Ahmet AKCAN
İlimsiz Amel
(Müminler arasında amelsiz ilim haklı olarak yerilmekte, ancak ilimsiz amel ile düşülen feci vaziyetler görülememektedir. Bu makalede, amelsiz ilim kadar ilimsiz amelin arızalı neticeleri gösterilmekte, güzel ahlakı doğurmayan “sahte dindarlığın” İslamiyet’e perde olduğu gerçeği dillendirilmektedir.)
“Gerçek şu ki; kulları içinde Allah’tan hakkıyla ancak âlimler korkar”[1] ayetinden anlaşıldığı üzere, faydalı ilim Rabbimizden korkmayı, hakikat seyahatinde iffet ve istikamet üzere olmayı intaç etmektedir. Evet nafi ilim arttıkça havf ve haşyet ziyadeleşmekte, tevazu ve mahviyet fıtri bir halete dönüşmektedir. İlim ve marifet ile inkişaf eden akli dirayet ve mukavemet karşısında nefis yenilmekte, hakikatin gücü ve kuvveti karşısında adeta diz çökmektedir.
Risale-i Nur’da geçen; “...Şu fâni dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için; ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbad etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmarem ister istemez akla tâbi' olmuştur.” [2] cümlesi yukarıdaki iddiayı teyit etmektedir.
Evet ilim ve tefekkürde derinlik ruhen yenilenmeyi, nefis ve şeytana galebeyi netice vermektedir. “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek/öğrenmek lazım” tespitinden hareketle, ilimde yenilenme (tecdit) olmadan, nefis ve şeytana yenilme kaçınılmaz görünmektedir...
Akılda dirayet ve kuvvet yoksa, yani kavi ve itidalli bir muhakeme-i ilmiye insana rehberlik etmiyorsa amelen istikamet üzere yürümek, mutedil fikirler üretmek müşkilleşmektedir. İnsan fikirde itidali kaybedince kalp müşevveş bir vaziyete düşmekte, önce ameli yalpalamalar sonra itikadi sapmalar vücuda gelmektedir.
Halisane ibadatı, âdilane muamelatı ve güzel ahlakı intaç eden haletler, ilim ile beslenen, tefekkür ile nefeslenen tahkiki bir imandan haber vermektedir. Amel ve ibadetin itidal içinde istikrarı, istikamet üzere istimrarı nafi (faydalı) bir ilmin varlığını göstermektedir.
Delilsiz ve bürhansız iman getirmiş, imanda taklid ile iktifa etmiş, ibadetlerin asli gayesini idrak edememiş, tefekkürden nasiplenmemiş, isim ve sıfatları ile Rabbini bilememiş müslümanların ameli ve ahlaki perişaniyetleri bu tespiti doğrular niteliktedir...
Nurlu külliyatta “Biyedihi’l Hayr” kelimesi izah edilirken, koca kâinatı bir saray gibi idare eden Zatın mutlak bir kudrete, nafiz bir iradeye, muhit bir ilme sahip olduğu izah edilmekte, hayır isteyenlerin ilim istemeleri gerçeğine dikkatler çekilmektedir.
Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin’den sonra, yani hicri üç yüzden bin üçyüze gelinceye kadar teslime dayanan, muhabbet ve aşkın cezbesi ile yol alan tasavvufi geleneğin, ilmi esaslara dayanan, akli ve mantıki bürhanlar ile iman iddialarını ispatlayan bir tarz ile niye değiştirildiği üzerinde düşünmek gerekmektedir.
Risale-i Nur’da geçen; “Eski zamanda dalalet cehaletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalalet, -Kur'an ve İslâmiyet'e ve imana taarruz- fen ve felsefeden geliyor. Bunun izalesi müşkildir.”[3] tespiti ile bu değişikliğe niye gidildiğinin hikmeti izah edilmekte, ilmin ve tekniğin hükmettiği bu asırda hissiyat ağırlıklı, şahsiyet odaklı İslami bir hizmet tarzının umum insanlara selametli ve emniyetli geniş bir cadde olmasının müşkilatlı olacağı ifade edilmektedir.
Yine aynı eserlerde; “…Ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.” [4] ifadesi bu değişikliği temellendirmekte, ilmi bürhanlar refakatinde hakikat sarayına müteveccih seyahatin ehemmiyeti bildirilmektedir.
Delilsiz ve ispatsız iddiaların değerini ve geçerliliğini yitirdiği bilinen bir hakikattir. Bu itibarla ilim ve marifette derinlik gerçekleşmeden, imanda kesinlik (yakin) ziyadeleşmeden a’mal ve harekâtın kemale ermesi, insanın istikamet üzere yürümesi pek mümkün görünmemektedir.
Elhasıl; amelsiz ilim gibi, ilimsiz amel de insanı felakete sürüklemektedir. Amelsiz kulluk mümkün olmadığı gibi, ilimsiz tam bir kulluk da imkân harici görülmektedir. “Menşei ilim, esası akıl olan İslamiyet”[5] ile tesis edilen bağın ilmi ve akli bir dayanağının bulunmaması acınası bir vaziyet olarak değerlendirilmektedir.
“Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır”[6] tespitine istinaden, insani kemalata medar tüm meziyetler özü itibarıyla ‘taallüm’ ile vücuda gelmektedir. Havf ile haşyet, iffet ile istikamet, saffet ile hulusiyet gibi yüksek meziyetlere ilimsiz ulaşılacağını zannetmek, vusulü meşkûk ciddi bir hata olduğu düşünülmektedir...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.