
Zafer AKGÜL
Hemşerim Sırrı’nın Sırrı
Sırrı Süreyya Önder kalp krizi geçirip da hastaneye yatırıldığında Muhsin Kızılkaya “Etme Sırrı!” demişti yürek yakan yazısında. Bu zamansız ve amansız bir gelişmeydi ve Muhsin bey kadar üzülmüştüm. Zira hemşerim Sırrı, son zamanlarda yapıcı, müsbet davranışlarla herkesin takdirini kazanacak bir misyon yüklenmişti. Türk-Kürt kardeş kavgasının bitirilmesi için elini taşın altına koymuştu. Her iki cenahın da güvendiği kişiliğiyle itimat telkin ediyordu ve Sırrı eski Sırrı değildi.
Daha 8 yaşındayken babasız kalmıştı. Solcu bir babanın vefatından sonra solcu amcasının himayesinde büyümüştü. Kendi anlatımıyla dayısı da nurcuydu. Dayısı Abdulkadir Kayır Bediüzzaman Said Nursî’nin Adıyaman’daki ilk nur talebelerindendi. Küçüklüğünde dayısının içinde bulunduğu Risale derslerine katıldığını, Adıyaman nur cemaatini tanığını söyler. Dayısından kalan Risale-i Nur külliyatının kendisinde olduğunu ve kütüphanesinin baş köşesinde bulundurduğunu defalarca anlatmıştı.
İşte Sırrı Süreyya Önder'in Nurcu dayısı Abdülkadir Kayır
Ben ortaokul çağında Risalelerle tanıştığımda merhum dayısıyla rahmetli olana kadar aynı sohbet ortamında bulunmuştum. Risale-i Nur talebesi olduğu için çektiği çileleri buraya yazmıyorum. Sırrı, “Babam hapisten çıkardı dayım girerdi. Dayım çıkardı babam girerdi. İkisini bir arada dışarda göremezdim” diyerek meseleyi zaten özetlemiş. O yıllarda Adıyaman’da “Gece yarısı dışarda yürüyen birini görürseniz ya Solcudur ya Nurcu!” söylentisi abartı değildi. Dava için gecesini gündüzüne katan insanların içinde büyümüştük o yıllarda.
Esasen sağcısı, solcusu, milliyetçisi kim varsa hepsi de davasına samimî olarak çalışırdı. Hapse girmeyi de mezara girmeyi de göze alırdı. Marcus Aureilus’ın “Kişinin hayatı düşünün rengine boyanmıştır” sözündeki gibi, elbisesinden bıyık şekline, favorisinden parkasına kadar her dava mensubu kendisini idealindeki fikir yolunda eritmişti. Bir menfaat beklemeksizin, bir makam veya dünyalık hesabında olmaksızın samimî olarak davasına sarılırdı. Bu günkü kirli ticarete ve menfaate dönüşen siyaset, akılların ucundan bile geçmezdi. “Sıradan insanların hevesleri, büyük insanların ise idealleri vardır” tesbitini hep haklı bulurum. Sırrı, Adıyamanımızda tanıdığım bu tür samimî dava adamlarından biriydi. Memleketimde her kesimden insanın sevmesi bundandır.
Sırrı hakkında bu yazıları yazmam iki sırdan dolayıdır.
Birinci sır, babasının değil dayısının yolunda olan; solculuğu değil nurculuğu seçmiş bir hemşerisi olarak dürüstlüğü ve samimiyeti sebebiyle değer verdiğim bir şahsiyetti. Solcu olsun, sağcı olsun, dindar olsun, dinsiz olsun ne olursa olsun insanlığın daima dürüst ve doğru kişilere ihtiyacı vardır. Fikirlerine, inançlarına katılmasak da katlanırız. Asıl hayatı cehenneme çeviren, davasında yalancı, menfaatçi, ondan nemalanan, geçinen münafık, aşağılık kişiliklerdir ki bunları hepimiz görüyoruz.
İkinci sır ise dava adamının davası uğrunda çabalarken asla silahı, şiddeti, kaba kuvveti metod olarak kullanmamasıdır. Gençliğinde varsa da günahı boynuna Sırrı’nın bildiğim kadarıyla bunlara tenezzül ettiğine dair bir vakasına rastlamadım. Son dönemdeki akilâne siyasetine bakacak olursak hep yapıcı ve olumlu yaklaşım gösterdiğini izledim. Geçmiş yıllarda kendi fikriyatının dışındaki kişilere yapılan haksızlıklara da aynı samimiyetle karşı çıktığını ve mağduru savunduğunu duyardım.
Sırrı’daki bu sır, sanırım merhum nurcu dayısının okuduğu Risale-i Nur Külliyatındaki Bediüzzaman Said Nursî’nin “Müsbet Hareket” ilkesinden kaynaklı. Çünkü babadan kalma kitaplarının hiç birinde müsbet hareket ilkesi yazılı değildi. Hep devrim, savaş, zapt etme, eylem, direniş ilkeleri geçerdi. Said Nursî ise talebelerine Kur’an-İman hizmetinde ve hayatlarında şiddet kullanmamayı, asayişi muhafaza etmeyi ve müsbet hareket etmeyi davanın en temel prensiplerinden saymıştır. Sırrı bey, Nurlara ve nurculara hep muhabbetle ve saygıyla bakmıştır. Karl Marks ve Engels’in Komünist Manifesto kitabının yanında Bediüzzaman Said Nursî’nin Türk-Kürt kardeşliğine, halk iradesine, bilim ve teknoloji alanında kalkınmaya dair yazdığı Demokrasi manifestosu saydığım Münazârât isimli eserini okumuş muydu bilmiyorum ama onun ve paydaşlarının okumasını çok isterdim.
Medyadan okuduğum kadarıyla Sırrı, mezar taşına şu kıtanın yazılmasını vasiyet etmiştir.
“Bir ticaret yapamadım nakd-i ömrüm oldu hebâ
Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber
Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenha garîp
Dide giryân, sine biryân, akıl hayran bîhaber.”
Niyazi-i Mısrî’ye ait bu kıta Risale-i Nur Külliyatından Lem’alar kitabının 26. Lem’a olan İhtiyarlar Risalesinin 4. Rica başlıklı bölümünde yer almaktadır. Sırrı ya küçüklüğünde dayısının derslerine katıldığı sohbette dinlemiştir -ki ben de dayısından bu bahsi dinlediğimi iyi hatırlarım. Merhum Risaleyi okurken Osmanlıca şiveyle okurdu. Madem ki kelimesini Mâ’demâki diye okuması hala aklımdadır- ya da kitaplığındaki Lema’lardan okumuştur diye düşünüyorum.
Sırrı’nın cenaze töreninde Şeyh Galib’in şu mısralarının okunmasını vasiyet etmesi de doğrusu bana ilginç geldi. Onu kabrinde “Nur içinde yatsın” diyerek Fatihalarla uğurlayanların yanında “Işıklar içinde yatsın” diyerek alkışlarla yollayanların dikkatini çekti mi acaba? Kimin yolundayız, kimlerin yolunayız farkında olmamız önemlidir elbette.
“Sultân-ı rusul şâh-ı mümeccedsin efendim
Bî-çârelerle devlet-i sermedsin efendim
Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim
Menşûr-i "le 'amrük"le müeyyedsin efendim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hak'dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim”
“Alice Harikalar Diyarında” kitabının başlarında şöyle bir diyalog var hiç unutmadığım: Alice bir yol ayrımına geldiğinde hangi yoldan gideceğine karar veremez. Oradaki tavşana sorar.
-Hangi yoldan gideyim?
-Tavşan: Nereye gittiğini bilmiyorsan hangi yoldan gittiğinin önemi yok! der.
Sırrı yola çıkmadan önce nereye varacağını biliyor muydu? Meçhul.
Onun aidiyyet içinde olduğu KAWA, KCK, PKK HADEP, DEM hareketine bakarak “Essebebü ke-l fâili” yani “Sebep olmak işlemek, yapmak gibidir” sırrınca 50.000 şehidin kanında vebali var diyenlerin görüşlerine dair bahis açmak istemiyorum o ayrı ve uzun bir konu. Sırrı beyin “Sevene de sövene de hakkımı helâl ettim” sözü manidardır. Şu anda yoğunlaşmamız gereken mesele “İnandığınız gibi yaşarsınız, yaşadığınız gibi ölürsünüz” Hadis-i Şerifindeki manalardır. Elbette ki Allah’a havale etmek banka havalesine benzemiyor. Neticede şu hakikati unutmamalıyız. “Hayatta en kesin ve en keskin gerçek ölümdür.” Ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Haşir haktır ve muhakkaktır.”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.