Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Yılan, akrep ve haşerelerin mağarası olmak

Bir önceki yazımızın sonunda, İdris Görmez abinin konuşmasından yola çıkarak bir yazı yazacağımızı ifade etmiştik. Ayrıca dokuzuncu sınıf biyoloji kitabını da tanıtmaya çalışmıştık. Okuyanlar hatırlar, özellikle fen kitaplarının müfredatına, şöyle küçük bir dokunuşla nasıl güzel  müspet hâle gelebileceğinin güzel örneklerini vermiştik. Aslında mevcut yönetimin en azından niyetlerinin de bunun arayışı içinde olduğunu düşünüyorum. Fakat bu küçük dokunuş dediğimiz, önemli değişimi de biraz iddialı olacak ama bu konuda çok hassas olan nur talebeleri yapabilir ancak. Mezkur biyoloji kitabı da bunu güzel bir örneğini bize sunuyor. Bu yazınız vesilesiyle, ilgililere ısrarla bunu görmelerini ve resmi kitap tavsiyesi listelerine almalarını hatırlatmak istiyorum.

Gelelim konuşmaya. İdris Görmez Hocamız, bir müddet hapishaneye sohbete gitmiş, değerler eğitimi konuşmaları yapmış. Bir sohbetinde, biraz alakasız ve kolları da dövmeli bir genç de bulunmuş. Sıkıntılı hâlleri de olan bu genç arkadaş, sohbeti sabota içine de girince İdris Bey ona, "Kolundaki bu dövmeleri, kime yaptırdınız?" diye sormuş. Kendini biraz toparlayan delikanlı, dövmeleri yaptırdığı yeri de söyleyince, bu sefer İdris Bey "Peki, bu kolunu kime yaptırdın?" diye sorunca, genç arkadaş toparlanmaya başlamış. Devamını tahmin edebilirsiniz.

Demek insan fıtratı bütün bütün bozulmazsa, küçük dokunuşlar, büyük neticeler doğurabiliyor. Aynı mealde bir soruyu da bir öğrenci topluluğuna biz sormuştuk. Basit bir ayakkabı hediyesine karşı, belki yıllarca minnettar oluyoruz. Peki, bize ayağı hediye edene, nasıl bir minnettarlık içinde olmalıyız? Aynı şey gözlük, göz; ceket, vücut; eldiven, el için de sorulabilir. Ya da seni arabasına alıp birkaç kilometre taşıyan birine olan minnettarlığımızı düşünün. Bunu, bir ömür dünya gemisinde ya da uçağında hem de her ihtiyacımızı karşılayarak, sarsmadan seyahat ettiren Zât'a karşı, nasıl bir minnettarlık içinde olmamız lazım? Bu mânâları bize hatırlatan, yani unutturmayan ikazlara belki her gün ihtiyacımız var. Onun için nurlarda sıklıkla "sahib-i hakikî, mün'im-i hakikî, müessir-i hakikî" gibi içinde hakikî geçen kelimeler üzerinde çok durmak isterim.Sahibi olduğumuzu zannettiğiniz kıymetlerin hakikî sahibi ya da vereni, edeni kim? Bu hakikî kelimesi bize, bu mânâları ders veriyor biraz. 

Bu ara yine Arabî Mesnevi'nin Şadi Eren çevirisini okuyorum. Bu mânaları özetleyen ve insanın korkunç akibetine işaret eden bir 'i'leme' yer vermek istiyorum. "Gerçekten nefis çok acayip bir şey. Eğer tezekki etse (kendini ıslah etse, temizlese) esma-ül hüsnanın hazinelerini anlamak için sayısız aletler ve sınırsız ölçüler hazinesi. Ama örtülse ve tuğyana (isyana) sapsa, yılan, akrep ve haşerelerin mağarası." Mağara hem de yılan ve akrep gibi haşerelerin mağarası olmak, nasıl hazin bir sondur! Demek, isyan ve tuğyan; kendini, hakikî sahibini tanımamak, insanı elmastan kömüre çevirebiliyor. Altın külçesi değerindeki cihazların, sana cehennem kapılarını açan anahtar derekesine düşebiliyor.

İdris Görmez Hocamız aynı sohbette, 26 yaşlarında işi, gücü, makamı yerinde olmasına rağmen; bir türlü huzuru bulamayan bir kızımızı da anlattı. Bir çaycıdan aldığı "Hastalar Risalesi" ile hakikî sahibinin farkına vararak, huzuru yakalayan bu kızımız, kitaptaki bir telefon vasıtası ile İdris Bey'e ulaşıyor. Anlattıkları çok önemli hanım kızımızın. Önce, "Hastalar Risalesi" ismi, dikkatini çekiyor. "Ben hasta değilim." diyor önce. Okumakta tereddüt ediyor. Fakat bu sefer, müellifin ismi dikkatini çekiyor. "Bediüzzaman Said Nursi", herhalde Arabistan'da yaşıyordur, diye içinden geçiriyor. Bu isim hatırına, kitabı okumaya başlıyor. Kitapta ilerledikçe, gerçekten bu hakikatlere olan ihtiyacını, iştiyakını görüyor. Kalbini Allah'a ve Kur'an'a kapattığı için, hasta olduğunu anlıyor. Sadece gezmek, tozmak için geldiği Antalya'da bir çaycının hediye ettiği kitap, onu "Kalabalıklarda kendini yalnız hisseden benim, bir sahibim varmış, bunu anladım." noktasına getiriyor. Gezmekten, tozmaktan, eğlenip gülmekten bir türlü mutlu olamayan kızımız, Üçüncü Deva'nın ilk cümlesi "İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine..." kısmına gelince, meseleyi fark ediyor. "Demek onun için mutlu olamıyorum." tespitini yapıyor. Her lezzeti tattım ama mutlu olamadım, ne için? "Çünkü dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmedim de ondan." diyor. Bu, ona başka ufuklar da açıyor. Hastalar Risalesi'nin her bir devası adeta bir ilaç gibi onu mânen hafifletiyor ve huzur kapısını aralıyor. Hissiyatını bir yazıya da döken kızımız, bunu İdris Hocamıza gönderiyor. Zaten İdris Bey de bu mektubu okuyarak, iman hakikatlerinin nasıl bir etkiye sahip olduğuna örnek vermişti.

Modernite, insana huzurun adresi olarak "düşünmemeyi, zevk ve eğlenceye dalmayı, gayesizliği" salıvermekte. Fakat görüyoruz ki "mahiyeti ulviye (yüksek), kıymeti galiye (parlak) olan insanın" rahat ve lezzeti, terbiye-yi medeniye ile güzelce nefsini tatmin etmek, sadece yemek, içmek peşinde koşmakla temin edilemiyor. Çünkü insan, sadece maddî mide ve cinsi istekleri olan bir makineden ibaret değil ki arkadaş. Nazik maneviyat, hassas âzâ ve âlat, yüksek gayeler peşinde koşan cevher ile donatılmış. Akıl ve vicdan, ebede âşık arzular; mideye, cinsiyete tâbi ve âlet olabilir mi? Bunların teskini ve rahatı, geçici ve anlık lezzetlerle mümkün mü? Mümkün olamadığının en güzel örneklerinden biri de işte yukarıda anlattığımız talihli kızımız.

İnsanı insan yapan, insanın mânevi cephesidir. Ne boyu ne kilosu ve ne de gücü ve diğer fizikî özellikleri, onu ömür boyu takip edebilir. Hepsi bir müddetliğine onun misafiridir. Gençliği, güzelliği ise, meşru dairenin sınırlarını taştığı zaman başına bela bile olabilir. Yükselmenin sınırı olmadığı gibi, alçalmanın da sınırı yok. Yüksek kıymetteki insanın alçalması ise, şimdilerde bol örneklerini görebildiğimiz gibi, daha sınırsız olabiliyor. O kadar sınırsız ki beşer, bazı fiillere ad bile bulmakta zorlanıyor. Kulakları çınlasın güya bazı içtimaiyyun ve siyasiyunların yorumlarını dinliyorum. Bula bula insanlara sundukları reçetelerin özeti, "bu ince şeyler" diye adlandırdıkları "İnsan nedir, niçin yaratılmıştır?" hakikatinin cevabını ya ertelemek ya düşünmemek ya da göz kapamak şeklinde. Evlere şenlik, güya düşünmesi ile çok tanınmış bir filozof aparatı da yüzü kızarmadan "İnsanın bir gayesi olmak zorunda mı?" deyivermişti bir konuşmasında. Akla, düşünme demek; göze, görme; kulağa, işitme; ele de çalışma demek gibi bir şey. Yani azap üstüne azap. Bu azabı akla ve hissiyata hissettirmemek için de birkaç teselli cümlesi, uluslararası yarışmalar, kısmen spor, biraz siyaset, daha fenası, haram oyunlar, bilmece ve bulmacalar, reklam rezaletleri, insanın maneviyatını ortadan kaldırır tipte roman, sinema, tiyatro gibi emzikleri bulmuşlar. Az uyanan, kendine gelme, kendini bilme, tanıma noktasına gelenler ise, neredeyse ölüme mahkum edilmekte. Hani hatırlarsınız, siyasî bulaşıklı biri de "Her nefis ölümü tadıcıdır." cümlesinden bile rahatsız olmuştu.

Evet dostlar, dalalet ehlinin terakki zannettikleri, ucuna zehir okları takılmış, her çeşit süfli zevkleri tatmak, dünyanın doyuramadığı akıl ve kalbini, nefsin emrine vermek, terakki değil; sukuttur. İnişi, çıkış zanneden bir illüzyondur. Tatmaya da denemeye de lâyık değildir ve değmez.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum