Yıkılan asırlarını sünnetiyle yeniden inşa ettiler

Yıkılan asırlarını sünnetiyle yeniden inşa ettiler

Dkm’de üniversiteli gençlerin seminerini ilahiyat Fakültesi öğrencisi Rıdvan Güzel sundu. Hz. Muhammed(a.s.m) konulu seminerinin ilk kısmı, “Fahr-i Kainat: Hz. Muhammed(a.s.m) ” iken ikinci kısmı, “Dersin Meyvesi: Salavat” oldu.

Ömer Faruk Kaya'nın haberi
RİSALE HABER - ÖZEL

Seminere, “Hatemül enbiya, Sultanı levlak, Fahri Kainat, Fahri Âlem, Şerefi beni adem, Fahr-ı Cihan ve daha sayılamayacak kadar eşsiz isimlerle anılmış kainatın göz bebeği olan Hz. Muhammed (a.s.m) . Öncelikle şunu belirtmek istiyorum “ Bir dakikasını kâinata sığıştıramadığımız Hz. Muhammed’i (a.s.m)  ben size hiç bir şekilde ve hiçbir cihette 20 dakikaya sığıştıramam ve 20 dakikada anlatamam. Haddimin binler fevkinde onun sadece bizden ne kadar farklı olduğunu ve ne kadar yüksek bir makamda olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım” cümleleriyle başlayan, Güzel hemen ardından şu cümleleri aktardı. “Ben sözlerimle Hz. Muhammed’i(a.s.m)  güzel göstermiş olmadım. Aksine Hz. Muhammed (a.s.m) ’’dan bahsederek sözlerimi güzelleştirdim.”dkm-seminer.jpg

“Hz. Muhammed (a.s.m)  miladi 571 yılında Mekke’de doğdu. Annesinin adı Amine babasının adı ise Abdullah’tır. Babasını doğmadan önce kaybetti. Doğduğu zaman sütannesi olan Halime’ye verildi. Altı yaşında annesini kaybetti. Ve dedesi olan Abdulmuttalib Onu(a.s.m) yanına aldı. 8 yaşında onu da kaybetti. Artık amcası olan ebu Talib’in yanında yaşamaya başladı. 25 yaşında Hz. Hatice ile evlendi. 40 yaşında peygamberlik geldi. Mekke’de gördükleri sıkıntı ve eziyetten dolayı Allah tarafından hicret edin emrine uyarak 622 yılında Medine’ye hicret etti. Müşriklerle Bedir Uhud Hendek gibi savaşlar yaptı. 630 yılında Mekke’yi fethetti. 632 yılında ise ebedi diyar olan ahrete göçtü.” Şimdi bu sadece bilgi dolu metni okuduktan sonra hepinizin aklına şöyle bir soru belirmiştir. Zaten bunların hepsi bugüne kadar bize öğrettiler. Bu alışagelmiş bilgileri niye okudu ki? Şöyle açıklayayım. Bu az önce okuduğum bilgiler bize Hz. Muhammed’i(a.s.m) çoğu klasik siyer kitaplarından tanıtışları. Bize sürekli olarak normal biriymiş gibi anlatılmaya çalışıldı. Verilen bilgiler sanki normal bir insanın bilgileriymiş gibi verildi. Oda(a.s.m)  doğdu, Onun da(a.s.m)  annesi vardı, Onun da(a.s.m)  babası vardı, O da(a.s.m)  evlendi, O da(a.s.m)   vefat etti vesaire.  Ama birde Onu(a.s.m)  tanıyan Onun(a.s.m)  Rahle-i tedrisinden geçen ve her yüz yılın başında gelecekler diye müjdelediği öğrencileri vardı. İmam Şafii’ler İmam Rabbani’ler Mevlana’lar ve Bediüzzaman. Hepsi yıkılan ve harap olan asırlarını Nur-i Muhammed’in(a.s.m)  sünnetiyle yeniden inşa ettiler. Ama bu son asır öyle bir hale geldi ki Kur’an’ın surları birer birer yıkıldı, sünnet inkara başlandı. Demek bu son asır çetin geçecek. Bu yüzden son öğrenci de çetin ve bu zorluklara Kur’an ve sünnetle göğüs gerecek birisi olmalı. Bediüzzaman. İşte bu dersimizde Bediüzzaman’a yani Risale-i Nur’a birkaç soru soracağız ve Hz. Muhammed’i fehmimizce anlamaya çalışacağız.

Şimdi soralım:  Hz. Muhammed (a.s.m)  dünyaya hangi dava üzerine ve nasıl geldi?

Dünya küfür ve şirk karanlığında boğulurken kızlar diri diri toprağa gömülür, Allah’ın yeryüzünde kutsal kıldığı kabe putlarla doldurulurken insanlar mal gibi alınıp satılırken zalim zulmüyle mazlumun boğazına başmış ve artık mazlumunda karşı koyacak hali ve gücü kalmamış iken Hz Muhammed faran dağlarında doğdu. Doğduğu gece izn-i İlahi ile bazı olaylar gerçekleşti. Allah’ın kutsal kıldığı kabedeki bütün putlar yüzüstü yere düştü. Mecusilerin yüzyıllardır aralıksız yanan ateşi söndü. Save gölü kurudu. İran kisrasının, sarayının 13 sütunu yıkıldı. Ve daha birçok olay meydana geldi. Ama bu olaylar gelişi güzel meydana gelmiş olaylar değildir. Bunlar belli bir hikmet ve gaye için her şeyden haberdar olan Allah’ın hikmetli işleriydi. Bu olaylardan sonra gafiller dışında bütün kâinat son Peygamber’in geldiğini anladı ve ateşten suya puttan, sütunlara bütün mevcudat el ele vererek kainata şu hakikati haykırdı: ALLAH muhakkak ki vaadini yerine getirdi. O asla vaadinden dönmez ve dönmedi de. O geldi Sultan-ı Levlak(a.s.m)  geldi. İşte elinde en büyük davası olan kelime-i tevhid yani “La ilahe illallah” var. Dedesi gibi putlarınızı kırmaya geldi. Ateşinizi söndürmeye geldi. Ey zalimler Allah’ın Nur’dan kılıcı mazlumun yanına geldi. Ey kabiller Habil’in dostu geldi. Ey firavun ve nemrutlar Hz. Musa’nın kardeşi Hz. İbrahim’in torunu geldi. Artık kaçış yok ışığını Allah’tan alan Nur-i Muhammed(a.s.m)  geldi. Bütün zülumatınızı dağıtacak bütün zulmünüzü yüzünüze çarpacak. Mazlumların elinden tutan Nasrullah geldi.

Peki, Hz. Muhammed(a.s.m)  kimdir?

Bu soruya üstadımız şu cevabı veriyor. “Hazret-i Muhammed (A.S.M.) öyle bir zâttır ki; azamet-i maneviyesinden dolayı sath-ı arz, o zâtın Mescid-i Aksa'sıdır. Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, Medine-i Münevvere onun minber-i fazl-ı kemalidir. Cemaat-ı mü'minîne en son ve en âlî imam ve nev'-i beşerin hatib-i şehîridir; saadet düsturlarını beyan ediyor. Ve bütün enbiyanın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor. Çünki dini bütün dinlerin esasatına câmi'dir. Ve bütün evliyanın başıdır. Şems-i risaletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor.”

Hem Hz. Muhammed(a.s.m)  zamanı hazır, mazi ve müstakbeli elinde tutan ve Makam-ı ala’dan bakan Allah’ın(c.c.) en büyük elçisidir. Çünkü eline öyle mucizevî bir kitap veriliyor ki beşer gözüyle mazinin kör kuyularında boğulan kişilerden haber veriyor. Nerde ne söylediklerini, ne istediklerini anlatıyor. Hem beşer için zülumattan başka bir şey olmayan gelecekten haber vererek beşerin aklını hayrete getiriyor.

Hem Hz. Muhammed(a.s.m)  كُنْ فَيَكُونُ ‘a sahip olan Vahid-i Ehad’in en büyük resulüdür. Çünkü parmağının işareti ile ayı ikiye bölüyor, elinde ki taşları zikre getiriyor, çağırmasıyla ağaçları köklerinden kaldırtıyor, yanına getirtip konuşturuyor, parmaklarını ab- Kevser çeşmesi yapıyor, yağmur için havaya kalkan ellerini indirmeden yağmuru indiriyor, kurt ceylan deve taş ve daha sayamayacağımız kadar mahlûku huzuruna getirtip huzurunda konuşturuyor. Bunca mucizeye rağmen beşer hangi akla hizmet güneşi mülkünde bir sinek gibi ayı bir zerre gibi çalıştıran Kadir-i Mutlak’ın  اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ٭ اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ ٭ اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا  ayetlerine bakarak korkmuyor ve huzuruna varıp secdeye etmiyor.

Hem hüsnü siret ile sureti kendinde cem eden Hz. Muhammed(a.s.m)  felsefe ve fenn-i hikmetin nev-i beşere “Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?” diye akılları acizlikte bırakan sorularına karşın: Sizler Abdullah’sınız. Muhakkak ki O’ndan(c.c.) geldiniz ve yine O’na(c.c.) döndürüleceksiniz. Diyerek beşeri felsefe karanlığından çıkararak Nur-u Hakiki olan Allah’ın dosdoğru yoluna yönlendiriyor.

Nur-i Muhammed(a.s.m)  “Beşerin gecesini gündüze; kışını bahara çeviren” bir zattır. Çünkü o gelmeden önce beşer cahiliye devrini yaşıyordu. Çoğu kimse cahil, geriye kalanların çoğu da felsefenin cahalet dersinden geçip cehalet kuyularında çırpınıyorlardı. Bütün her şeye adem gözüyle bakıp mevcudatı kendine düşman bilip cemadata ise ölü gözüyle bakıyorlardı. Bu yüzden sürekli bir şekilde yes-i mutlak içinde teessüf ediyorlardı. Ama Hz. Muhammed(a.s.m)  elindeki mucizevî kitapla onların ölü olmadıklarını kâinat dergâhında “وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ “ sırına göre zikrettiklerini güneşin, ayın yıldızların ölü olmadıklarını Mevleviler gibi döndüğünü, mevcudatın düşman olmadığını aksine sizin hizmetinize verilmiş olduğunu hatırlatarak onların kalplerini teessüften, benliklerini yes-i mutlaktan çıkartı.

Hem Muhammed-i Arabî(a.s.m)  öyle bir zattır ki: dokunuşuyla dikenleri güle taşı elmasa dönüştürüyor. İslam öncesinde adetleri ve inanışları yüzünden diken ve taş olan bir topluluktan Kuvve-i Kudsiye sayesinde “Sahabe” gibi elmas güller çıkarmıştır.Risale-i Nur’da bu yüksek hakikat şu veciz ifadelerle anlatılıyor:”Nuranî bir nar olur. Bazı olur bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bazı olur bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber, Birdenbire kalbeder; bir bedevi-i cahil, bir ârif-i münevver. Eğer mizan istersen: İslâm'dan evvel Ömer, İslâm'dan sonra Ömer”. İşte öyle cahil, inatçı, bedevi bir kavimden bütün medenilere siyasilere kendini beşerin muallimleri ittihaz eden insanlara, o bedevi ve cahilleri medeniyet dersi veren siyaset dersi veren ve en muallimlere dahi muallimlik dersi veren zatlar yetiştirdi. Hatta onların ders mekteplerinde yetişen zatlar mantık, tıp, astronomi, cebir ve daha sayamayacağımız yüzlerce ilim dalında beşeri arkasında bırakıp Hz. Muhammed’in(a.s.m)  büyüklüğünü bütün dünyaya gösterdiler. İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri(r.a.)  bu öğrencilere verilecek en güzel örneklerdendir. Bitlis’in Hizan İlçesinin Nurs köyünde Allah’ın dağları arasından çıkan kürt birisi zamanın en gelişmiş laboratuarlarında çalışma yapan sözde ilim adamlarının, bilim adamlarının bütün tezlerini mantıken “Kur'anın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın dersiyle “çürüterek Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in(a.s.m)  muallimliğinin ne kadar büyük olduğunu sesinin çıktığı, yetiştiği yere kadar haykırarak gösterdi. İşte bu ansızın gelişen ve mükemmel olan bu değişmede ki yüksek hakikati gören Üstad Bediüzzaman Hazretleri(r.a.) zamanın kendini medeni gösteren filozof, sosyolog ve içtimaiyyun ve ahlakiyyun âlimlerine Kur’an’i metotla şöyle meydan okuyor. “İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziret-ül Arab'ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?”

Peki bu bahsettiğimiz Zatın(a.s.m)  ubudiyeti nasıldır?

Evet o Zatın(a.s.m)  ubudiyeti küllidir. Çünkü o zat(.A.S.M) öyle bir zattır ki İslamiyet Onun(a.s.m)  fiil ve sözlerinden çıkmıştır. Hem öyle bir iman ve itikadla bütün ehl-i hakkı arkasına alarak onlara en yüksek makamları kendinde yaşayıp göstererek, onların, kendisinden feyiz almalarını sağlamış ve en yüksek makamları kazanmanın o yoldan giderek olabileceğini göstermiştir. Hatta imam Rabbani Hazretleri dahi bu hakikati şu şekilde bize naklediyor.” "Ben seyr-i ruhanîde kat'-ı meratib ederken, tabakat-ı evliya içinde en parlak, en haşmetli, en letafetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyeye ittibaı, esas-ı tarîkat ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair tabakatın has velilerinden daha muhteşem görünüyordu."

Hem o zatın öyle bir ibadeti vardır ki “İyyake na’bu ve iyyake nestein” derken vücudundaki her zerrelenin içinde ki moleküllerinin dahi cemaat olduğunu anlıyor, yalnız zamanı hazır değil zaman-ı mazi ve müstakbelde ki bütün ehl-i tevhidi cemaatinde hissediyor, gezegenleri yıldızları güneşleri kendi arkasında el pençe divan bir biçimde Allah’a ibadet etmeye geldiklerini düşünüp iyyake nabudu ve iyyake nestain diyor. Yani sadece kendi ibadetlerini değil en küçükten en büyüğe kadar vücuda gelmiş bütün mahlûkatın ibadetini, sadece kendi zamanının değil mazi ve müstakbeli de içine alan muazzam bir zamanın ibadetini Mabud-u Hakiki olan Allah’a sunarak “Abdullah’ın en büyüğü” olduğunu herkese gösteriyor.

Hem, ubudiyet ve duasıyla saadetin sebeb-i vücudu olan Zatın(a.s.m)  külli ibadetinden gelen öyle külli bir duası vardır ki onun duasına sadece hazırda bulunan cemaati değil, belki masivada ki her şey  arkasında diz üstü oturarak mütemadiyen “Amin Amin” diyor. Hem 13 asırdır her asırda beşerin beşte birini oluşturan ümmeti günde beş defa namaza giderek lisan-ı halleriyle onun duasına mütemadiyen “Amin Amin” diyor. Ve aynı cemaat davasını tasdik edercesine mazi ve müstakbeldeki nurani zatlarla birleşip Hz Muhammed’e(a.s.m)  hitaben  صدقت وبلحق نطقت diyorlar.

Hem Eşrefül Mahlûkatın(a.s.m)  öyle bir ubudiyet-i âzimesi vardır ki o ubudiyetiyle miraca çıkıyor ve Cebrail(a.s.) gibi melaikenin büyüklerini arkasında bırakıyor. Daha sonra Cenab-ı Hakka hitaben” اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ  diyerek” Ya Rabbi hayat sahiplerinin hayatlarıyla sana gönderdiği bütün ibadetleri ancak sanadır. Ben onlar adına bu ibadeti sana sunuyorum. Ya Rabbi, tohum çekirdek yumurta gibi kendilerine bakana ‘barekallah’ dedirten bütün mahlûkun fıtri bereketiyetlerinden gelen ibadetlerini onlar namına sana sunuyorum. Ya Rabbi zihayatın hülasası olan ziruhun sadece senin için yaptıkları ibadetleri sana sunuyorum. Ya Rabbi ziruhların dahi hülasası olan Salih ve Saliha kişilerin ve melaikenin ibadetini Ma’bud-u Hakiki olan sana takdim ediyor ve sana sunuyorum.” Diyerek ne kadar külli ve ihatalı bir ibadetinin olduğunu bütün gözlere gösteriyor.

Hem Hz. Muhammed Mustafa(a.s.m)  öyle bir zattır ki Allah’ın istediği her şeyi tamı tamına yerine getirmiştir. Allah ne kadar sevilmek istenmişse Hz. Muhammed(a.s.m)  Allah’ı o kadar sevmiştir. Allah’u Teâlâ kendinden ne kadar korkulmasını istemişse Hz. Muhammed(a.s.m)  Allah’tan o kadar korkmuştur. Allah’u Teâlâ kendisine ne kadar ibadet edilmesini istemişse Hz. Muhammed(a.s.m)  o kadar ibadet ederek Allah’ın en sevdiği kulu ve peygamberi olmuştur. İşte ibadetini bir dille değil milyonlar dille dahi anlatamadığımız, dillerin adı geçince anlatmakta aciz kaldığı Hz. Muhammed’in(a.s.m)  öyle azim bir ibadeti vardır.

Hem Muhammed’ül Emin’in(a.s.m)  imanından gelen öyle bir tevekkülü vardır ki değil insanlar, bütün kâinat dahi karşısına gelse, hepsine meydan okuyabilir. Çünkü O(a.s.m)  arkasında ki Zat’ın(c.c.) kudretinin farkında. O(a.s.m)  sivrisineklerin tantanasına kulak vermiyor. O(a.s.m)  bal arılarının dem demesine kulak vermiyor. O(a.s.m)  kâinatı nağamatıyla raksa getiren muzika-i İlahiyi dinliyor. تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ  diyor sefine-i hayatta kemal-ı emniyetle dağlar gibi sıkıntılara göğüs geriyor. Ebu Cehil Ona(a.s.m)  zulüm mü ediyor, Onu(a.s.m)  vatanından mı çıkarıyorlar, secdedeyken başına deve işkembesi mi bırakıyorlar, tebliğ yaptığı için, insanların yanmasını engellemeye vesile olmak istediği için çıktığı yolda Ona yalancı mı diyorlar mecnun mu diyorlar o hepsine kulağını tıkayıp kendisini şu ayetin emniyetli kollarına bırakıyor.   فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

Bu anlattıklarınızın hemen hemen hepsi risalet ve daha çok nübüvet cihetiydi. Peki “Eşreful Mahlukat’ın” (a.s.m)   insaniyet yönü nasıldı?

İşte bu başlıkta, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin” Evet insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu” diye 23. Sözde geçen cümlesi bizi karşılıyor. Demek ki bir insanın insanlık özelliklerini dahi belirleyen insanı insan yapan şey onun imanıdır. İmanı ne kadar yüksek ve ihatalıysa insanlığı dahi o kadar yüksektir diyebiliriz. Şimdi Hz. Muhammed’in(a.s.m)  insaniyetine dahi bu nurani gözle bir bakalım.

Hz. Muhammed’in(a.s.m)  öyle bir cesareti vardır ki o cesarete yetişmek imkân dairesinde dahi değildir. Mekke’de tek başına bütün müşriklere karşı tevhidi anlatması, korkusuzca taif‘e gitmesi ve orda taşlanmasına rağmen tebliğini yapması, Uhut’da dişini şehit vermesine rağmen en ön safta herkes korkudan dağılırken “Allah, Allah” diyerek cihat etmesi Onun(a.s.m)  cesaretini gösterir. En çarpıcı örnekte Mekke’den Medine’ye hicret esnasında olmuştur. Sevr mağarasına sığınan Hz. Muhammed(a.s.m)  ile Hz. Ebubekir(r.a.) müşriklerin onları bulduklarını fark ederler. Hz. Muhammed’e(a.s.m)  zarar geleceğini düşünen Hz. Ebubekir(r.a.) korkmaya başlar işte orda sadece Hz. Muhammed’in(a.s.m)  söyleyebileceği bir laf çıkar لاَتَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَۚا  yani “Ya Ebubekir, Hüzünlenme ALLAH bizimle” diyor. İşte böyle bir durumda böyle bir cesareti ancak Hz. Muhammed(a.s.m)  söyleyebilir. Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir” Diyen üstadımıza “saddakte” diyoruz.        

Hem Hz. Muhammed(a.s.m)  Sözüne sadık ve her söylediği hak olan birisidir. Hatta doğruluğu o kadar hat safhada ki ona peygamberliğinden evvel Muhammed’ül Emin(a.s.m)  denmiştir. Hatta ve hatta Üstadın tabiriyle Hz. Muhammed’i(a.s.m)  meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır. Onun(a.s.m)  sözlerinde yalan iftira ya da başkasını yerme gibi şeyler yoktur. Yani heves ve hevesatı onu konuşturmaz. Kur’anın Tabiriyle وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ{٣} اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰىۙ   Yani” O hevadan(arzularına göre) konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler”

Demek ki Hz. Muhammed’in(a.s.m)  insani yönü dahi bütün insanlığın önündedir. Ona(a.s.m)  insani özelliklerde de kimse yetişemez. Merhamet ve sevgisi, sabır ve cesareti, doğru sözü ve emniyeti bütün insanlığın gözlerini kamaştırır. 

Bunca hakikate rağmen hala Hazreti Muhammed’i(a.s.m)  sadece o klasik siyer kitaplarında ki çarşıda at için pazarlık yapan adam olarak görenlere üstadımızın şu misalini vereceğiz. “Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semalarda tayarana başlar. Âfâk-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemalâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şübhe yoktur.” İşte Resul-i Ekrem’in(a.s.m)  beşeriyet yönü yumurtadır onun Nübüveti yani gerçek değeri ise gözleri güzelliğiyle kamaştıran tayr-ı tavustur. Bunlara rağmen bize Hz. Muhammed’i(a.s.m)  normal bir insanmış gibi gösteren kişilere karşın, Üstad Bediüzzaman’ın şu veciz cümlesini hatırlayarak hareket edeceğiz. Onun için çarşı içinde bir bedevi ile niza eden o zâtı düşündüğü vakit; Refref'e binip, Cebrail'i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyn'e koşup giden Zât-ı Nuranîsine, hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.”

Peki bunca güzelliği Hz. Muhammed(a.s.m)  kendisinde nasıl toplamıştır?

İşte dersimizin son sorusu budur. Bu soruda Risale-i Nur’dan öğrendiğimiz temel bir kavram karşımıza çıkıyor. Mana-i Harfi. Yani “Kendisini değilde başkasını veya sahibini, ustasını, katibini anlatan, bildiren, tarif eden manadır”. Aynen öyle de Resul-i Ekrem’e de(a.s.m)  mana-yı harfiyle bakmak lazım. Çünkü Üstad Hazretleri” O zâtı harekete getirip o inkılabları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Diyor. Yani benim bu cümleden anladığım şey şu: Ortaya çıkan inkılabların hepsi güzel ve eşsiz lakin, bu meydana gelen inkılabların hepsini Hz. Muhammed(a.s.m)  tek başına yapamaz, gücü de yetmez. Bunların hepsini yaptıran sonsuz kudret sahibi olan bir zattır. Bu da ancak kalplere dahi tesiri olan Cenab-ı Allah’tır. Demek ki Hz. Muhammed(a.s.m)  Tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar olmuştur. Yoksa o güzelliklerin asıl sahibi o değildir. İşte bu tecelliyat sayesinde Hz. Muhammed(a.s.m)  Allah’ın tüm esmasını kendinde gösteren eşsiz ve nurani bir ayna oluyor. İşte beşerin işi de bu eşsiz aynadan Allah’ın isim ve sıfatlarını temaşa etmektir. Bu temaşa da ancak bu anlattığımız zatın sünnet-i seniyesine itiba ile olur. Hatta Kur’an’ı Kerim bu hakikati şu şekilde anlatıyor. قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ "Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullah'a ittiba edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki: Allah'a muhabbetiniz yoktur." Muhabbetullah varsa, netice verir ki: Habibullah'ın Sünnet-i Seniyesine ittibaı intac eder.

Dersin meyvesi, olan ikinci kısımda ise Risale-i Nur’da geçen bir salavat ile ders sonlandırıldı.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum