Serdar BİLGİN

Serdar BİLGİN

Tevhidin Sosyal Mimarisi (1)

FARKLILIK, VAHDET VE TOPLUMSAL DOKUNUN KUR’ÂNÎ İNŞASI

Geçenlerde Almanya’ya kitap fuarı için gittim. Almanya son yıllarda çok farklı ülkelerden çok büyük göç dalgaları almıştı. O nedenle sarı kafalı olmadığınızda göçmen olma ihtimaliniz vardı ve sizi kara fafalı (dunkelhaarige) olarak fişliyorlardı. Münih Franz Josef Strauss Havalimanında Alman pasaport polisleri tarafından ifade edilen dunkelhaarige (kara kafalı) kelimesi, aslında saç ve ten rengi anlamında kullanılmıyordu. Bu kelime sosyolojik bir ayrımın işareti olarak kullanıyordu. Alman pasaport polisleri “dunkelhaarige” diyerek aslında şunu söylüyorlardı.

“Bizden olmayan, bizim gibi görünmeyen, bizim kültürümüzden gelmeyen.”

Bu kelime yalnızca bir fiziksel betimleme değil, yabancılık, göçmenlik ve statü farklılığı anlamlarına da bürünmüştü. Günümüz dünyasında sıkça karşılaştığım kırılmaları, kimlik tartışmalarını ve görünmez duvarlarımızı Münih Franz Josef Strauss Havalimanında oturdum ve masum masum düşündüm. Önce kendime sonra ülkeme sonra da Almanya’ya

Duvarlarımızı ne zaman yıkacağız?

Wann werden wir unsere Mauern einreißen?

şeklinde bir soru yönelttim. Aynı şehirde aynı ülkede aynı kıtada yaşayıp birbirine yabancılaşan insanları, farklılıklar üzerinden üretilen korkuları ve “öteki” olmanın yükünü düşündüm. Ruhum daraldı, nefes alamaz oldum. İşte tam da bu noktada Kur’ân’ın tevhid merkezli bakışı geldi aklıma. Kur’ân; bize yalnızca inanç değil; birlikte yaşamanın ahlâkını, toplumsal huzurun mimarisini ve insanı insan yapan ortak zeminini atmıştı aslında. İşimiz ne kadar kolaydı. Biz Müslümanlara düşen görev bu zemin üzerinde farklılık, vahdet ve toplumsal dokunun Kur’ânî inşasını yapmaktı. Farklılıkları ayrıştıran değil anlamlandıran, çoğulluğu parçalayan değil birleştiren bir ilâhî inşa bizi bekliyordu. Tevhidin yalnızca metafizik bir ilke olmadığını, toplumsal dokuyu inşa eden canlı bir bilinç olduğunu artık idrak etmemiz gerekiyordu.

Şöyle bir bakıyorum da insanlık tarihi boyunca toplumlar, farklılıkları çoğu zaman ayrışma, üstünlük yarışı veya çatışmanın gerekçesi hâline getirmişti. Bugün modern dünyanın temel problemi de “farklılık” kavramı doğru okuyamamasıdır. Ama Avrupa Birliği bunu başardı dediğinizi duyar gibiyim. Avrupa Birliği; insan hakları, hukukun üstünlüğü, kültürel çoğulculuk ve serbest dolaşım ilkeleriyle farklılıkların barış içinde bir arada yaşayabileceği siyasal zemin kurmayı başarmıştı. Ulus-devlet sınırlarını aşan bu yapı, tarih boyunca savaşlarla bölünmüş bir kıtayı ortak değerler etrafında buluşturma iddiasını somutlaştırmıştı. Farklı dil, kültür ve inançların aynı siyasal çatı altında temsil edilmesi, teorik olarak “tanışma” ve karşılıklı öğrenme imkânı sunmuştu.

Buraya kadar Eyvallah!!!

Ancak Avrupa Birliği, özellikle göç, kimlik ve aidiyet meselelerinde bu çoğulcu ideali pratiğe taşımakta zorlanmaktadır. Ekonomik krizler, güvenlik kaygıları ve popülist siyaset, farklılığı yeniden bir “sorun” ve “yük” olarak kodlamaya başlamıştır. Entegrasyon politikalarının çoğu zaman kültürel eşitlik yerine tek yönlü uyuma indirgenmesi, dışlayıcı refleksleri güçlendirmekte; “Avrupalı kimliği” giderek daraltılmış bir kültürel kalıba dönüşmektedir.

Şu gerçeği cesurca haykırmak istiyorum. Avrupa Birliği, farklılığı hukuki metinlerde bir değer, toplumsal hayatta ise çoğu zaman yönetilmesi gereken bir risk olarak ele alan ikili bir tutum sergilemektedir. İngiltere bu hakikati gören ilk Avrupa ülkesi oldu. O nedenle modern dünyanın “farklılıkla birlikte yaşama” sınavının hâlâ tamamlanmadığını açıkça, cesurca, altını çizerek haykırmak istiyorum.

Şimdi kendime de cesurca bir gerçeği haykırmak istiyorum.

“Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.”

diyen ünlü şairimizin işaret ettiği hakikat, bugün Avrupa Birliği’nin “farklılıklara saygı” söylemiyle savunduğu birçok ilkenin aslında bu toprakların kadim irfanında zaten var olduğunu kafamıza vura vura hatırlatır. Vahdet içinde kesreti gören bu medeniyet tasavvuru, farklılığı tehdit değil ilâhî bir ahenk olarak okur; denizin içindeki balığa deryayı tanıtır. Avrupa, bugün teorik metinlerle öğrenmeye çalıştığı birlikte yaşama ahlâkını, biz yüzyıllar boyunca irfanla, vicdanla ve tecrübeyle yaşamadık mı?

Yaşamadık mı?

Asıl mesele, bu derin kaynağın farkında olmak ve onu yeniden hatırlayabilmekti. Kur’ân’ın sunduğu büyük medeniyet perspektifine göre farklılık bir problem değil, ilâhî bir sanat; çatışmanın değil tanışmanın vesilesi, ayrışmanın değil bütünleşmenin hikmetli bir yoludur. Kur’ân, insanlık ailesini tevhit ekseninde yeniden okur. Varlığın parçalı görünen yapısını ilâhî bir bütünlük içinde ele alır; insanın sosyal ilişkilerini vahdet bilinciyle terbiye eder. Sosyal mimarinin temeline Allah’ın birliğini, varlığın birliğini ve insanlığın kardeşliğini yerleştirir.

Öyle değil mi? Yanlışım varsa yanlış deyin!!!

Müslüman zihnin nazarında hiçbir kimlik, hiçbir kültür, hiçbir insanî özellik değerden bağımsız değildir. Her varlık, ilâhî sanatın bir parçasıdır; her toplum, Allah’ın isimlerinin bir tecellisidir. Tevhit yalnızca teolojik bir cümle değildir; sosyal düzenin ruhu, adaletin temeli ve barış toplumunun kurucu ilkesidir.

“La ilahe illallah” demek, yalnızca Allah’ın birliğini kabul etmek değil, aynı zamanda:

  • güç merkezli toplum yerine adalet merkezli bir toplum kurmayı,
  • kimlik üstünlüklerini reddetmeyi,
  • insanların birbirine eşit değer taşıdığını kabul etmeyi,
  • bireyin zulümden, korkudan ve istismardan emin olduğu bir düzen inşa etmeyi ifade eder.

Kur’ân’ın tasavvur ettiği toplumda “üst-alt”, “biz-onlar”, “sen-ben”, “ırk-sınıf” gibi ayrımların sebepleri ortadan kalkar. Farklılıklarımız değer hiyerarşisi kurmak için değil, hakikati anlamak ve birbirimizden bir şeyler öğrenmek için vardır. O nedenle tevhit, insanı insana bağlayan en yüksek bağdır.

Şimdi birlikte Kur’ân’ın insanlara yönelik çağrısını tekrar hatırlayalım.

“Sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki tanışasınız.”
(Hucurât, 49:13)

Bu ayet; antropoloji, sosyoloji, siyaset biliminin yüzyıllardır tartıştığı ve bugün de Modern Dünyanın halen tartışmaya devam ettiği konulara tek cümlede cevap verir:

  • Farklılık çatışmanın değil iletişimin temelidir.
  • Toplumsal çoğulluk ayrışma değil buluşma zeminidir.
  • Kimlik farklılıkları tehlike değil tanışma ve dayanışma fırsatıdır.

Kur’an’ın önerdiği sosyal modelde:

  • toplumlar birbirini ötekileştirmez,
  • kimlikler tehdit değil ayet olarak görülür,
  • farklılıklar rekabete değil hayırda yarışmaya yönlendirilir.

Kur’ân’ın bana, ülkeme, Almanya’ya, Avrupa’ya ve tüm insanlığa sunduğu teklif: Tearüftür. Yani tanışma, yakınlaşma, birbirini anlama ve ortak iyilikte buluşmadır. Bugün İslam dünyasının ve Modern Dünyanın yaşadığı sorunların en temelinde işte bu tearüf ufkuna yükselememek vardır.

Tekrar yazıyorum.

Toplumsal sorunlarımızın en temelinde Kur’an’ın teklifi tearüf ufkuna yükselememek vardır.

Milletler ve insanlar birbirini tanıyamamakta, solculuk, sağcılık, cemaatçilik, tarikatçılık, mezhepçilik… Daha da sayabilirim. Toplumlar kendilerini parçalayan kimlik çatışmalarının ağırlığı altında maalesef ezilmektedir.

…Ve ben bugün Münih Franz Josef Strauss Havalimanında esmer olduğum için ezilmiştim. Ötekileştirilmiştim.

….Ve ben dün ülkemde de farklı olduğum için sessizleşmiştim.

Üzüldüm.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.