Prof. Dr. Şadi EREN
Yalnızlık Terapisi-1
GİRİŞ
Günümüzde nice insan âdeta şu şarkının sözlerini mırıldanır:
Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
Yeryüzünde sizin kadar yalnızım.
Bir haykırsam belki duyulur sesim.
Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım…[1]
İnsan çok girift bir mahiyete sahiptir. Kendisine bahşedilen kabiliyet potansiyelleriyle hayatını tanzim eder, ruhen ve bedenen mutlu olmaya çalışır. Ancak mutluluğa giden yol düz değil, engellerle doludur. Bu engellere takılanlar ruhen ve bedenen sıkıntılara maruz kalır.
“İnsan” kelimesi Arapça “üns” kökünden gelir. İnsan tabiatı itibarıyla ünsiyet arar ve ünsiyete muhtaçtır. Bu mana Sosyolojide “İnsan sosyal bir varlıktır” şeklinde ifadesini bulur. Yani bu insan tek başına yaşayamaz, şahsi hayatını topluluk içinde devam ettirir, ihtiyaçlarını onlar vasıtasıyla karşılar.
Bununla beraber hayat yolunda yalnızlık da bir realitedir. İnsan, hayatın akış seyri içinde zaman zaman yalnız da kalabilir. Ancak bu -normal şartlar altında- sevilen ve istenen bir şey değildir. Öyle ki halkımız arasında “Yalnızlık Allah’a mahsustur” denilir.
Yalnızlık, insanın -boşluk duygusuyla karışık olarak- kendini dünyadan kopmuş hissetme duygusudur. Kendini yalnız gören bir insan güvensizlik, dışlanmaşlık, terkedilmişlik, ümitsizlik gibi duygular yaşar.
Tabiatı itibariyle bu insan sevinçlerini ve üzüntülerini paylaşmak ister. Sevinçler paylaştıkça artar, üzüntüler ise paylaştıkça azalır. Yalnız kimse ise böyle bir imkândan mahrum kalır.
İnsan toplulukları eskiden daha çok küçük yerleşim birimlerinde yaşamaktaydı. Buralarda insanlar birbirlerini tanıyor, birbirlerinin mutlu ve dertli günlerinde birlikte oluyordu. Birkaç yüzyıldan bu yana ise şehirleşme hayli ilerledi. Şehir ortamında insanlar kalabalıklar içinde yalnızlığa muhatap oldu. Aynı apartmanda oturan insanlar yan komşusunu bile tanınmaz hale geldi. Bu arada teknoloji televizyon ve akıllı cep telefonları gibi hayret verici imkanlar sundu. Ama bu imkanlar onu daha da yalnızlığa itti, pek çok insan âdeta kendi köşesine çekildi. Duruma bir çare olmak üzere Japonya ve İngiltere gibi bazı ülkelerde Yalnızlık Bakanlığı kuruldu, devlet eliyle probleme çözüm aranmaya başladı.
Gerçi her yalnızlık problem değildir ve problem olarak görülmemelidir, ama bir vakıa olarak problem yalnızlıklar da vardır. Bu makalede yalnızlık konusu artılarıyla ve eksileriyle ele alınacak, yalnızlığın problem kısmına çözüm önerileri sunulacaktır.
YALNIZLIK ÇEŞİTLERİ
Bitki, hayvan, balık gibi varlıkların pek çok çeşitleri de olur. Benzeri bir şekilde yalnızlık da çeşit çeşittir. Bunları ana hatlarıyla şöyle gösterebiliriz:
Genetik yalnızlık
İnsanların genetik yapıları farklı farklıdır. Bunun görüntülerinden biri de kişinin “içe dönük” veya “dışa dönük” olmasıdır. İlk bakışta dışa dönük olmak artı bir meziyet, içe dönük olmak ise eksi bir meziyet zannedilebilir. Ama bunları “Şu iyidir, bu kötüdür” şeklinde tasnif etmek yerine ayrı ayrı kabiliyetler olarak görmek gerekir. Herkesin her daim dışa dönük olması hem mümkün değildir hem böyle bir şeye ihtiyaç da yoktur.
İçe dönük olmaya eskilerin tabiriyle “merdüm-giriz” denilir. Böyle kimseler insanlar arasına karışmaktan çekinir, toplumdan uzak kalmaya çalışır. Gayet kaliteli alimler, yazarlar, mütefekkirler, sanatkârlar… böylelerinden çıkar.
İhtiyarî yalnızlık
İhtiyarî yalnızlık, kişinin kendi isteğiyle yalnızlığı seçmesidir. Böyle bir yalnızlık zorunluluk değil bir tercihtir. Halvet, uzlet, inziva ve çile gibi kelimeler tercihe bağlı yalnızlığı ifade eder.
Halvet, kelime anlamıyla yalnız kalmayı anlatır. Tasavvufta, günahlardan korunmak ve daha yoğun ibadet etmek için insanlardan uzak ıssız yerlerde kalmak anlamında kullanılır. Bu kelimede “Kişinin iç dünyasındaki geçmişten gelen zulümatlı hissiyatı ve efkârı boşaltmak” mesajı da vardır. Halvette bulunulan yere halvet-hâne denir.
Uzlet kelimesi de halvete yakın bir mana taşır. Uzlet, belirli bir ruhsal olgunluğa ulaşmak amacıyla dünya hayatından ve sosyal çevreden uzaklaşarak arzuları sınırlamaya çalışmak, münzevi bir hayat yaşamaktır. Bu, duruma göre kısa süreli veya uzun süreli olabilir.
İnziva, kendini toplumdan tecrid ile bir köşeye çekilmektir. Zaviye kelimesi de aynı kökten gelir. İnzivaya çekilene münzevi denir.
Çile ise “kırk” anlamında Farsça bir kelime olup, Hz. Musa’nın Tur Dağında Tevrat’ı almak için kırk gün (erbaîn) halvette kalmasından alınmıştır.[2] Böyle bir “çile”nin sonunda Hz. Musa’ya kendisinde hidayet ve nur bulunan Tevrat verilmiştir.
Mevlevilerde çile dönemi bin bir gündür. Bunu başarıyla tamamlayana “dede” ünvanı verilir.
Tasavvuf yolu bir çile yoludur. Kaba demir kızgın ateşe sokulmadan şekillendirilemez. Onun gibi, nefsi çilesiz bir şekilde arıtmak ve şekillendirmek mümkün değildir. Saadet sarayına meşakkat yolundan varılır.
Tefekkürde, tezekkürde yoğunlaşmak için yalnızlığa ihtiyaç vardır. Bir sporcu için kampa girmek ne ise, bir hakikat yolcusu için çile odur. Tekâmül etmek isteyen hemen herkesin senede hiç olmazsa bir ay münzevi kalması ve bunu tefekkür, tezekkür, nefis muhasebesi, ilim gibi ulvi meşguliyetlerle değerlendirmesi gayet yerinde olur.
Mecburî yalnızlık
Bu, Daniel Defoe'nun roman kahramanı olan Robinson Crusoe’nun yıllarca bir adada tek başına yaşaması türünden olan yalnızlık türüdür. Dağdaki çoban, küçük bir köydeki öğretmen, görev icabı sahrada bulunan asker… en azından belli vakitlerde bu tür yalnızlık yaşar. Bu şartlarda bulunanlar bu yalnızlık döneminde kendi iç dünyalarına yönelme fırsatı bulurlar.
Mahkûmiyet yalnızlığı
Bu, hapse mahkûm kimsenin yalnızlığı türündendir. Hücre hapsine mahkumsa zaten tek başınadır. Koğuş hapsindeyse nisbeten etrafında insan bulunur. Ama böyle biri de dışardaki birinin muhatap olabileceği geniş ve zengin bir çevreye asla muhatap olamayacaktır.
Mahkûmiyet yalnızlığı, çevrenin bazı kişileri “sosyal izolasyona” maruz bırakması şeklinde de olabilir. Hz. Peygamber devrinde Mekke müşriklerinin Müslümanlara uyguladıkları boykot, bunun tipik bir misalidir. Günümüzde de “karşı mahalle” refleksiyle bu tür yalnız bırakmalar hayli olabilmektedir.
Zirvedeki yalnızlık
Bu, üst düzey insanların yaşadığı bir muhatapsızlık yani muhatap bulamama halidir. Entelektüel biri avam insanlar topluluğu içinde olduğunda bu tür bir yalnızlığı hisseder. Mevlâna böyle bir yalnızlığı eşekler arasında ceylan metaforuyla şöyle anlatır:
“Avcının biri bir ceylanı yakalar. Onu, ahırda merkeplerin içine bırakır. Merkepler, zevk ve iştahla karpuz kabuklarını ve benzeri gıdalarını yerken ceylan onlara hiç yanaşmaz. Merkepler ceylanla alay etmeye başlar. Ceylan der: Ben çayırlığın arkadaşıyım. Duru sularla, bağlar ve bahçelerle avunur, eğlenirdim... Sümbülü, laleyi, reyhanı bile binlerce nazla ve istemeyerek yerdim... Fakat koku almayan bunları nereden duyacak? Pisliğe tapan merkebe o koku haramdır. Merkep, yoldan giderken diğer bir merkebin bevlini koklar ve ondan hoşlanır. Bu çeşit mahlûklara nasıl misk arz edebilirim?”[3]
İnkârcı kavmin arasındaki peygamber, cahiller içindeki âlim, günahkâr bir toplum içindeki takva sahibi mü’min temsildeki ceylan gibidir.
Kalabalıklar içinde yalnızlık
Bu, aslında kalabalık ortamda bulunan birinin kafa dengi birini bulamaması, kendi halinde kalması durumudur. Günümüz insanının yalnızlığı daha çok bu türdendir. Bir milyon kişinin katıldığı kalabalık bir mitingde âşina bir çehre göremeyen biri böyle bir yalnızlık hali yaşar. Yirmi bin öğrencinin bulunduğu kampüste kafa dengine uygun arkadaş bulamayan bir öğrenci kendini yalnız hisseder.
Gurbet yalnızlığı
İnsan doğup büyüdüğü ve dostlar edindiği bir ortamdan bir vesileyle başka bir ortama geçtiğinde en azından ilk günlerde hayli yalnız kalır. Bazan bu yalnızlığı âdeta iliklerine kadar hisseder. Mehmet Akif’in şu feryadı böyle bir halin şiirleşmiş şekli gibidir:
İlahi, kimsesizlikten bunaldım, âşina yok mu?
Vatansız, hân ü mansız bir garibim, mülteca yok mu?
Bütün yokluk mu her yer?
Bari bir "Yok!" der sada yok mu?[4]
Gurbet yalnızlığın mekânı olmakla beraber yalnızlık gurbete mahsus değildir. Pek çok insan gönlünün ta derinlerinde “Ben gurbette değilim gurbet benim içimde” demektedir.[5]
Tasavvufi anlamda şu dünya herkese tam bir gurbet diyarıdır. İnsanın anavatanı cennettir ve her daim oraya müştaktır.
Gurbet yalnızlığı daimî değildir. Zamanla yeni dostlar bulmak suretiyle sona erer. İnsan dünyanın öte ucuna da gitse o uzak diyarda da dostlar bulabilir.
İhtiyarlık yalnızlığı
Bu, en zor yalnızlıklardan biridir. Sözgelimi seksen yaşına gelen bir ihtiyar o yaşa gelinceye kadar nice akraba ve dostlarını kaybetmiştir. Artık onlar o kişinin gönül dünyasında acı tatlı hatıralarıyla bulunmaktadır. Bir de bakıma muhtaç hale gelmek gibi durumlar bu yalnızlığı çok daha şiddetli yapmaktadır. Böyle bir insan o yaşlı halinde Rabbine çok daha ileri boyutta yönelebilir, vaktini zikir, tefekkür, dua gibi en kıymetli ibadetlerle geçirebilir.
AİLE ORTAMI VE YALNIZLIK
İnsanın yalnızlığını ortadan kaldıran en güzel ortam aile hayatıdır. İnsan normal şartlar altında böyle bir ortamda doğar ve büyür, hayata hazırlanır. 1988 - 1992 yılları arasında görev yaptığım lisede öğretmen arkadaşlarımızdan biride daima pozitif enerji görüyordum. Kendisine bunun sırrını sorduğumda şöyle cevap verdi: Elhamdülillah çok mutlu bir aile hayatım var. Derslerim biter bitmez evime dönüyor, eşimle çocuklarımla mutlu vakitler geçiriyorum.
Ancak günümüzde pek çok müessesemiz yara aldığı gibi, aile de ciddi yara almıştır. “Kalabalıklar içinde yalnızlık” dışarda yaşandığı gibi ailede de yaşanabilmektedir. Özellikle sosyal medya aile fertlerini “beraber iken bile yalnız” denilebilecek duruma getirmiştir. Çünkü aynı salonda oturan aile fertleri, her biri kendi telefonuyla meşgul olduğunda aslında yalnız gibidirler. Böyle bir durum asla “nitelikli beraberlik” değildir. Karşılıklı oturup sohbet edilemeyen bir beraberlik o derece kayda değer olamaz. Böyle nitelikli bir beraberlikte “Her ev bir okul” esasıyla hareket etmek son derece yararlı olacaktır. Şöyle ki:
İyi değerlendirilirse her ev bir okul hatta daha ilerisi olabilir. Mesela her ailede uygun bir zaman diliminde “okuma saati” yapılabilir. Her aile, evliliklerinin ilk günlerinden itibaren bu programa başlar ve ilerde çocuklarıyla beraber devam ederler. Bunu uygularken aşağıdaki inceliklere riayet etmek gerekir:
-Okuma saatinde, radyo ve televizyon gibi meşgul edici âletler kapalı olmalıdır.
-Okunacak kitabın edebi değeri olmalı, faydalı bilgiler içermelidir.
-Çocuklar okuma öğrendiklerinde onlar da okumaya katılmalıdır. Bu, onların hem okumalarını düzgünleştirir hem telaffuzlarını güzelleştirir.
-Okuma esnasında zaman zaman açıklamalar yapılmalı, yazarın görüşleri değerlendirilmelidir.
-Okuma saatinin sonunda katılanlara küçük de olsa bir ikramda bulunmak programa ayrı bir cazibe ve güzellik katar.
-Çocuklara bazan “Şu kitabı oku, bir hafta sonra bize okuma saatinde yirmi dakikada anlat” denilebilir. Böyle bir görev, çocuğu hem dikkatli okumaya sevk eder hem de anlatma yeteneğini geliştirir. Evde anlattığını dışarıda arkadaşlarına da anlatacağından sosyal yönü kuvvetlenir, arkadaşları içinde saygın biri olur.
Bunlar gibi aktivitelerle aile ortamı çok daha cazip hale gelir, o ortamdakiler kendilerini yalnız hissetmezler, sanal zevklerle yalnızlıklarını gidermeye çalışmazlar.
[1] https://tsm.fisek.com.tr/tsm.php?makam=nihavend&n=18. Şarkının sözleri Hikmet Münir Ebcioğlu’na aittir.
[2] Bakara, 2/51.
[3] Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, Tercüme ve Şerh: Tâhiru’l- Mevlevî, Ahmed Saîd Matbaası, İst. 1971, XIII, 620-621.
[4] Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Hece Yay. s. 201.
[5] https://www.siirparki.com/kemalettin4.html. İlgili şarkının sözleri Kemalettin Kamu’ya aittir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.