Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Alacakaranlık sarhoşluğu ve rüzgâra binmiş bir bilinemezcinin şaşkınlığı

Lise yıllarından beri inkârcilarla konuşurum, dertleşirim ve sorularına cevap bulmaya ve onlara ulaştırmaya çalışırım. Mesela meal okuyarak şaşkınlaşan ve inkâr karanlığına düşen rahmetli Fahrettin Şahin'in hikayesini bu köşede "Meal Okuyarak Nasıl Maocu Oldum?" başlığı ile üç  yazıda anlatmıştım.Üniversite yıllarında gündüz ensesini, gece elini bile göremeyen bir arkadaş: "Allah'ı bana göster, inanayım." deyince yarım saatlik bir sohbetten sonra,inkârından vazgeçmiş ve bizimle dost olmuştu. Yine o yıllarda konuşup ilzam olan ya da inkârında devam edip  bedbahtlaşan arkadaşlarımı unutamam. Askerde bir nöbetteyken, "Her şey bir sebeple oluyor, Allah'ı niçin bu işlere karıştıracağız?" diyen Adil arkadaşıma, iki saat sebeplerin gayet âdi,şuursuz, ilimsiz, basit; neticelerin ise gayet harika, mucize olduğunu, bizi tanımayan unsurların bizi tanıyor gibi hizmetimize koşusunu izah etmiş ve biiznillah ikna etmiştik. Bunun üzerine Yahudi asıllı inkârcı ortak dostumuz rahatsız olmuş ve bana "İlim ilerleyecek, sizin pabucunuz dama atılacak." demişti. Bu şaşkının ve de cerbezecinin de cevabını vermiş, susturmuştuk. Bunu da yine bu köşede "Senin Pabucun Dama Atılacak" başlığı ile anlatmıştım.

Fakat bu sefer, sosyal medyadan küfrün karanlığında debelendiğini ve birtakım suallerin etrafında dönüp durduğunu gördüğüm ve şairin:

"Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum, Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum

beytinin masadakı olduğunu gördüğüm bir şaşkına yardımcı olayım, dedim. Önce benim demediğimi de ilave ederek "Risale Haber yazarı Habibi Nacar Yılmaz beni imana getirecekmiş, bu akşam canlı yayın yapacağız." diye ilan etti. Teknik beceriksizlikler canlı yayına engel oldu. Fakat ben açıktan telefonumu verdiğimden bir saate yakın telefonda görüştük. 

Tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi tüm sıfatları üzerinde taşıyan bu arkadaşımızın sığındığı karton kulelerde, kendine sanal bir ev yaptığını, cehennemin ve inkârcılığın dehşetini düşündükçe de o kartondan kulelere sığındığını maalesef müşahede ettik. Geçmişinde inançlı olduğu ve inkâra ve şüphelere Hz peygamberin sünnetini yok sayan insanları dinleyerek düştüğünü anladığım bu arkadaşın, namaz hakkında nefis ve şeytanın üflediği "Her gün her gün beşer defa kılmak çoktur, bitmediğinden usanç veriyor." vesvesesinin de rol aldığını cümlelerinden anladım. Sonra cevapları apaçık olan suallerinin bir bir yıkıldığını görünce de sebeplere, tabiata, güya  bilinemezciliğe doğru yol aldığını, Hz Peygamberin şahsı ve sünneti hakkında bazı vahi ve eksik bilgilere  dayanan asılsız sorularla da kendini savunmaya ve haklı çıkarmaya çalıştığını gördüm.

Öncelikle bu tipler hakkında Şahin Doğan kardeşimin bir tespitine yer verip konuşmamızı özetlemeye çalışacağım. Bu tip bilinemezcilere Şahin kardeşimizin "Her şeyin yüzeyi, kabuğu biricik tesellisi. Sonsuz yaşamak ister ama bu dünyada. Öteki âlemdeki sonsuzluk tatmin etmez onu. Ona tam olarak inanamaz. Cenneti ister ama bu dünyada olması koşuluyla. Bunun da imkansız olduğunun farkındadır." 

İşte farkında olduğu için "İnanmadığım Allah, beni niçin cehennemde yakacak?" diye soruyor bana bu şaşkın arkadaş. Yahu arkadaş inanmadığın, yok dediğin Allah, beni niye yakacak, diye nasıl sorabilirsin? Yok dedin bir kere. Yoksa seni yakamaz ki zaten, niçin endişeleniyorsun.Demek ki var olduğunu biliyorsun ama beni dünyada da ahirette de kendi halime bırakınsın, sonsuz olayım. Ama cehennemde değil. O zaman cehennemden kurtulmak için kendini yırtan, iman nimeti için ter dökenlerin emeğinin bir kıymeti olur mu? 

Şahin Doğan bunların dünyasını çok iyi biliyor, çok güzel tespitleri var. Bunları nasıl da güzel okumuşsun Şahin kardeşim, alnından öpüyorum senin.

Üstad bunların bu tip avunmalarının nedeninin "Küfr-ü mutlaktaki mânevî cehennemin dünyevî tazîbinden, kendini bir derece teselliye almak" olduğunu belirtiyor.

"İşte küfür, bir divanelik bir sarhoşluktur. Gaflet bir sersemliktir." bir diyen üstad tam da bu noktayı göstermiş oluyor. 

"Kâinatta her şeyi mucize olduğuna göre,  bunlar mucizekâr bir ustayı göstermez mi? sualimize; "Hiçbir şey mucize değil, bir mucize göster." diye mukabele  eden bu arkadaş,, "Sen herhangi bir şey söyle ki mucize olmasın." mukabil sorumuz karşısında, bir dakikalık sessizlikle cevap verdi. Mecburen bizim sualimize biz cevap verdik.

Yumurtadan tut toprağa;kaştan tut saça mucize olmayan ne var? Toprak oduna dönüyor, kuru odundan kokusu, tadı, şekli, gıdası hatta dilimlenmesine kadar bütün dizaynı  tam da bize göre yaratılan meyvelerin hepsi mucize değil mi? Her sanat, sanatkârını, her fiil de failini göstermez mi? Bu harikalar hem birer sanat hem de bir fiil sonucu değil midir?

"Her sanat, bir sanatkârı her fiil de bir faili göstermez mi?" diye soramazmışız o bizim özel yorumumuz olurmuş, demesin mi?  Yahu bu dünyada karşılaştığınız harika bir heykelin ya da bir güzel tablonun ya da muntazam bir sarayın sanatçısı kim, ne güzel yapmış, diye sormaz mıyız? Görmeyen, duymayan, konuşmayan sevmeyen, yürümeyen taştan bir heykelin, bir basit tablonun, bir taştan sarayın sanatçısı olur da; bütün duyguları ile donatılmış bir insanın sanatçısı olmaz mı? Onu sormamızın neresi öznel? Böyle bir soruyu ancak aklı olmayan sormaz herhalde. 

Hani bir koyunun ve insanın gözlerini bağlasanız, bir sarayın önünde bırakıp gözlerini açsanız. Koyun sarayın önündeki çayıra dalıp, insan da saraya bakıp sorgulamaz mı? Bu sarayı kim, niçin yaptı? Bu sarayı yapmasında maksadı nedir, diye sormaz mı? Bunu sormayan bir insana, insan denir mi? 

Özetle verdiğim bu izahlarımız karşısında öyle bir şey dedi ki gerçekten küfrün insanı nasıl sarhoş bir serseriye çevirdiğini tamamen anladım. 

Buyurun:

"Ciğerlerimiz oksijene göre ayarlı ama bunun Allah'la ilgisi yok. Oksijenin oranı farklı olsaydı bu sefer de ciğerimiz ona göre ayarlı olurdu."

Şu sefalete, körlüğe bakar mısınız? Akciğer insana anne rahmine takılıyor ve tam da dünyadaki oksijen oranına göre tanzim ediliyor. Yani önce insan dünyaya gelmiş de zamanla ciğeri ona göre şekil ya da özellik kazanmış değil ki? O zaman ya  zerreler dünyayı ve oksijen oranını biliyor ve akciğeri ona göre yapıyor, yani zerre bir ilahtır, diyeceksin ya da tüm tüm kâinatı tanıyan ve hazırlayan Zât, seni dünyaya gelmeden önce bu şartlara göre ayarlıyor, diyeceksin. Başka bir izahı yok bunun.

Bütün bunlara bir şey diyemeyen ve sus pus olan arkadaş, bu sefer de tüm şaşkınların sığındığı "Bilim bunları izah ediyor ve edecek." cümlesine sığındı. Ya arkadaş öncelikle bilim benim delilim zaten. Bilim, kanunları  ve eşyanın bilemediğimiz sırlarını ve özelliklerini keşfeden, ortaya çıkaran tüm insanlığın ortak mirasıdır. Kanun var, peki kanunu koyan, tam hayata göre tanzim eden kim? Mükemmel bir büyüme, çekme, itme,yürüme, oturma, kalkma gibi kanunlar var. Bütün bunları insanın rahatına, ona göre ayarlayan kim? Dünya az daha hızlı dönse yürüyemeyiz, az yavaş dönse savruluruz,dünyaya bu ayarı veren kim?  Atmosferi ve onun dışındaki ozon tabakasını bir şefkatli anne gibi dünyanın etrafına saran kim? Newtonun kafasına elma düşmeden yer çekmiyor muydu? Arşimet farkına varana kadar, sular kaldırmıyor muydu? Bilim bu kanunların varlığının farkına vardı ve sadece isim koymuş oldu. Bilim ilerledikçe de kâinatın yeni sırları çözülecek ve bunlar yine benim delilim olacak.Allah'ın varlığı daha iyi anlaşılacak.

Bu sefer de öyle diyorsun ama kâinatta adaletsizlik var, eğer adalet olsaydı mesela Mars'ta da oksijen olurdu, demesin mi? Mars'ta niye oksijen olsun ki dedim. Gerek var mı? Orada hayat yok, oksijen de yok. Eğer olsaydı, bu sefer de orada hayat yok, niye oksijen var, sorulmaz mı? Bu soru, bende akıl var, devede niye yok, adaletsizlik değil mi, sorusuna benziyor. Her varlık, hizmet alanına göre donatılmış değil midir? 

Bir önemli mesele de Allah'ı  niçin gözleriyle görmüyormuş. Allah'ı bu gözde gördük, diyelim. Gördüğümüz varlığa iman olur mu? Yani senin varlığına inanıyorum çünkü seni görüyorum mu  diyeceğiz. İman zaten "gaybe" olur. Yani bizim cinsimizden olmadığı için, biz mahluk o halık; biz ihtiyaçlı o ihtiyaçtan uzak; biz âciz o sonsuz kadir olduğu için onu  idrak edemeyiz .Sonsuzu sonlu ve rakamlarla kayıtlı akıl idrâk edebilir mi? Onu idrâk edemeyeceğini anlaman idrâktir. Çünkü aynı cinsten değilsin .Sana benzeyen bir yönü yok.Onu bu gözle göremeyiz. Dünyada bile elektrik ışıklarının ancak yüzde ikisini görüyoruz. Bir karanlıkta etrafımızı ya da elimizi  görebiliyor muyuz? Sen bir zerre bile değilsin, kâinatın  yaratanını görebilir misin? 

Demek sanatı gözle, sanatçıyı akıl gözüyle görürüz. Yanındaki masanın yapanını görmüyorum öyleyse bunu yapanı yoktur, diyebilir miyiz? Ayrıca Rabbimizi biz kâinattan, Kur'an'dan ve Peygamberlerden öğreniyoruz ve O'nu "zâtıyla meçhul, mucizeleriyle mâlum" biliyoruz.

Mükellefiyetten kaçmanın bahanelerini de mırıldandı. Hindistan'da ineğe tapanın ne suçu varmış? Haktan uzakta ise niçin mesul oluyormuş? Senin halin, sorunun cevabı dedim. Sen dindar bir ailenin çocuğusun ve inkâr karanlığına  düşmüşsün. Hindistan'dakini ne yapacaksın? Onun Rabbi şefkatlidir, zulümden beridir. Hakkı duymayanlara, ona göre muamele eder. Herkesin imtihan kâğıdı farklıdır elbette. Demek hidayete zemin ve zaman tek şart değildir. Sahih iman, ancak cüz'i iradenin sarfı ile elde edilebiliyor. Bunun en büyük delili, senin geldiğin durumdur. 

Kur'an'ın meydan okuyuşuna da takmış kafayı. Shakespeare de "Hamlet'e" misil yapılamaz, diyebilir miş.  Güzel arkadaşım o, bunu dememiş, ama Kur'an, asırlardan beri meydan okuyor. Sadece nazım yönüyle olsun, kısa bir surenin olsun bir benzerini yapınız, diyor. Museylimenin bir iki maskaralığı dışında, kimse cesaret edememiş. Öyle ki edebiyatın zirvesinde olunduğu bir dönemde bile, harflerle mukabele mümkün olmayınca, kılıca sarılmışlar; hayat, haysiyet ve şereflerini ayaklar altına almışlar. Hâlâ da buna cesaret eden olmamıştır, olamayacaktır.

Akıl varken vahye ne gerek vardı, diye de bir soru sormuştu. Evet akıl varken küllî bir akla ihtiyaç yoksa, kimin aklı esas olacak peki? Bu, vahiy gelmesin, başta ben herkes kendi aklına, hevasına göre hareket etsin, demenin başka bir ifadesidir. Yani müstakim, küllî bir akıl yerine, akıllar adedince bir yol, yani yolsuzluk, serserilik hâli.

Peygamberlerin hayatlarına, Rabbimizin müdahale edip bir yanlış yapmalarında ikaz etmesi de bir adaletsizlikmiş, diyor bu güzel kardeşim. Rabbimiz  sana da bana da her an müdâhele etmiyor mu? Her an O'nun ikazı ile vahyi ile karşı karşıya değil miyiz? Sadece müdahalenin şekli değişik, bu da imtihan sırrı.

Hidayeti ise tamamen tersinden anlamış. Benim kalbim mühürlü ise, ne suçum var diye itiraz ediyor. Bir belediye etrafa verdiği rahatsızlıktan dolayı bir kurumu kaç defa ikaz eder? İnadına devam eden kurumu da sonunda diğerlerinin selameti için kapatır değil mi? İnsan da kalbindeki perdeyi hidayet güneşine devamlı kapalı tutarsa, güneş içeriye nasıl girsin de orayı yeşertsin? Güneşin girmediği ve sonunda da kokular yayan kalp, elbette ki başkasının selameti için mühürlenir .Yani sen mühürletirsin. Yine perdeyi açarsan, elbette hidayet güneşinden istifade edersin. Bunun binlerce örneğini yaşıyoruz. Hidayeti isteyip de dâlalete düşen görülmüş müdür ya da aksi durum vaki midir? En güzel örnek sahabelerdir.

İbadete ne lüzum var, sünnete ne ihtiyaç var gibi bir sürü suallerine de verdiğim cevaplar var ama bunları başka bir yazıya bırakacağım. 

Evet dostlar, hidayetimiz için ne kadar şükretsek azdır. Ama nimet fiilî, şükür ister. Okumamızı, zikrimiz, fikrimiz  ve şükrümüzü aman aksatmayalım. Yoksa nimet gidebilir .

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum