Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Bediüzzaman ile Abdurrahman’ın hazîn hikâyesi (1)

Bediüzzaman ile Abdurrahman’ın hazîn hikâyesi (1)

İngiliz işgâli altındaki İstanbul’un içtimãî sahnesinde karşımıza birlikte çıkarlar: Bediüzzaman ile Abdurrahman... Rus esãretinden henüz dönmüş olan Bediüzzaman’ı bir gölge gibi tãkib eden,  bıyıkları henüz terlemiş olan Abdurrahman, abisinin oğludur. Ama Üstâd’ın ruh ve gönül dünyasını fetheden bu genç, gerçekte biraderzãdeden çok öte, çok başkadır: Mãnevî evladdır, arkadaşdır, talebedir, kardeşdir, fedãîdir, sırtını dönebileceği adamdır, varlığına itimaden ölümü gülerek karşılayabileceği emin bir vãrisdir...

Israrlar karşısında kabullendiği “Dar-ül Hikmet-il İslamiyye” azalığından dolayı aldığı maaşın zaruret mikdarını alır, gerisini ise muhafazası kaydıyla genç Abdurrahman’a teslim eder. Bediüzzaman’a göre, zaruret mikdarı, ölmeyecek kadardır: Sade bir elbise, tek bir ayakkabı ve ertesi güne kadar yaşatacak bir gıda: Bir kâse çorba yahut haşlanmış tek bir yumurta; en fakir insanın ulaşabileceği mikdar... İmkânları ile asla mütenasib olmayan bu fakirãne hayatı genç dimağında koyacak yer bulamayan Abdurrahman;
Niçin bu kadar iktisad ediyorsun amca?” diye sormaktan kendisini alamaz.

“Ben sevãd-ı azama tabî olmak isterim. Sevãd-ı azam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tabî olmak istemem.”

Bediüzzaman’ın ömrü boyunca hayat düsturu ettiği cevabını anlayabilecek durumda değiliz, kimse de anlamıyor zaten... Hayır, zekâ kıtlığından bahsetmiyorum... Anlamak, yaşamaktır; yaşayamıyoruz... Şeytaniyetin kaynağı cehãlet değil, amelsiz bilgidir. Zekâtını verdim, yerim!.. Helâl kazandım, benimdir!.. Benim kazancımdır, eğlenirim!..  Ama Bediüzzaman farklı düşünüyor ve farklı yaşıyor... Eli, herkesin yiyebileceği kadarına uzanıyor; yüzü, en muzdariblerin gülebileceği kadar gülüyor... “Daha fazlası bize helal olmaz!” diyor...

“Biz” kimiz? Müslümanlar... “Biz”in şümulüne dahil değiliz, orada biz yokuz, hiçbir zaman da olamadık.

Abdurrahman da biraz tabiatının, biraz da yaşının iktiza ettikleri ile “biz” kafilesinin dışında kalır. Amcasının “Bize helâl olmaz!” deyip kendisine emanet ettiği parayı gönlünce harcayıp, bir yılın hãsılatını hebã eder. Amcasının dünya malını tahkir etmesi ve paraya ehemmiyet vermemesinden cesaret almış, kendisine duyduğu derin şefkati de lehine kullanmıştır...

Nitekim birgün birbirlerinden habersiz,  kısa aralıklarla Üsküdar vapurundan inerler... Çamlıca’daki Yusuf İzzeddin Paşa köşkünde yaşıyorlar, oraya çıkacaklar. Üstãd, vapurdan iner inmez hızlı adımlarla yürümeye başlar; Abdurrahman, iskelede müşteri bekleyen faytonların en gösterişlisine yönelir... Amca, fıstık ve bãdem ağaçları ile dolu bağ ve bahçelerin arasından tefekkürün en zenginlerini yaşayarak yol alır; Abdurrahman, bir memleket türküsü tutturur etrafı seyrederek.

Yusuf İzzeddin Paşa Köşkünün avlusuna istikbalin büyük Fâtihi ile faytoncuların itibarlı müşterisi birlikte girerler. Amcanın çehresine yayılan şefkat dolu tebessümünü Boğazdan daha derin gözlerinden kanatlanan buruk bir ifãde gölgeler... Köşkün Marmaranın mühim bir kısmı ile Sarayburnu, Suriçi ve Boğaz’ın büyük parçasına nãzır salonuna amcasının arkasından giren Abdurrahman’ın kalbi huzursuzdur, hayatı tehlikeye girmiş bir kuş gibi çırpınmaktadır...

“Sana teslim ettiğim paraları getir hele Abdurrahman!”

Ne parası? Abdurrahman genç ve İstanbul’un debdebeli hayatına meftundur... Mahcubiyetle;

“Parayı harcadım, amca!..” der.

Üstad’ın çizgileri henüz  derinleşmemiş geniş alnında raşeler gezinir, damarlarını acı bir ızdırab tutuşturur, aynı ızdırab dökülür gözlerinden. Sonra şefkatın beslediği bir tebessüm tomurcuklanır dudak uçlarında, aydınlık simasına tomurcuğun hayatı yayılır.

“Bu para bize helâl değildi, millet malı idi; niçin sarf ettin?”

Abdurrahman boyun büker, ezilir, küçülür...

“Madem ki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasb ettim” diye devam eder amca...
* * *
Vekilharçlıktan azledilmiş olmak üzer Abdurrahman’ı, ama yine de amcasının itibarlı hayatını paylaşmaktan, onunla birlikte yaşamaktan memnundur. İngiliz işgâline karşı amcasının yazıp bastırdığı “Hutuvatt-ı Sitte” risãleciğini en tehlikeli ve en hayatî noktalarda pervasızca, korkusuzca hep o dağıtır. En tehlikeli vazifeler onun cesaret ve gayretiyle hayat bulur. Amcası ve dâvâsı uğrunda günde bin defa ölmeye hazırdır...

Ne var ki, Abdurrahman gençtir ve dünyayı sevmektedir... Hayâlleri vardır: İstanbul’un bütün debdebesine rağmen doğduğu toprakları, akraba ve arkadaşlarını özlemektedir. Ne zaman gözlerini yumacak olsa  kavak dallarına asılan binlerce serçe misali çocukluk hayalleri kirpiklerine asılmakta, İstanbul’dan çok uzak diyar ve zamanlara götürmektedirler Abdurrahman’ı. Bir gün İstanbul hayatı bitecek, amcası ile birlikte Van’a dönecek, Ermeni ve Rusların yakıp yıktıkları evlerini biriktirdikleri para ile tamir edecek, evlenecek ve mes’ûd bir dünyâ hayatı yaşayacaktır...

Amcasının kitaplarını bastırmak istediğini öğrendiği gün çocuklar gibi sevinir. Nihâyet amcası da para kazanması gerektiğini anlamış ve ticãrî bir faaliyet için kolları sıvamıştır. Kitaplar basılıp satılacak, para kazanılacaktır... Para kazanmak demek, Abdurrahman’ın hayãllerinin gerçek olarak vücud bulması demektir. İçi içine sığmaz, canla başla işe koyulur.

Nihãyet maaşdan arttırılan para ile kitaplar basılır... Abdurrahman, bahar kuşları gibi şen ve şakrak, bütün vakarına rağmen amcasının da keyiflendiğinin farkında. Kitaplar basılmış, sıra satmaya gelmiştir. Amca, yeğenine son bir tãlimat verir:

“Kitabları bedava dağıt, Abdurrahman!”

Amcasının şakalaştığını sanıp gözlerine bakar... Hayır, şaka değil!.. Cihân fâtihinin gözlerinde şakaya emare olacak hiç bir ürperti, hiçbir çizgi, hiçbir mânâ yok. Bütün hayâlleri ile birlikte yıkılır Abdurrahman. Güçlükle:

“Niçin amca?” diyebilir.

“Maaştan bana kùt-u layemut (ölmeyecek kadar) caizdir; fazlası milletin malıdır. Bu sûretle millete iade ediyorum, Abdurrahman!"

Abdurrahman cevabı kabullenir, ama enkaza dönmüştür... Sayıklar mı, hayãllerine mi söyler? Bilmiyorum... Ancak ne zaman Abdurrahman’ın hazîn hikâyesini hatırlasam, ne zaman kirpiklerime Abdurrahman’ın hayâli asılsa,

“Amcam, dünyaya dair bütün ümidlerimi yıktı!” dediğini duyarım, gözyaşları içinde. Abdurrahman değil, ben ağlarım...
* * *
1923 yılının başlarında Ankara’nın yeni muktedirleri ısrarla Üstad’ı yeni devletin pãyitahtına davet ederler... Mükerrer dâvetlerin reddinden yorulan Bediüzzaman, nihayet İstanbul’dan ayrılıp Ankara’ya gider. Yanında dünyevî bütün ümid ve hayãllerini yıktığı Abdurrahman da vardır...

Ankara’da kaldığı bir kaç ay zarfında yeni devletin inşasında kendi inanç ve düşünceleri istikametinde M. Kemâl ve ekibiyle birlikte yürüyemeyeceğini dehşetle görür. Muş milletvekilliği ile birlikte Şark Umum Vaizliğini, elinin tersiyle, biraz da bu sebepten reddeder. Lâdini bir rejimin inşãsında meşruiyet kaynağı olarak kullanılmak istendiği açıktır. Din ve mefãhir tahribkârlığına millet ve ümmet nezdinde sebeb-i meşruiyet ittihaz edilmek arzusunun arkasındaki dessaslığın kaynağı karşısında derin ürpertiler geçirir...

Ve Resul’un asırlar öncesinden haber verdiği dehşetli eşhas ve şerirlerle ilk karşılaşmasının bu olduğunu hayretle farkeder. Yine iki cihân Server’inin,
“Onun zamanına yetişirseniz, siyasetle onunla başa çıkılmaz!” dediğini duyar.
Bin yıllık İslâm bayrakdarlığı ile birlikte bütün mefãhirimizi yıkmaya azmetmiş bu güruhun icraat ve küfürlerinin dehşetinden gelecek nesilleri kurtarmak için farklı bir zeminde iman ve Kur’an hizmeti başlatmak üzere  “en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiği” Ankara’dan ayrılmaya karar verir.

Ya Abdurrahman? Ya hayatının istinad noktası, ya gözü kara, dehâ mertebesinde zekâsıyla vãrisi gözüyle baktığı biraderzãdesi, evlad-ı mânevisi?...

Heyhat!.. Ankara’nın dessasane büyük rüşvetini redden amcasına rağmen Abdurrahman, dünyevî ümid ve hayãllerine can suyu olan küçük bir rüşveti sevinçle kabul etmiş ve Meclis kâtibliğine râzı olmuştur. Tabiatının bu zayıf tarafının süfyanist zihniyet tarafından kendisine tuzak hâline getirildiğini görmezlikten gelir. Güzel gözlerinin önünde ışıltılı ve mes’ud bir dünya hayatı uzanıp gitmektedir...

Amcasının kendisi ile birlikte Van’a dönmesi emrini bu ümid ve hayãller içinde reddeder... Üstad’ını, babasını, amcasını, dâvâsını terkeder Abdurrahman... Amcasının peşinden gidemez, en büyük hasmının yanında ve himâyesinde kalır. Bu ayrılık ile amcasının kalbinde açtığı elim yarayı görmezlikten gelir. Kaderin asrımızın sahnesinde karşı karşıya getirdiği Kabil ile Habil’in bu en dehşetli ve en hayatî kavgasında Kabil’in safında kaldığını da görmek istemez.

Abdurrahman’ın  Ankara’da kalışı acı bir mağlubiyettir; elim bir kurban, büyük zaiyat...
* * *
Gözlerimin önünde seksen yedi yıllık bir sahne: Üstãd, ızdırab ve elem içinde elini öpmek için eğilen Abdurrahman’ın başını sıvazlıyor. Van treni hareket etmek üzere... Abdurrahman doğrulup gözyaşları içinde Üstad’a sarılıyor. Yarı sayıklar gibi, “Affet beni amca!” diyor. Amca, son bir defa gözlerinin bütün büyüleyiciliğiyle, “Gelseydin Abdurrahman!” der gibi bakıyor...

Seksen yedi yıldır bağırıyorum: Git Abdurrahman, git!.. Amcanı yalnız bırakma Abdurrahman; ne olur git!.. Yalnız bıraktığın herhangi bir beşer değil, dãvãsından koptuğun alelade bir fânî değil Abdurrahman... Terkettiğin, varlığıyla ümmetin müjdelendiğidir Abdurrahman, Abdurrahman!..

Gözlerimde yaş kalmadı, gırtlağım kurudu, sesim kısıldı ama işe yaramadı... Abdurrahman Van yolcusunu kaderiyle başbaşa bırakıp kendi kaderine döndü... Mes’ûd bir dünya hayatının kapısını aralayan Meclis kâtibliğine...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
19 Yorum