Azeri Şair Bahtiyar Vahapzade ile....

Azeri Şair Bahtiyar Vahapzade ile....

Bahri Yağmur'un yazısı....

“Biz, Azerbaycan’da yaşıyoruz ancak ay gardaş bilesiniz ki Türkiye’de nefes alıyoruz.”

“Yazıçılar Birliği”, bizdeki adıyla “Yazarlar Birliği” Başkanı Anar Bey’i makamında ziyaret ediyoruz. Anar Bey, ünlü bir yazar ve milletvekili. Türkiye dahil dünyanın pek çok ülkesinde oyunları sergileniyor, kitapları basılıyor. Türkiye’den geldiğimizi, kendisiyle randevumuz olmasa da görüşmek istediğimizi sekreterine ilettikten kısa bir süre sonra Anar Bey’in duvarı boydan boya Nizami-i Gencevi resimli halısıyla kaplı odasına alınıyoruz. Eserlerimizi takdim ettikten sonra tatlı bir sohbet başlıyor ve söz dönüp dolaşıp Bahtiyar Vahapzade’ye geliyor.

Anar Bey, Vahapzade’nin Bakü’de olduğunu sanmıyorum, Şeki’deki yazlığındadır, diyor. Ama ben ısrarlıyım, buraya kadar gelmişken Vahapzade’yi görmeden gitmem, diyorum kendi kendime ve Anar Bey’den Vahapzade’nin Şeki’deki adresini istiyorum. Anar Bey, ısrarım karşısında bir saniye deyip birkaç yeri arıyor ve telefonu bana uzatıyor, buyrun Vahapzade telefonda, görüşün. Vahapzade’ye Türkiye’den geldiğimizi, elini öpmek istediğimizi söylüyorum. Bunun üzerine İstiklal Caddesi’nde, Haydar Aliyev’in evinin hemen üst kısmında bulunan emekliler lojmanındaki evine davet ediyor bizi.
 
“Vahapzade Müellim”, bizi kapıda karşıladı. Bir an Necip Fazıl ile yüz yüze gelmiş gibi olduk. Bu kadar benzemeyemez iki insan birbirine. Simalarının benzerliği bir yana bakışları, sigarayı tutuşları, jest ve mimikleri öylesine benzer ki...

1993 yılında Ankara’daki konferansını hatırlattım, kendisine. "Hani bir Ramazan günüydü. Salon hınca hınç dolmuştu. Konuşmanız sırasında önünüzdeki bardaktan bir yudum su içmiştiniz de salonda bir uğuldama olmuştu. Bunun üzerine salondakilerden özür dileyip mazeretinizi beyan etmiştiniz. Rus zulmünden, milletçe dinden uzaklaştırılmanızdan bahsetmiştiniz" diyorum. Gülüyor Vahapzade...”Ay Sağol” diyor, “O hala yadımdadır.” Derken Vogue marka sigarasından derin bir nefes çekiyor ve “Sizden çeken yoktur?” diye bize de ikram ediyor. Adaba aykırıdır, düşüncesiyle daveti nezaketle geri çeviriyor, boşalan bardaklarımıza çay alabileceğimizi söylüyoruz.

Vahapzade, Müslüman Türk dünyasının dertleriyle dertlenen bir ruh. Azerbaycan’da şairliğinden çok milliyetçiliği, filozofluğu, derin düşünce adamlığı, maneviyatçılığıyla tanınıyor. İslam ve Türk’e dair her şey onu alakadar ediyor. Bu konulardan bahsederken  başkalaşıyor ve bir arslan kesiliyor, sesi daha gürleşiyor, kullandığı kelimeleri daha tonlu vurguluyor. Derken beş dakika olarak belirlenen görüşme saatlerce sürüyor, nelerden bahsetmiyor ki Koca Vahapzade...
1959’lar Vahapzade için sıkıntılı yıllardır. Azerbaycan ikiye bölünmüştür, bunun üzerine “Gülistan” adındaki eserini kaleme alır. Ancak rahat bırakılmaz. Takipler, zulümler, mahkemeler. Onlarca yıla mahkum olur. Ancak cezaevine girmeden, dönemin KGB Azerbaycan sorumlusu  Haydar ALİYEV’in araya girmesi ve beyanatı üzerine cezası affedilir.
Bir ara gözlerinde beliren garip bir ışıltıyla bize gıpta eder gibi bakarak “Siz Türkler bahtiyarsınız. Başka milletlerin boyunduruğunu görmediniz siz ve Allah daha size göstermesin. Biz, bir yönüyle bahtsızdık, bir yönüyle bahtiyar. Bahtımız yoktu çünkü Rus bizi ezdi. Topraklarımızı böldü. Maneviyatımızı aldı. Bahtiyarız Çünkü Rus bizi yumruğuyla ayılttı, bize millet nasıl olunurmuş, bunu öğretti.”

Vahapzade 1960’lı yıllarda Nazım HİKMET’le görüşür. O zaman genç bir şair olan  Nazım’dan kendisi için kitap imzalamasını ister. Bunun üzerine Nazım, kitaplarının üzerine Azeri “mahnıları” yazıp Vahapzade’ye hediye eder.

Söz, şiir ve şairlerden açılılıyor. “Benim en çok sevdiğim iki Türk şairi vardır.” diyor Vahapzade. "Necip Fazıl ve Mehmed Akif. Necip Fazıl’la simaen benzerliğimizden bahsettiniz. Biz Necip Fazıl’la sadece simaen değil ruh yapısı ve inanç sistemimizle de benzeşiriz. O da dindar bir şairdir" diyor ve ekliyor "Mehmed Akif’in Safahat’ı benim masa üstü kitaplarımdandır. Bunun yanı sıra Akif, sadece Türk edebiyatının değil, ben iddia ediyorum ki dünya edebiyatının büyük şairlerinden bir tanesidir. Yıllar önce işitmiştim Ukraynalı bir general, dünya milletlerinin milli marşları üzerine araştırma yapar ve sonuç dikkat çekicidir. İncelediği 95 milli marş arasında söz ve anlamca birbiriyle kaynaşmış milli ruhu barındıran sadece iki milli marşla karşı karşıya kalır. Bunlardan birisi Türk Milli Marşı diğeri  ise İspanyollarınkidir."

Ancak Vahapzade, bu büyük marşın yazarının kıymetinin “öz” ülkesinde yeterince tanınmadığından, onun fikri boyutundan hareketle yine ona çeşitli yaftaların vurulmasından şikayetçi. Bundan bir yıl kadar önce eline MEB’nin yayınladığı Eğitim Dergisi geçer. Dergideki bir makalede Metin BOSTANCIOĞLU “Akif çok tanınan bir şair olmasına rağmen şiirleri incelendiğinde edebi anlamda fazla bir öneminin olmadığı görülür.” anlamında çeşitli sözler sarf etmiştir. Bunun üzerine Vahapzade, Bostancıoğlu’na hitaben bir mektup yazar. Mektupta Akif’in sanat yönünü anlattıktan sonra “Soyadından anladığım kadarıyla sen bostancıymışsın, herkes kendi işiyle uğraşsın, sen git bostancılığını yap, şiir ve sanatı da ehline bırak.” demeyi  ihmal etmez.

Sohbetimiz boyunca bize Akif’ten şiir parçaları okudu Vahapzade.

Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber

Beytini okuduğunda, iki elini başına götürüp “Olamaz böyle bir şey, bu kelam bir mucizedir, bunu bir insan diyemez. Düşünün, şehidin mezarı Peygamberin kucağı olmuş. Bu nasıl bir mazmundur, bu nasıl bir hayaldir. Allah, Allah. Ben bu beyti yadıma getirdiğim zaman delirirem, bu beyit beni deli ediyor, deli.” diyerek Akif’in şiirdeki kudretini bize uzun uzun anlattı. Sonra

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın

derken yine aynı heyecanla “Derk et, anla ki o şehitler o derece büyükler ki tarihe gömülseler sığmazlar. Bu manalardan sonra kalkıp da Akif’i şiir yönünden tenkit edersen adama neler demezler.” dedi.

Dil birliği, Vahapzade’yi en çok düşündüren konulardan biri. Konuyla ilgili birkaç hatırasını anlattı bize. "Bir defasında Türk kardaşlarımızla -Özbek, Kazak, Kırgız, Tatar dil alimleri-  bir dil toplantısında birlikteydik. Ancak masadakilerin hepsi Türk olmasına rağmen Rusça konuşuyorduk. Bu benim garibime gitti ve dedim ki ne ola dilimizde vahdete -birliğe- gideydik de birbirimizle şimdi Türkçe danışsaydık -konuşsaydık-. Ben, bu ortak dil Türkiye Türkçesi olsun derim, dediğimde Özbek alimlerden biri “Neden Özbekçe olmuyor, biz 18 milyonuz.” deyince Kazak alim bizimki olsun, biz daha kalabalığız dedi. Ben de behey kardaş ben de Azeriyim. Azerbaycan’da 8.5 milyon, İran’da ise 30 milyon Azeri var, önemli olan milletlerimizin nüfusları değil. Ancak isterim ki bu ortak dil kardaşımız Türkiye’nin konuştuğu dil olsun.” dedim. Cidden Vahapzade İslam’ı ve Türklüğü iliklerinde yaşayan bir şair ve filozof...

Yayınlanan kitaplarımı takdim ettim. Aklıma Vahapzade’nin Nazım ile olan diyaloğu geldi ve Vahapzade’ye  “Siz nasıl Nazım’dan imzalı kitabını istediyseniz ben de sizden istiyorum, yüzsüzlüğümü mazur görün.” deyince “Buraya kadar gelmişsin, aklımdadır, seni kitapsız gönderir miyim hiç.” dedi ve “Soru İşareti” adlı şiir kitabının  üzerine “Kan, Can Din Kardaşım Bahri Yağmur İçin...” yazıp imzaladı.

Sohbetimiz boyunca tevafuken ziyarete beraber gittiğimiz Azeri şair Vidadi’nin, Vahapzade’nin şiirlerini ezberden okuması hem sohbete başka bir renk kattı, hem de Vahapzade’yi keyiflendirdi. Koca şair, yaşlı haliyle bizi kapıya kadar yolcu etmeyi de ihmal etmedi. "Türkiye’deki tüm kardaşlarımıza selamlarımızı iletirsiniz, Ay ayağınıza sağlık, sağ olun.” dedi.
Merdivenlerden inerken Vahapzade’nin sohbet esnasında söylediği, beynime kazınan ve iliklerime kadar işleyen şu cümlesini sanırım hayatım boyunca hiç unutmayacağım:

“Biz, Azerbaycan’da yaşıyoruz ancak ay gardaş bilesiniz ki Türkiye’de nefes alıyoruz.”

Vahapzade, bu sözü şahsı adına değil tüm Müslümanlar ve Türkler adına bütün zerreleriyle, insanın yüreğine kor gibi düşen  bir ses tonuyla,  gözleri dolarak söylemişti.