Yürüyorum

Senai Demirci’nin Veda yazısından ilhamen…

Said Nursi Risalelerin bir yerinde eski Said dönemi yıllarında “Kemal’in Rüyası” ile uyandığını söylüyor. Ben de “şu vesile ile” uyandığımı söylemeyi çok isterdim. Ama öyle değil.

Hangisi rüya, hangisi gerçek. Hangisi doğru, hangisi yalan ayırdına varamıyorum artık.
Ama emin olduğum bir şey var ki, hayat hiç de siyah ve beyaz değil. Gençliğinizde “ben şunu yaparım, şu durum olursa böyle davranırım, benim şöyle prensiplerim var” nutukları tatlı bir hayal şimdi.

Hayat hiç de dümdüz çıkmıyor karşınıza ve prensiplerim dediğiniz şeyler bir bir sınıfta kalıyor.
Siz yine karmakarışık kalıyorsunuz!

Başkalarına bakıyorum. Ne kadar da mutlu görünüyorlar. Herkes bir yol tutturmuş gidiyor. Alıyorlar, satıyorlar, gülüyorlar, hep planları programları var.
Benimse 45 yaşımda hayata ve insanlara, daha da önemlisi kendime karşı hep şüphelerim var.

Eskiden yazmayı ve bunları yayınlamayı çok severdim. Şimdi de yazmayı seviyorum. Ama sadece kendim için. Bazı yerlerden dostlarımız yazılar istiyorlar. Çok seyrek yazabiliyorum artık. Anlamadığım bir dünyanın, anlamadığım insanlarına yazmak bana biraz tuhaf geliyor.

Bu yazıyı da aslında kendi isteğimle değil dostum, Senai Demirci’nin Veda adlı yazısının tahrikiyle yazıyorum. Senai ile üniversite yıllarımızda İstanbul’da bir müddet beraber kalmıştık. O dönemler Senai’ye hep imrenerek bakardım. Kendisinin bu günkü gibi şöhreti yoktu, televizyon programları, aranmaları, randevuları yoktu. Yokluk, garibanlık günlerimizdi o günler. Ama Ona imrenirdim. Azimle çalışmasına, kendisini yetiştirme gayretine, gecelerin ilerleyen saatlerinde masa başında Risalelerin önünde uyuklamasına imrenirdim. Soba yakmayı öğrenmiştik o günlerde, birbirimizin yataklarını toplamayı öğrenmiştik. Sonra Terme’den gelen beyaz kirazları bir hallere sokup kahvaltı yapmayı öğrenmiştik. Ağlamayı öğrenmiştik…

Sonra bir gün Senai’nin Veda yazısını okuyunca ne kadar da dağıldığımı hatırladım geçen yıllar boyunca.

Evet masum değiliz hiç birimiz.
Bu dünyayı ve insanları fazla mı abarttık, fazla mı önemsedik diye düşünüyorum şu sıralar. Nelerimizi feda etmedik ki insanlar için, dünyanın şusu veya busu için. Kitaplar yazıp alkışlanmayı, önemsenmeyi, dinlenilmeyi önemseyeli beri unuttuk ağlamayı.

Bunların hepsi oldu. İşte ben de 5 kitap yayınladım. Ülkenin pek çok yerinde seminerlere, konferanslara, kongrelere, çalıştaylara katıldım. Hala da katılıyorum. Bu yazı gönlüme düştüğünde Şam kongresi için bir tebliğ hazırlıyordum. Ama ben kendi adıma söyleyeyim, hep bir yerlerim, bir şeylerim eksik kalıyor. Nedendir bilmiyorum ama kendi ellerimizle kurduğumuz şu abuk sisteme, aldılara, verdilere, kazançlara, kaybedişlere, övgülere ve yergilere karşı soğuyor, yabancılaşıyorum git gide. Bunlar ne kadar da önemsizleşiyor bugün. Başkaları için yazmak bile anlamını kaybediyor.

Kendi kendime söylenip duruyorum: Ne kadar çok önemsemişim insanları, ne kadar da çok başkaları için yaşamış, başkalarının takdiri için yapmışım bir şeyleri. Ne kadar da çok abartmışım hayatı ve insanları.

Bu anlamda Senai’ni Veda yazısı beni uyandırdı dersem yanlış olur. Ama o yazı aslında ne kadar da uykunun derin bir tabakasında olduğumu hatırlattı bana. Bu hisse Başlangıç filmini seyrettiğimde de kapılmıştım.

Benim de Senai gibi gizliden gizliye değil, açıktan açığa hayran olduğum insanlar var. Bunlardan biri Manisa’dan Rahmi ağbi, biri Halil Köprücüoğlu. Bu iki kahraman insan pek çok para kazanabilecekken, emekli oldukları gibi maddi kazanç dünyasına veda edip manevi alemlerin sultanları olmayı tercih ettiler. İsteseler bugün büyük bir şirketin müdürü, milletvekili olabilecekken, onlar Risale okumayı ve bildiklerini başkalarıyla paylaşmayı seçtiler.

Hayran olduğum bir başka insan Gebze’den Ali Demir. Nerde bir iman hizmeti varsa Ali ağbi orda. Ne kadar da hırssız, iddiasız, dünyayı dünya için hiçe sayan, adam gibi bir adam. Kimseyle yarışa kalkmayan, kendinden başka kimseyi rakip görmeyen, maddi manevi makamları, mevkileri dostlarına teklif edebilen bir kahraman. Kendisini ve başkalarını yetiştirmekten başka bir derdi olmayan güzel bir insan.

Biri de Hayrettin Kahraman. Onun “ben kitaplarımla meşgul olacağım, ben okuyacağım, ilim yolunda çalışacağım” diyerek defalarca, insanların birbirlerini yedikleri milletvekilliklerini reddettiğini biliyorum. Hayrettin hoca bugün milletvekili veya bakan olmadı, ama gönüllerimizin sultanı olmaya devam ediyor.

Saymakla bitmeyecek gibi. Hayran olduğum bir güzel insan da Senai’nin de, benim de çok şey borçlu olduğumuz Ali Mermer. O ne muhteşem bir iman eğitimi, ne harika bir tefekkür sistemi. İmani yaşayışın zedelendiği her yeri, her şeyi, her kazancı, herkesi nasıl bir net tavırla bırakıp gidişi…

Şimdi düşünüyorum da tanıdığım ne kadar da çok hayran olunası insan varmış. Yukarıda saydığım kişiler hakkında onlara kötülük yapmış olmamak için detaya girmiyorum. Ama ne kadar da çok Allah yolunun insanları var çevremizde. Ne kadar da güzel insanlar var. En azından onlarla beraberiz, en azından onları seviyoruz diye teselli ediyorum beni.

Bir de kendimi düşünüyorum!
Doğrusu ürküyor ve korkuyorum.
Hepimiz sınanıyoruz.
Başka başka yollardan, başka başka şekillerde. Başka başka şeylerle, başka başka kimselerle…

Düşüyoruz kimi zaman. Ruhumuz, gönlümüz yara bere içinde kalıyor.
Düşe kalka yürüyoruz bu hayatta. Korkularımızla, beklentilerimizle, bitmeyen isteklerimizle, önyargılarımız, komplekslerimiz, emellerimiz, elemlerimiz ve kendi putlarımızla…

Düşmekten korkmamalıyım diyorum kendi kendime. Korkacaksan düştükten sonra ayağa kalkmamaktan kork. Düş ama her defasında yine kalk!

İçinde kendini bulamayacağın, ruhunu arayamayacağın, seni gözyaşlarınla anlamlandıramayacak yapmacık adaları, insanları, çevreleri  boşver!

Kendimle kavga etmedikçe kendimi tanıyamam!
Kendimi, yani herkesi, yani tüm dünyayı karşıma almadan nasıl kendim olabilirim? Nasıl Rabbe yönelebilirim?
Kendimin peşindeyim!

Günahlarıma, yanlışlarıma, yanlış tercihlerime, dik duramayışlarıma, dünyayı dünya için arzulamalarıma, insanların hakkımdaki yargılarına, geçirdiğim onca boş vakte, insanların peşinde koşmalarıma, pişmanlıklara veda etmenin vakti gelmedi mi?

Tek kişilik bir yolda yürüyorum!
Herkes gibi.
Yalnız. Çaresiz. Kimsesiz…
Yürüyorsam düşe kalka, bil ki Rabbe olan umudumdan, O’na olan sevgimden, O’na olan inancımdandır.

Artık dünyevi olanı önemsememeyi öğrendim. Acılarla, kederlerle.
Dünyevi insanlarla işim yok artık. Dünyevi hayallerimi de kilitleyip kapattım bir köşeye.
Şimdi biliyorum ki hiçbir şey göründüğü gibi değil.
Hiçbir şey sadece görünenden ibaret değil.
Said Nursi Mesnevi’sinde “semayem, emellerimle elemlerimdir” diyor.
Bir elime emellerimi, diğer elime elemlerimi aldım.

Yürüyorum!
Düşe kalka!
Yalnız ve çaresiz…
Başka bir yol bilmiyorum.
Yürümezsem öleceğimi iyi biliyorum.

Yürüyorum!
“Kendi içime kıvrılarak”
Kendi kendimle başımın belada olduğunu bilerek.
Kapısı yüzüme hiç kapanmayacak olanın ümidiyle.
Gecelerin sırrını dualarla açarak.
Yürüyorum!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
12 Yorum