Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Vehbi Vakkasoğlu’nun derin pişmanlığı!

Dünya hayatının mihveri imtihandır; aklın temyizi ile başlayıp son nefesle bitecek büyük bir imtihan. İstisnası olmayan bu sarsılmaz hakikatten gaflete düşmekten Allah’a sığınırız; beşeriyet muktezası zayıflık ve hatalarımızdan koruyacak olan sadece O’dur.

Bu kısa mukaddimenin sebebi, nakledeceğim elim, şaşırtıcı ve hayret verici bir vâka!

Dün akşam, hususî bir sohbet için üç beş dost bir araya gelmiştik. Sözün sözü kovaladığı, tedailerin birbirini tâkib ettiği çay sohbetinde bu devrin uç verip büyüme istidadı gösteren dehşetli bir tehlikesine şu minval ile dikkat çekme ihtiyacı duydum:

“Bu devrin asıl büyük tehlikesi dindarlaştırılan Atatürk çerçevesinde dindarların hızla Kemalistleşmeleridir! Hızla artmakta olan Atatürkçü Müslümanlar bu devrin mahsulleridir. Bu, Ak Parti’nin doğrudan vebali olmasa bile hissesi küçük değil!”

Yüksek perdeden ifâde ettiğim bu can yakıcı hakikate ehibbanın birinden devrin siyasilerine müsamaha noktasından itiraz gelince de,

“Cennet ve Cehennem’e aynı kapıdan girilmez, bu dehşetli cürme hiçbir maslahat veya sebeble müsamaha gösterilemez!” deyip bir vesile ile masadan kalktım.

Sanki az sonra olacakları hissetmişim gibi söylediğim bu sözleri teyid edercesine, bu satırların sebeb-i vücudu olan vaka cereyan etti. Ders esnasında telefonuma düşün mesaja göz atınca tepemden kaynar sular boşandı. Bir dost, bana kırk yıllık bir başka dostumun, ağabeyimin mesajını yönlendirmişti. Mesaj, İslâm ve İslâmî hayat dâvâsına ömrü boyunca omuz vermiş bir dâvâ adamından geliyordu. Önce twitterde neşredilen mesaja bakalım:

“Cumhuriyetimizin kuruluşunun yıl dönümünü, cumhurun gerçekten olması dileklerimle kutlar, bu vatanı elimizde kılan Rabbimize şükrederek, emeği geçen ecdadımızı ve ilk Reis-i Cumhurumuzu rahmet dualarımla anarım.”

İfadenin sahibi, Vehbi Vakkasoğlu; Risale-i Nur camiasının en çok bilinen, en çok sevilen isimlerinden, ömrünü K. Atatürk’ün bir devlet adamı olarak yaptığı icraatları tenkid ederek taçlandırmış bir isim. Ve bu isim, kendisinden sudur etmesi mümkün olmayan, bütün geçmişi, bütün yazdıkları ve söyledikleriyle yüz seksen derecelik tezâd teşkil eden kısacık bir ifade ile sonsuz bir uçurumdan düşüyordu.

Bu mesajın sebebi olabilecek ihtimaller zihnime üşüştüğünden dersten de, sohbetten de koptum. Zangır zangır titrediğimi kimse farketmedi. Zihnî ihtimallerim şöyle sıralanıyordu:

Vehbi Vakkasoğlu; ya aklî melekelerini kaybetmişti, ya tahayyülü imkânsız dehşetli bir tehdid ile karşı karşıya kalmıştı, ya da dünya hayat ve malına tamah etmiş, burçtan düşmüştü. Hangisi olursa olsun, bu iğfalâtın neticesini kaldırmaz ama bir nebze müsamaha ile baktırabilirdi.

Hakikatin ne olduğunu öğrendikten sonra şiddetli bir yazı yazmaya karar verdim. Hayır, karar değil; fıtrî bir mecburiyet; inancım da, tabiatımda sessiz kalmaya veya geçiştirmeye müsaid değil.

Dersin sonunda mesajı oradakilere de okuduktan sonra devrin siyâsilerine müsamaha ile bakmak gerektiğini tavsiye eden dostuma ağzıma geleni söyleyip hıncımı ondan çıkardım. O da sessiz kalma âlicenablığı gösterdi, ne kadar hiddetlendiğimin farkında idi.

Gerisini özetleyeyim:

Uykusuz bir gecenin ardından bugün Vehbi Beyi aradım. Uzun zamandır karşılaşmıyorduk. Üç beş kelimeden sonra mevzua geldim, o da niçin aradığımı şübhesiz biliyordu.

Lâfı eveleyip gevelemedi. Samimiyetle, hiçbir mazeretin yaptığını haklı kılmayacağını ifadeden sonra, boş bulunduğunu, olmaması gereken bir gaflete düştüğünü ifâde ile akşamdan beri yaşadıklarını, gelen itiraz ve tenkidleri hulasa etti. Derin bir pişmanlık ve üzüntü içinde idi. Daha çok da kendisine asla yakıştıramadığı bu hataya nasıl düştüğünü anlayamamanın şaşkınlığını yaşıyordu. Bir dostunun tavsiyesi ile bahis mevzuu mesajı twitterden kaldırmıştı ama kâfi gelmediğinin farkında idi. Acı olan, ne yapması gerektiğine, beklenmedik bu hayat kazasından nasıl kurtulabileceğine dair bir fikrinin olmaması idi.

Bana anlattıklarını aynı samimiyetle yazılı ifade edip özür dilemesini, haddimi aşarak dostane tavsiye ettim. Ancak emin olamadı, sanırım daha fazla dal budak salması endişesi taşıyordu.

Bu satırları yazmamın iki temel sebebi var: Birincisi, K. Atatürk’ün dindarlaştırılma gayretlerini reddetmek. Bütün inkılâbları din tahribkârlığı kasdı taşıyan, neticeleri de öyle olan bu devlet ricâlinin hiçbir dine inanmadığı kendi ifadeleri ile sabittir. Kısacası: K. Atatürk dindar değildir…

Diğeri, Risâle-i Nur talebelerini bir arkadaşlarının hatası veya ricadı sebebi ile mahkûm ettirmemek.

Belki bir üçüncüsü de, Vehbi Vakkasoğlu’nun bildikleri eski Vakkasoğlu olduğunu ifâde etmek. Boş bulunmuş, gaflete düşmüş ve kaderden dehşetli bir tokat yemişti. Pişman ve üzgündü… Günahkâr bile olsa, her günah insan içindir, tevbe etmek kaydı ile affa kabiliyeti vardır.

Kendisinin de bu sarsıntılı demleri aştıktan sonra daha mufassal ve samimi bir özür beyanında bulunacağını ümid ve temenni ediyorum.

Cenab-ı Hak, cümlemize hüsn-ü hatime versin; maddî ve mânevî her musibetten muhafaza eylesin. Amin…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
22 Yorum