Senai DEMİRCİ

Senai DEMİRCİ

Üstad devrimci değil mi?

Soru soran insan, kendini sarsar. Kendini hesaba çeker. Kendi rahatlığını bozar. Akıp giden düzenin pürüzlerini fark eder. Alıştığı zeminin çatlaklarına korkmadan bakabilir. Bütünlüğünü yıkabilmeyi göze alır. Alışkanlığının gömleğini yırtar. Benlik kabuğunu çatlatmaya hazırlanır. Varlığının çeperlerini zorlamaya niyetlidir.

Sorusu olan insan, akıl tarlasının altını üstüne getiriyor demektir. Derinlerinde küllenmiş közleri, yeniden üfleyerek yana yana avuçluyor demektir. Sorusu olan insan, kendi benlik dağının yokuşlarını adımlıyor demektir. Sorabilen insan, boynunu bereket vaat eden bir rüzgâra eğiyor demektir.

Kendini kanatıyor demektir soru soran… Kendini mahkûm edecek cevaba teslim olmaya hazırdır. Haddinin bildirilmesine razıdır. Uyanan yanardağ gibi, kendi ateşinde kavrulacaktır.

Başkalarının rahatına aldırış etmez soru soran; rahatsızdır. Kıpır kıpırdır içi. Depremlerle sarsılmaktadır aklı. Başkalarının unuttuğunu hatırlamıştır çünkü. Başkalarının uykuya yatırdığı onu uyandırmıştır. Gözlerinin içine içine çılgın ışıklar tutulmaktadır. Başkalarının uyuşturduğu sancıların bedelini öder. Kendine ağırdır; kendine ağrıdır. Başını sudan kaldırır da, öyle bakar uzak kıyılara. Gözlerini ufkun üzerine çıkarır. Tenhadadır Meryem gibi. Ağrısını yalnız başına çeker. İsâ hakikatine anne olmanın bedeli budur; bilir. Susar… Susar…

Susamışlığını kimselere göstermeden susar. Suskunluktan uçuklayan dudaklarını, ürpertiyle kesilen sesini bir kevser gibi içirir muhatabına…

Üstad Bediüzzaman en çok da soru adamıdır. Sorar. Alışılmışı kabul etmez. Alışkanlığın akışına razı olmaz. Kalıplara sığınmaz, şablonlarla yetinmez. Solup giden güllerin ardı sıra eseflenir de sorar. Kavak yapraklarının hazin salınışları kalbinde yara açar. Rüzgârın soğuk dokunuşu ruhunda zemheri fırtınalar doğurur. An’ın içindeki gelecek kaygısını, geçmiş üzüntüsünü aklına vurdukça, aklı kanar, kalbi yanar. Ağır gelir kendine. Taşıyamaz duygularını.

Varoluşun bağrında derin bıçak yarası gibi yürür Said. Mesela, Haşir Risalesi’nde varlığın çelişkilerini apaçık sorgular. Zalimin zulmüyle gitmesine, mazlumun mazlumiyetiyle dünyaya veda etmesine razı değildir gönlü. Bunca özenilmiş eserlerin, bunca biricik kılınmış simaların, toprakta çürüyüp erimesiyle sancılanır; “Olamaz!” “Olmamalı!” isyanından mahkeme-i kübra’ya, saadet-i uzmaya kapı aralar.

Hastalar Risalesi, hesaplarını sorular üzerinden kurar; belli ki varlık kabuğunu kırmak ister insan. İnsanın kendine sancı olması, kabul edilebilir bir hal değildir; öyleyse bu kabuk yırtılmalıdır, ‘sonra’nın yani ‘ahiret’in denklemi kurulmalıdır. Belli ki, burası buraya sığmaz; bu hayat bu hayattan ibaret olamaz.

İhtiyarlar Risalesi, ‘asr’ suresinin yemininde saklı hüsranı okutur bize ince ince. Vaktin geçişiyle daralan kalbi, ömrün tükenişiyle ağlayan ruhu, dostların terk edişiyle yanan aklı hiç sansürsüz ortaya koyar. Daralan kalbe, ağlayan ruha, sızlanan akla, muhatabıyla beraber teselli sunar.

“Böyle gelmiş böyle gider!”lere isyandır İkinci Şua... Ölümünü bilen bir şuurla yaşamanın, sonsuzluğa âşık bir kalple sevmenin ince ağrılarını keşfeder. Varlığın tenini soyar adeta İkinci Şua’da. Ve onararak yeni baştan giydirir. Varlık sevincinin ve yokluk ürpertisinin tüm vadilerini dolaştırır; çeliğe su verir gibi aşılar insanı. Kaybettiğini yeniden buldurur. Kaybettiğini bile bilmediği kaybını, imanın avuçlarında taze bir armağan olarak insanın eline verir. Yeni baştan sevinmeyi öğretir insana.

Şerhi için çalıştığımız Dokuzuncu Söz’de hele, günün başköşesinde, ömrün dönem başlarında, kâinatın büyük devrimlerinde, insanı bıçak sırtına koyar, kanatır da kanatır. Daha doğrusu, kanadığını unutan insana, ağrısını uyutan insana, var olmanın dayanılmaz ağırlığını yükler. Böylece ‘beş vakit secde’yi insan fıtratına f/arz eder; kitaplarda eskiyen fıkhı insan fıtratının kitabına irca eder. Tefakkuhu susturan, muhakeme etmeyi donduran, taklidi ön plana çıkaran fıkıh kitaplarından yüz çevirir, insanı, kendi acıları üzerine düşündürerek, ‘kendi kitabını oku’maya çağırır, tahkikle yeniler secdesini.

Bana göre, en radikal sorularından biri de Yirmibirinci Söz’dedir… “Namaz kılmak iyidir ama her gün beşer defa kılmak, bitmediğinden usanç veriyor…” Bir ‘din âlimi’ sızlanışı değildir bu… Varoluşun rüzgârında yırtık gömleğiyle tiril tiril üşüyen saf insan sızlanışıdır. Şaşabilen, düşebilen, yanılabilen, bıkabilen, usanabilen, unutabilen, isyan edebilen, hâsılı nice Züleyha’nın elinin yetişebildiği yırtılabilir bir gömleği giyinen ‘insan’ın sitemidir. İlâ âhir…

Said Nursi, sorular adamıdır; soruların sancısını yoldaşı insana şefkatle aktarandır. İnsanı düştüğü yerden kaldırandır. “Bil ey nefsim…” hitabıyla nefsi olan herkesin, nefsini seven her şaşkının başını okşayandır. Bu yüzden olsa gerek, hep yeniden başlar her bahsi… Hep sıfırdan başlatır inşasını…  Topraktan bina eder nasihatini..

Bu defalık bir de Yirmidördüncü Mektub’un girişine bakalım… Bakalım da, biraz olsun empati kuralım Üstad’la… Ve bir soru da biz soralım: Ortalıkta hiç soran yokken, herkes halinden memnunken, kimselerin aklına böyle bir çelişki düşmemişken insan böyle bir soru sorar mı? Böyle bir soru sorsa bile, kendi kendine sorar mı?

“Eâzım-ı Esmâ-i İlâhiyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedûd'un iktiza ettikleri şefkatperverâne terbiye ve maslahatkârâne tedbir ve muhabbettârâne taltif, nasıl ve ne suretle, müthiş ve muvahhiş olan mevt ve ademle, zevâl ve firakla, musibet ve meşakkatle tevfik edilebilir?”

Hadi kendi kendine sordu diyelim ve neredeyse cevabını verecek iken, kendini bir de ikinci ve üçüncü soruyla sıkıştırır mı?

“Haydi, insan saadet-i ebediyeye gittiği için, mevt yolunda geçtiğini hoş görelim. Fakat bu nazik ve nazenin ve zîhayat olan eşcar ve nebâtat envâları ve çiçekleri ve vücuda lâyık ve hayata âşık ve bekàya müştak olan hayvânat taifelerini, mütemadiyen hiçbirini bırakmayarak ifnâlarında ve gayet sür'atle onlara göz açtırmayarak idamlarında ve onlara nefes aldırmayarak meşakkatle çalıştırmalarında ve hiçbirini rahatta bırakmayarak musibetlerle tağyirlerinde ve hiçbirini müstesna etmeyerek öldürmelerinde ve hiçbiri durmayarak zevâllerinde ve hiçbiri memnun olmayarak firaklarında hangi şefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat bulunur, hangi lütuf ve merhamet yerleşebilir?”

Derdin nedir ey Üstad? Niye rahat durmazsın ki? Niye yeni baştan avuçlarını kanatırsın ki? Tüm düze çıkmışken yol, kendi önüne niye daha dik yokuşları dikersin ki?

Ayıplamayın beni… Utanç içindeyim. Yirmidördüncü Mektub’un başındaki soruyu başkasına sormak bile aklına gelmemiş biri olarak, soruyu kendi kendine soran, sorunca da daha zor soruyla yeniden kendini sıkıştıran, olmadı daha da zorunu bulup da ısrarla kendini sarsan bir insanın derdini anlamaya çalışıyorum.

“Gülün açılışı bir devrimdir” demeyi öğretene devrimci dersek ayıp mı ederiz?

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
18 Yorum