Musab'ın direnişi

"Bırak ellerini Mus'ab, tuttum seni!"

Annesi üç defa aynı şeyi söylediğinde Mus'ab'ın acıyla gerilen yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. Ama bırakmayacaktı, bırakmak istemiyordu. Üç gündür tavana bağlı duran bedeni kaskatı kesilmiş de kımıldarsa sinir uçları çekilecekmiş gibi hissetti. Aç, susuz ve çaresiz üç gün. Babası sık sık gelip tehditler yağdırıyor, Muhammed'den vazgeçmezse etlerini koparacağını söylüyor, tokatlayıp gidiyordu. 
İthamları hep aynıydı; "Bir elinde yağ, bir elinde bal... Nankör seni!.. İpekler giydirerek büyüttüm,  şerefime ortak ettim. Sense tanrılarımıza küfrediyorsun. Bir Muhammed tutturmuş gideceksin ha? Olamaz efendim, bu evde benim sözüm geçer; yoksa hepsini alırım elinden!.."

Babasının bağırış çağırışları, evlatlıktan reddedilmek, mirastan mahrum bırakılmak, fakirlik tehditleri kimin umurundaydı? Ah, gülümün ona verdiği gönül zenginliğini bir bilselerdi?

Mus'ab ellerini bırakmak istemediğini hissetti. Annesi kendisini kucaklamış yalvarıyordu ama o bırakmayacaktı. Gözleri dönüyor, başı düşüyordu ama yine de ellerini bırakmak niyetinde değildi. Annesinin sesini ilk defa bu kadar sıcak ve derinden hissetti:

"Korkma Mus'ab, kucaklarım seni, yere düşmezsin, bırak ellerini!"

"Yere düşmekten korkmuyorum" demek geçti içinden ama ona bile gücü yetmedi. Üç gündür aç ve susuzdu. Takatinin tükenmesine aldırmıyor da arada sırada bayılıp "Allah biiir!" demekten kalışına hayıflanıyordu. Çünkü bütün o eziyet zamanlarında yegane sığındığı Allah'tı. Durmadan varlığını ve birliğini tekrar ediyor, böylece aklına mukayyet olabiliyordu. Üç gün boyunca annesi yanına hiç  uğramamıştı. Acaba babası mı yasaklamıştı, yoksa üzülmemek için gelmemiş miydi? Babasını düşündü. Kendisine bir oğul gibi davranmamış, babalık şefkat ve merhametini hiç hissettirmemişti. Annesi ise onu  dadılar ve hizmetçilere teslim edip hayatını yaşamayı seçmişti. Delikanlılık çağına kadar hep zenginlik içinde büyümüştü. Evet, her istediği oluyor, nasıl isterse yaşıyordu ama babası ve annesiyle arasında sanki  uçurumlar vardı. Daha bir kere olsun kendisine Muhammed'in, Allah'ın mübarek elçisinin gülümsediği gibi içten gülümsememişlerdi. Ah, onun söylediklerine bir inansalardı? Cebrail'in getirdiği hakikati bir kavrayabilselerdi? Kavrayabilselerdi babası bu derece acımasız ve kötü olmaz, annesi  vurdumduymazlıkta böylesine ileri gitmez; kendisine anne baba sıcaklığıyla davranır, gerçekten anne babalık yaparlardı. 

Muhammed'e kulak verselerdi Allah'ın birliğine de inanırlardı. İnansalar ticaretleri bozulmaz, zenginliklerine zarar gelmez, korkularının boş olduğunu görürlerdi. Ama onlar Allah'ın elçisi yerine Kureyş'in karanlık nasipsizlerini, ceviz beyinleriyle hileler kuran şer odaklarını dinliyorlardı. Öz  evlatlarına tam üç gündür çektirdikleri bu açlık ve susuzluk yüreklerinde nasıl karşılık bulacaktı acaba? O evlat ki onların "Of!" demelerine bile razı olamazdı. Annesi sonunda gelip tavana bağlı olan ipin ucunu kesmişti, tamam da, bu her şeyi halledecek miydi? Allah'a giden yola girmedikten sonra hiçbir şey hallolmazdı ki? Kendi ellerindeki bağlardan ziyade onların zihinlerindeki bağlar için üzüldüğünü bilmiyorlardı çünkü. Üç gündür tavana bağlanmak değildi acı veren şey, hayır, annesinin ve babasının dalalette ısrarıydı. Ve ellerinin bağını çözen annesi, kendi gönlündeki düğümleri çözemedikçe içi yanmaya devam edecekti.

"Korkma Mus'ab'ım, seni tutuy..."

"Mus'ab'ım!" diyordu, annesi ona sanlarak "Mus'ab'ım!" Bu nasıl bir duyguydu ah!.. Annesi ona sarılıyordu. Birden kucağının sıcaklığını hissetti; bedenini saran anne şefkatini. Doğru mu duymuştu? Annesi miydi bunu yapan? Gerçekten "Mus'ab'ım!" diyen o muydu? Aklıyla gönlü arasında ikileme düşmek üzereydi. Çünkü aklı ona işkenceden kurtulmayı, gönlü ise kımıldamadan durmayı öneriyordu. Kendini saran kolları yokladı. Evet, evet, annesi bütün varlığıyla sımsıkı sarılmıştı. Şefkatle ve rahmetle... Sonra kokusunu duyar gibi oldu. Çocukken bile duymadığı bir kokuydu bu; annelik kokusu. O kokuyu içine çekti. Başı yana düşmek üzereydi. Bu sefer dermansızlıktan değil, kokunun verdiği sarhoşluktan... 

Annesi tekrar etti: "Bırak ellerini Mus'ab'ım!"

Adının annesi ağzındaki telaffuzu meğer ne de güzeldi. Hiç bu kadar hoşuna gitmemişti. Gülümsedi, sevindi ve baygınlık ile ayıklık arasında mırıldandı: "Gücüm tükenmeden bırakmayacağım anne; çünkü bana ilk defa sarılıyorsun!"

(İskender Pala'nın Muhammed romanından Bülbül'ün Kırk Şarkısı)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.