yanında misafir kalmaktaydı...
Çarşamba akşamıydı...
Yiyecek bir şey kalmamıştı...
Süleyman da Cuma'ya kadar kalacaktı...
İbrikte bir parça su vardı...
Bir parça şeker, biraz da çay...
Süleyman çay yapmaya başladı...
Bediüzzaman ise derin dereye bakan,
Katran ağacının altında oturmaktaydı...
Teessüfle düşünüyordu...
“Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var,”
“Bu akşam bize ancak yeter.”
“İki gün ne yapacağız?”
“Bu temiz kalpli adama ne diyeceğim?”
Derken,
Birden çevirdi ki başını,
Gördü ki koca bir ekmek,
Katranın başında,
Dalları üstünde duruyor...
“Süleyman” dedi sevinçle,
“Müjde!
“Cenâb-ı Hak bize rızık verdi."
Ekmeği aldılar,
Kuşlar, hayvânât, hiçbiri ilişmemiş.
“Bu bize helal midir?”
Diye sordu Süleyman,
Bu safi soruyu bekelmeyen Bediüzzaman,
Tebessüm ve hayretle,
“Vay mübarek” dedi talebeye...
Bu, kıyamete dek unutulmayacak,
Bir deyişti...
Artık ona “Mübarek Süleyman” denmişti...
Tüm bunlar Katran ağacının,
Yanında gerçekleşmişti...
Fakat bir gün Çama değen el,
Onu da yerinden etti...
Halbuki onca anlam yüklenen Katran,
İşte bir kuru direkti...
Ama Bediüzzaman'ın,
Değince elleri,
Bir anlam bulmuş,
Manaya ermişti...
Kara Katran ağacı,
Tıpkı Peygamberin firakıyla ağlayan,
Kuru hurma kütüğü gibi,
Kalplere yazılan,
Bir muhabbet ifadesiydi...

KARA DUT (SİYAH DUT)

Ömrü bir ağaca benzetir Üstad...
Tıpkı bir çekirdek gibi,
Küçücük bir su damlasıdır insan,
İlk seferde...
Sonra boy verir yeryüzüne...
Yaşam besler onu her cihette...
Büyür, filiz olur,
Genç olur,
Bir ağaç gibi yer edinir kendine...
Ağacın meyveleri gibi,
Eserler bırakır yer üstüne...
Çalışır çabalar ömür boyu...
Sonra bir gün,
Devriliverir boylu boyunca yere,
Tüm kemikleri kurur...
Tıpkı kuruyan dallar gibi olur...
Sonra “Kurumuş kemikleri diriltecek olan”
Künfeyekün sırrıyla,
Bir anda hayat sunar insana yeniden...
Bahar gelir ağaçlar dirilir,
Haşir gelir, İnsanlar dirilir...
Bir ağaç, insana neler neler söyletir...
Bediüzzaman da risalelerde,
Hep ağaç kavramına değinir...
Siyah Dut da bunlardan biridir...
Öyle ki Bediüzzaman bu ağacın ilhamıyla,
Uzun bir manzume dile getirir...
Adı Siyah Dut'un bir meyvesidir...
“Kur'ân dedirtir; ben de derim, hiç de çekinmem.”
“Ondan, Ona şekvâ ederim, sen gibi şaşmam.”
“Haktan Hakka feryad ederim, sen gibi aşmam.”
“Yerden göğe dâvâ ederim, sen gibi kaçmam.”
“Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.”
“Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.”
“Elhamdülillâh" diyerek, rahat bulup yatacağım;”
“Zahmeti çekmem, vahşette kalmam.”
“Allahü ekber" diyerek ezan-ı haşri işitip kalkacağım;”
“Mahşer-i ekberden çekinmem, mescid-i âzamdan çekilmem.”
“Lûtf-u Yezdân, nur-u Kur'ân, feyz-i İmân sâyesinde hiç üzülmem.”
“Durmayıp koşacağım,”
“Arş-ı Rahmân zılline uçacağım,”
“Sen gibi şaşmam inşaallah.”

KİRAZ AĞACI

Katip Osman adlı bir talebe,
Üstada kiraz gönderir sepette,
Bediüzzaman iki gün dokunmaz meyvelere,
Başkasının malıdır diye...
Sonra manevi bir ihtar ile,
Dağıtır talebelerine,
Yerler kirazları hep birlikte...
Ispartaya döndüğünde;
“Keçeli!”
“Üçüncü gün izin verildi”
“Kirazından yememize”
“Fakat yememiştim daha önce”
“Böyle lezzetli bir meyve ”
Deyince talebesine,
O kiraz ağacının yanına giderler,
Hep birlikte...
Üstad o ağacın,
Kirazından ister her sene...
Talebe de gönderir seve seve...
Fakat Üstadın vefat ettiği sene...
Kiraz ağacı bir anda çekilir içine,
Bir daha yemiş vermez olur,
Ve dallarını serer yere,
Kurur...

DARAĞACI

Bir insan, hayatında,
Kaç kez karşılaşabilir ki,
Bir darağacıyla?
Ya da bir insan,
Nasıl bir varlık olurda,
Onu defalarca idam etmeyi dilerler?
Elden gelse,
İdam ettikten sonra,
Yeniden, yeniden,
Yeniden asarlar o ağaca...
Nemrut gibi, Firavun gibi,
Cengiz gibi, Hülagü gibi,
Şeddatlar bile,
Bir defa öldürülebilirler yer yüzünde...
Bir kez asılabilir,
Bir kez dünyaya veda edebilirler...
Fakat Bediüzzaman...
O insanların gözünde,
Nasıl bir şahıs ki,
Bin defa, yüz defa ölse,
Yine de korkarak dirilmesinden,
Yine, yeniden, her fırsatta,
Gönderilmiş darağacına...
Bediüzzaman boyun eğmemiş,
Korkmamış, yılmamış...
Sonunda vefatı,
Döşeğinde gerçekleşmiş...
Ama dirilmesinden korkma noktasında,
Haklılar belki,
Çünkü Evet!
Bediüzzaman bir ölmüş,
Fakat bir değil,
Bin değil,
Milyon dirilmiş...

ÇINAR AĞACI

Barla'da Bediüzzaman'ı ilk gören,
Ona ilk selam edenlerdendir,
Çınar Ağacı...
Evinin karşısında duran,
Muhteşem, muazzam,
Haşmetli, hikmetli bir ağaç...
Bediüzzaman'ın kaldığı yerle yan yana,
Gönül gönüle...
Bediüzzaman devletin gösterdiği,
Eve yerleşince,
O evden ağaca giden,
Tahtadan bir yol,
Ve bir odacık yapar,
Marangoz bir talebe... 
8 sene yaşar Bediüzzaman,
Çınar ağacıyla birlikte...
Kah üstünde,
Kah seyirliğinde,
Kah gölgesinde...
“Ben bu Çınar ağacını”
“Yıldız Sarayına değişmem,” diye,
Ona olan bağlılığını döker dile,
Çınarsa başka bir ana kucağı gibi,
Karşılıksız basar bağrına Üstadı...
Her yeni gün selamlaşırlar,
Her gezi dönüşünde,
Hasretle kucaklaşırlar...
Çınar sever Bediüzzamanı,
Her an bekler Onu,
O yokuşlu yolun başında,
Bediüzzaman da anlar Çınar'ın halinden...
Fakat yazık ki,
Bir gün ayrılık vakti gelir,
Bediüzzaman türlü zulumden geçirilir...
Türlü beldelerde gezdirilir,
Dert çeker, hastalık çeker, yaşlanır...
Sonra...
Tam yirmi yıl sonra...
Bediüzzaman ve Barla...
İki sevgili buluşurlar yeniden...
Fakat hiçbir şey eskisi gibi değildir artık...
Kocaman bir kilit...
Çınar ağacındaki tahta yeri yapan,
Talebe marangoz Mustafanın kapısındadır...
Bediüzzaman ve iki talebe,
Gözleri yaşlı,
Bir nefeste Çınarın yanına varır...
O an, yalnız kalmayı ister Bediüzzaman...
Talebeler onu yalnız bırakır...
İşte Çınar ve Bediüzzaman,
Yeniden karşı karşıyadır...
Görünüşte sadece,
Bediüzzaman'ın yanakları ıpıslaktır,
Ama eminim ki,
Koca Çınarda ağlamaktadır...
Üstad şimdi sarılmış ağacın gövdesine,
Hıçkırıklarla ağlamaktadır...
“Anne”sine sarılır gibi...
Kucakta sarmalanan yavru gibi...
Yok! Yok!
Mecnun bile,
Leylasına kavuştuğunda,
Böyle derinden yanmamıştır...
Mecnun Leylaya,
Çınar kadar sadık kalmamıştır...
Çınar yıllar boyu beklemiştir,
Üstadının yolunu...
Geç de olsa yeniden,
Birbirlerine kavuşmuşlardır...
Çınar bu gün aynı yerde,
Hala hizmete devam etmekte...
Sadaketle, hasretle,
Üstadının yolunu beklemekte,
Belki bir gün gene,
O yokuşun başından,
Sahibini görür de...
Hasreti bir nebze diner diye...

BEDİÜZZAMANIN AĞAÇLARI

Hilmi Doğan diyor ya,”
“Tepelice Çama çıktım”
“Gelincik Dağına baktım”
“Mümkün olsa kalacaktım,”
“Bir ömür boyu Barla´da”

“Seherde açan güllerin,”
“Çeşmindeki bülbüllerin,”
“Cennet yurdumda göllerin,”
“En güzel suyu Barla´da.”

“Kara Dut, Cennet Bahçesi,”
“Kara Kavak'ın meşesi,”
“Ulu Çınar'ın gölgesi,”
“Gölgeler koyu Barla´da.”

“Çamdağından esen yeller,”
“Zikir arkadaşı dallar,”
“Üstad´a muntazır yollar,”
“Gelecek deyü Barla´da.”

O ağaçlar ki,
Bediüzzamanındı...
Seherde açardı gülleri,
Çeşmindeydi bülbülleri,
Dallar zikir arkadaşıydı,
Hepsi, ömür boyu Barla'daydı...
Bediüzzaman olmasaydı,
Biz bu gün bu ağaçları tanımayacaktık...
Tanımayacaktık Kara dutu,
Tanımayacaktık Çamı,
Çınarı, Katranı...
Ağaçların da bir ruhu olabileceğini,
Asırların en büyük eserinde,
Birer insanmış gibi,
İsimlerinin geçebileceğini,
Ağacın insan hayatında,
Ne denli önem arz edeceğini,
Bilemeyecektik...
Şimdi,
Varsın bin defa kessinler,
O ağaçların her birini...
Yetmedi söksünler,
En dibe değmiş köklerini...
Sonra ayırsınlar parçalarını da,
Uzayın dört bir yanına savursunlar,
Gömsünler ya da,
Dünyanın magma denilen tabakasına,,,
Yansın, kül olsun her bir yaprağı, dalı...
Yok olsunlar geri dönmemecesine...
Vaveyla etsin bazıları,
Endişelensin durmadan...
Ya da sevinsin bunu yapanlar,
Bir iş başardık diye böbürlensinler...
Peki ama,
Ya nasıl kesecekler gönüllerdeki,
Bediüzzaman ağaçlarını?
Hangi insani veya maddi kuvvet,
Yok edebilecek,
Gönüllere dikilmiş NUR Ağaçlarını?
Kim kesecek sorarım,
Şu naçiz gönlümdeki,
Çam ağacımı,
Ulu Çınarımı,
Kara Dutumu,
Katranımı?
Varın kesin şimdi hepsini birden,
Katili olun onların...
Elinizi bu günahla boyayın...
Kabil'in Habili öldürdüğü gibi,
Nemrud'un İbrahimi ateşe attığı gibi,
Ebu Cehil'in Peygambere,
Tuzak kurduğu gibi,
Tıpkı Onlar gibi olun sizde,
Yakın, yıkın yok edin masum bedenleri...
Ama şunu da unutmayın...
Kıyamete kadar,
Hatta Ahiret yurdunda bile,
Ne Katran unutulur,
Ne Ulu Çınar...
Ne Kara Dut unutulur,
Ne de Bediüzzaman'la yaşayan
Bütün ağaçlar...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum