Yünlü çoraplar

Meryem bir ah çekti, bir yıldız kaydı. Bir adım attı, dünyada zaman durdu.
Düşünceliydi Meryem...
Bir koyun sürüden ayrılmış meçhullere doğru melemekteydi... Rüzgârın hızına boyun eğmişti otçuklar ve yerlere kadar eğiliyordu…
Dünyayı kara bulutlar istila etmiş, gündüz demeye bin şahit gerekirdi.
Düşünceliydi Meryem.
Gözünde bir damla yaş akıttı. O damlada neler gizli değildi ki!
Meryem dağların maralı
Meryem ceylan endamlı
Meryem namus abidesi
Ve düşünceliydi Meryem...
* * * *
Meryem on altısındaydı. Uzun ince bir boyu vardı. Simsiyah saçları beline kadar inerdi. Saçlarını hep toplayıp eşarbın altına gizlerdi.
Güzelliğini hep saklardı.
Meryem içten içe Hamo'ya sevdalıydı; fakat Hamo'nun haberi yoktu.
Hamo'yu gördükçe yüzü kızarır, içinde bir ılıklık başlar sonra vücudunu bir titreme sarardı. Gözleri hiçbir şey göremez, dünyası kararırdı. Ama anlatamazdı Hamo'ya aşkını.
Sadece ah çeker içinden ve her bir ah çekişte bir yıldız kayardı...
Onun için hep düşüncelidir Meryem.
Meryem sadece sağdığı koyunlarla dertleşir; "Hamo geçince bana haber verin" derdi.
Sanki koyunlar da anlamış gibi, gerçekten Hamo her geçtikçe hep birlikte meleşirler ve Meryem koyunları duyar duymaz hemen titremeye başlar.
Meryem düşüncelidir.
* * *
Meryem Hamo'ya bir çorap örmüştür. Aşkının tüm ateşini o çorapta desenlemiştir. Çorap öyle bir çoraptır ki, ilk bakışta insanı cezbedip sanatına hayran bırakırken, daha sonraki dikkatli bakışlarda insanın içini karartıp ümitsizliğe sevk ederdi.
Meryem haletiruhiyesini işte bu şekilde nakşetmişti çoraba…
Ve Allah'a şu duayı etmişti: "Hamo'dan başka kim bu çorabı giyerse bir daha kendi eliyle indirmesin."
Bu öyle bir yalvarıştı ki, gözlerinden kandamlaları akıtmıştı ağlamaktan...
Öyle bir yalvarıştı ki arş-ı alayı titretmişti...
Ve öyle yalvarmıştı ki bütün koyunları "âmin" dercesine melemişti.
Çorabı çeyiz sandığının en alt kısmına saklamıştı. Ve her gün çorabı çıkartıp dakikalarca öperdi.
* * *
Ve o gün.
— Kız Meryem sen çabuk içeri gir.
— Ne oldu ana?
— Gir ve kapıyı kapat diyorum sana, seni ilgilendirmez.
Evet, Meryem'i ilgilendirmez(!) Çünkü onu istemeye gelmişler ve onunla ilgili kararı ise babası verecektir.
Meryem odaya girdi.
Meryem düşünceliydi.
Bahtına karaçalılar takıldığını hissediyordu.
Karanlık odanın bir köşesine oturdu.
Ve düşünüyordu.
Çorabı niye Hamo'ya göndermediğine hayıflanıyordu.
"Gönderseydim belki kabul ederdi, belki o da beni severdi. Belki şimdi bunların yerine o beni istemeye gelirdi. Acaba kim bunlar? Acaba babam verecek mi? Hamo isteseydi acaba beni verir miydi?..” Şimdiye kadar çok kişi gelmişti, babası kimseye evet dememişti. “İnşallah bunlara da evet demez!”
Evet, düşünceliydi Meryem...
Ve düşüncelerle sabah olmuştu. Bir an bile yatmamıştı. "Acaba ne oldu?" diye merakla dışarı çıktı, herkes uykudaydı. Zaten hep erken kalkardı. Yine her zamanki gibi işlerini yaptı. Annesinin uyanıp bir şey söylemesini bekledi. Annesi bir şey söylemedi mi, babasının kabul etmediği anlamındaydı.
O gün güneş doğmuyordu, dünyayı kara bulutlar sarmıştı.
Meryem bugünü bahtının habercisi saydı.
Çünkü annesi ona bir yüzük uzatıp gülerek "kızım bunu tak, baban seni bu gece iki tarlaya verdi."
Bir adım attı mecalsizce ve dünyada zaman durdu.
Düşünceliydi Meryem.
Bir koyun sürüden ayrılmış; meçhullere doğru meleyordu.
Rüzgârın hızına boyun eğmişti otçuklar ve yere kadar eğiliyorlardı.
Dünyayı kara bulutlar istila etmiş, bahtını yıldırımlar yağdırıyordu.
Gözünde bir damla yaş aktı, o damlada neler gizli değildi ki...
* * *
Cihana sığmayan duygular vardır. Ve hasıraltı düşünceler...
Her sır açıklanmaz.
Her aşk gerçekleşemez.
Mecnunlar neden vardır?
Şirinler neden vardır?
Dağlar neden türkülere konu olmuş?
Neden delik deşik delinmek istemişler?
Hani insana verilen yük önce dağlara verilmişti de dağlar kabul etmemişti ya...
Yetmiyormuş gibi bir de insana yük oldular.
Aşkımız dağlar kadar olmuş; derdimiz dağlar kadar...
Yâre kavuşmaya sıra dağlar engel olmuş.
Ferhat dağ delmiş, dağlar çoğalmış kavuşmaya mani olmuş.
Ve Meryem düşünceye dalmış.
Meryem bir dağ ötesinde ki köye gelin gitmekte.
Gelin alayı türküler çalmakta; gelin alayı halaylar çekmekte.
Türküler Meryem'e ağıt, duvak boynuna ilmik, bindirildiği at cellâdın
iskemlesi olmuş.
Daha doğrusu böyle olmasını dilemekte…
Hamo'suz hayat zaten onun için bir mana ifade etmiyordu!
Meryem'i köye götürüp bir odaya kapattılar. Takılar takıp gelenlere eşlik ettiler. Gören güzelliğine hayran kalıyordu.
Fakat kimse dikkatli bakmıyordu. Yüzü ördüğü çorap gibidir. İlk bakışta hayran bırakırken, dikkatli bakışlarda hüzne boğuyordu. Meryem kaderine boyun eğmeye hazırlanırken yanına bir kadın sokuldu "Biliyor musun, kocam seni üstüme kuma olarak getirdi!"
Meryem işte o an içten içe titremeye başladı. İçinde volkanlar patladı. Yanardağlar fışkırdı ve dışarıya sadece bir damla yaş akıtıp sükûnetini bozmadı.
Ve işte o damla yaşta neler saklı değildi ki?
Meryem gözyaşının peşine takıldı, yere düşüp toprakla bütünleşene kadar gidecekti.
Yarım saatlik bir yalnızlığı fırsat bilip gelinliliğini indirdiği, gibi odadaki erkek elbiselerini giyip pencereden dışarı fırlayıp direk babasının evine geldi ve "Ölürüm de gitmem" dedi.
Annesi kükreyip, tokatları suratında patlarken de yine "gitmem" dedi.
Artık yapacak bir şey kalmamış, şerefleri (!)bir paralık olmuştur...
O gece kimse yatmamıştı.
Meryem'i ahıra kilitlediler ve evde cemaat oluşturdular...
Baba kaşlarını çatıp soruyordu...
"Bu şerefsizlik nasıl temizlenecek?"
Tek bir cevap vardı.
"Öldürmek."
"Peki, kim öldürecek?" "Ben" dedi abisi tok ve kararlı bir sesle.
Bütün gözler ona yönelirken amcasının oğlu da ayağa kakıp "ikimiz" dedi.
Artık karar kesinleşmiş, infazı gerçekleştirmek gerekiyordu. Ertesi sabah Meryem'i ahırdan çıkartıp hiçbir şey sormadan yola çıktılar.
Meryem sadece düşünceliydi. Garip düşüncelerle peşi sıra gidiyordu.
Hamo'ya ördüğü çorabı hayal ediyordu. "Ne güzel yakışırdı" diyordu kendi kendine. Ve hayaline devam ediyordu. O anda Hamo'ya kendisi çorabı giydiriyordu, sağ çorabı giydirip bağladıktan sonra sol çorabı da giydirmiş, dizlerine kadar yükselen çorabı bağlayarak başını kaldırıp Hamo'nun yüzüne bakacağı an gözlerinde yıldızlar kaydı
kafasında şimşekler çattı. Gözünü açtığında abisinin başından tutup, gölün bir gözünde boğduğunu anladı. Tekrar gözlerini kapatıp yarım bıraktığı hayaline devam etti. Son bir gayretle başını kaldırıp Hamo'nun şefkat dolu yüzüne bakarcasına tekrar gözlerini açtı ve sitemkâr bir tebessümle öylece kala kaldı.
***
Birkaç gün sonrasıydı, Ramazan dayı telaşlı telaşlı kapımızı çaldı. Anam kapıyı açınca sadece "Meryem lafını duymuştum. Hemen dışarı fırladım. Ablam gelecek" diye de sevinmiştim. Sonra babam ve ağabeyim Ramazan dayının ardından gittiler.
Ben;
-"Ana ne olmuş? Ablamı mı bulmuşlar."
"-Evet kızım"
"-Hani kaçtığını ve bir daha belki gelmeyeceğini söylemiştiniz?"
Anam;
-"Kızım ablan kendisini göle atmış."
-"Neden?"
-"İntihar etmiş"
-"İntihar ne demek?" Onu bilmiyordum.
Fakat o gün ve sonrası evde ağıtlar yükseldi. Anam kendisini yerden yere vurdu (!) Babam bile ağlamıştı. Jandarmalar gelmiş babamla ağabeyimi götürmüşlerdi. Bir kaç gün sonra da geri gelmişlerdi.
Ablam intihar ettiği için kimse suçlu bulunmamıştı.
Artık ablamın hayalleriyle yaşamaya başlamıştım.
Tam bir sene geçmişti, az çok neler olduğunu sezinlemiştim. Babam namusunu ve şerefini temizlediğinden bahsedip duruyor ağabeyime ve amcaoğluma kahraman nazarıyla bakıyordu.
Derken kış olmuştu. Babam ava gidecekti fakat çorapları yırtılmıştı. Anama,
-"Meryem'in ördüğü çorabı getir" dedi.
Anam hemen ablamın çeyiz sandığındaki çorabı çıkarttı.
İşte o an ablamın duasını hatırlamıştım.
Ablam, her çorabı çıkartıp baktığında şu duayı ediyordu;
-"Allah'ım Hamo'dan başka kim bu çorapları giyerse bir daha kendisi çıkartmasın."
Ben ne demek istediğini anlamamıştım.
Ertesi gün köye haber verdiler.
Çığ gelmiş avcıların hepsi altında kalmışlar. Tüm köy yola çıktı.
Akşama doğru babamın cesediyle geri geldiler.
Çığ gelmiş sadece babamı götürmüştü.
Yine evimizde ağıtlar yakıldı yine anam yerden yere kendisini vurdu.
Babamın elbiseleri elden ele dolaşırken ben çorapları ablamın hatırası diye saklamıştım. Hala ablamın o duayı ne maksatla yaptığını bilmiyordum. "Hamo'dan başkası giyen kendi eliyle çıkartmasın"…
Yine zaman geçmiş acılar sarılmış aradan yılar geçmişti. Ben artık tamamen neyin ne olduğunu biliyordum. Konuşmalar arasında ablama neler olduğunu da öğrenmiştim. Anamın vicdani sızıntıları ağabeyimin ablamı her hatırlayışta gözlerinde yaşlar akıtmasında neler olduğunu biliyordum. Ama onların acı çekmesine de seviniyordum.
Hep kendi kendime diyordum; "Haydi, bakalım vicdanınıza ne cevap vereceksiniz. Yarın ruzi mahşerde ablama ne cevap vereceksiniz."
Ablamı hatırladıkça hiçbir çeyiz hazırlamak istemiyordum. Nasıl olsa istediklerine verecekler beni de. Benim isteğim pek para etmeyecek. Hep bu düşüncelerle sandığımı açar ablamın ördüğü çorabı çıkartır saatlerce bakardım. Baktıkça da içim kararırdı. Bu desenleri nasıl işlediğini bir türlü anlayamıyordum. Adeta hayatın tüm
ümitsizliklerini nakşetmişti. Yine böyle bir gün çorabı seyrederken ağabeyim içeri girdi. Çorapları görünce;
-"Bu güzel çorapları sen mi ördün?"
-"Hayır, bunlar ablamın ördüğü çoraplar."
O an ağabeyimi bir titreme sardı.
-"Bunları bana ver."
Her ne kadar vermek istemediysem de ağabeyime karşı çıkamadım ağabeyimin ne maksatla aldığını da bilmiyordum.
Vicdanından gelen rahatsızlıktan mıydı yoksa çorabın ilk bakıştaki güzelliğinden miydi bir türlü anlamadım.
Meğer ağabeyim nişanlısını görmeye gidecekmiş. Onların evine gideceği için tüm giyeceklerini özenle seçiyormuş ve o çorapları görünce tereddütsüz almış.
İçimde ise garip bir sıkıntı sarmıştı. Hamo'dan başka kimsenin o çorabı giymemesi gerektiğinin biliyordum. Daha doğrusu hissediyordum.
O gün evin içinde fır dönüyordum. İçim içime sığmıyordu. Nereye gitsem ne yapsam rahatlayamıyordum. Sanki güneş bir başka doğmuştu o gün.
Ağabeyim çorabı giyip çıktığından beri içimdeki sıkıntı gittikçe büyüyordu.
Kendi kendime;
-"Keşke çorabı ta ilk zamanlarda Hamo'ya verseydim. Ona ablamın onun için bu çorabı ördüğünü fakat bir türlü ona ulaştırmadığını ve en azında öldükten sonra onun bir hatırası olarak ve de bir görev olarak alması gerektiğini söyleseydim. Belki babama bir şey olmazdı. Belki şu an ağabeyim içinde bu kadar tedirgin olmazdım."
Vermemiştim işte… Çorabın büyüsüne kapılmıştım. Hamo da zaten evlenmişti. Artık sonsuza kadar bu sırrı taşıyacaktım.
Ya ağabeyim! Ya ona da bir şey olursa? Her şeye rağmen ağabeyimi çok seviyordum.
İşte tam düşüncelerimin burasında dışarıda büyük bir uğultu olduğunu duydum. Derken anamın feryatları yükselmeye başladı. Artık benim de dünyam kararmıştı. Artık ağabeyime bir şeyler olduğunu biliyordum. O korku ve heyecanla kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda anam başucumda oturmuş gözyaşı döküyordu.
-"Ana ağabeyime ne oldu?"
-"Ağabeyin iyi kızım. Sadece iki ayağı kırılmış. Ama amcaoğlunun durumu henüz belli değil. Onu şehre götürdüler. Henüz bir haber alamadık."
Meğer ikisi ağabeyimin nişanlısının köyüne giderken, yolda heyelan olmuş amcaoğlumun kafasına taş değerken, ağabeyimin de ayaklarına değmiş ve ağabeyimin her iki yağı kırılmış amcaoğlum da komaya girmiş.
Tam 15 gün sonra amcaoğlumun cesedini getirdiler.
Ağabeyim ise bir daha eskisi gibi yürüyemedi. Bastonlarla hayatını sürdürdü.
Ve artık ben de ablamın duasını anlamıştım. En son o çorapları ağabeyimin ayaklarından çıkarttıktan sonra sakladım ve hiç kimseye göstermedim.
Aradan yıllar geçtiği halde hala çeyiz sandığımın en derin yerinde bir kılıfta saklarım.
Aslında belki yakmam gerekirdi. Belki bu kadar tehlikeli olan bu çorapların yok edilmesi gerekir ama bir türlü elim varmadı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum