Sultan Abdülhamid, Akif ve Fikret

Servet-i Fünun dönemi yazarlarının birçoğu, Sultan Abdülhamid düşmanıdır. Bunun nedeni ise Namık Kemal‘den beri batı demokrasisini ve hürriyet anlayışını Avrupa’ya kaçanlar ve sürgünler bir hayal mevsimi gibi görüp onu ülkemize transfer etmek istemeleridir.

Tevfik Fikret “Bir Lahza-i Teahhür“ diye “anlamı bir anlık” gecikme adıyla bir şiir yayınlamıştır.

Abdülhamid’e karşı padişahlığı süresince de, padişahlıktan indirildiğinden sonra da büyük bir antipati, hatta kin duyan Tevfik Fikret’in, bu padişah üzerine özellikle yazdığı, iki manzumesi çok ünlüdür. Bunlardan biri “Bir Lâhza-i Teahhur”dur. Burada, 1905 yılında ona karşı düzenlenen bir suikastın başarısızlıkla sonuçlanmış olmasından yakınır. Fikret’in Abdülhamid için yazdığı şiirlerin İkincisi “Revzen-i Mahlû” adını taşır. Eski padişah Beylerbeyi Sarayı’nda mahpustur. Fikret Âşiyân’ından, karşı kıyıdaki o sarayın pencerelerini görmektedir. Ülkenin karışıklığa doğru gittiğini sezen şair “Aman durumumuz daha kötüye gitmesin de bu adam o pencerelerden bakıp sevinmesin” dileğiyle bu eseri meydana getirmiştir.

Bir Lahza-i Teahhür

Bir darbe… bir duman… ve bütün bir gürûh-i sûr.
Bir ma şer-i vazî-i temâşâ, haşin, okur

Tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,
Yükseldi gavr-i cevve bacak, kelle, kan, kemik…

Ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim
Kimsin? Nesin?. Bu savlete sâik, sebeb ne kim?

Arkanda bin nigâh-ı tecessüs ve sen nihân,
Bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehsen â-feşân.

Mâlik sesin o servet-i ra’dîn-i gayza ki
Her yerde hiss-i hakk ü halâsın muharriki

Sadmenle pâ-yi kaahiri titrer tegallübün,
En gırre tâc-i haşmeti sarsar tekarrübün.

Silkip ukub-i ribka-i a’sân, en çetin
Bir uykudan uyandırır akvânu dehşetin

Ey şanlı avcı, dâmını beyhude kurmadın!
Attın… fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!

Dursaydı bir dakikacağız devrî bî-sükûn,
Yâhud o durmasaydı, o iklil-i ser-nikûn.

Kanlarla bir cinâyete pek benziyen bu iş
Bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.

Lâkin tesadüf., âh, o kaviler münâdimi,
Acizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi.

Birden yetişti mahva bü tedbir-i hârikı.
Söndürdü bir nefeste bu ümmîd-i bârikı;

Nakş etti bir tehekküm için baht-i bî-şuûr
Târih-i zulme bir yeni dibâce-i gurûr.

Kurtuldu; haklıdır, alacak şimdi intikam;
Lâkin unutmasın şunu târih-i sifle-kâm;

Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen denî
Bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!

Tevfik Fikret

21 Temmuz 1905’te II.Abdülhamid’e yapılan ama sonuçsuz kalan suikast, Ermeni komitecileri tarafından, suikastçiye medhiye düzen şansız bir şiirdir.

REVZEN-İ MAHLÛ

Eyvâh!. Hep hatâ mı tecellîsi ümmetin?
Biz, bâb-ı ihtişâmını ikbâl-i milletin

Alkışla, hutbelerle kaparken ve boş yere
Kanunu hırpalarken, uzak bir harâbeden

— Altında korkular dolaşan, süngüler gezen —
Bir gizli, bir kilitli ve nekbetli pencere

Pür-inşirâh açıldı. Ve mağrûr ü müntakîm
Bir kahkahayla güldü. "Aman görmeyim!." dedim.

Ey ser-nüviştimizle bizim oynayan fuhul;
İsterseniz şu anda kapansın kütüb, ukûl;

Günler kararsın, ufk-ı teselli de gülmesin;
İsterseniz şu gözler, ağızlar.. Biraz bakan,

Bir parça fark eden, düşünen; "Hak, şeref, vatan,
Kanun..." diyen ne varsa silinsin, görülmesin;

Hattâ sema yüzüstü kapansın ve ağlasın..
Yalnız, aman, o revzen-i meş’ûm açılmasın,

Yalnız o gülmesin!..

Bu iki şiir bir hükümdara, bir düşmandan daha galiz bir şekilde saldırmaktır. Bu nefret günümüze kadar taşınmıştır. Türk edebiyatı Fikret’i tebcil etmiş, yüceltmiş Sultanı ise aşağılamıştır büyük oranda. Çünkü bir tarihi seyri vardır, dokuz yüz yıl bu topraklarda devam eden ve adaleti ile nam salmış bir devleti ve milleti yirminci yüzyılın başında yakınlar onların kavramlarını da değerlerini de yıkmış ortaya köksüz bir nesil, güya modern bir topluluk çıkarmışlardır. Talihsizlik istiklal Marşı şairimiz Akif de Sultan’ın aleyhtarıdır.

Kardeşim Midhat Cemâl’e

Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd, 
Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd! 
Diyor ecdâdımız makberlerinden: «Ey sefîl ahfâd, 
Niçin binlerce ma’sûm öldürürken her gelen cellâd, 
Hurûş etmezdi, mezbûhâne olsun, kimseden feryâd?

Otuz milyon ahâlî, üç şakînin böyle mahkûmu 
Olup çeksin hükûmet nâmına bir bâr-ı meş’ûmu! 
Utanmaz mıydınız bir, saysalar zâlimle mazlûmu? 
Siz, ey insanlık isti’dâdının dünyâda mahrûmu, 
Semâlardan da yüksek tuttunuz bir zıll-i mevhûmu! »

O birkaç hayme halkından cihangîrâne bir devlet 
Çıkarmış, bir zaman dünyâyı lerzân eylemiş millet; 
Zaman gelsin de görsün böyle dünyâlar kadar zillet, 
Otuz üç yıl devâm etsin, başından gitmesin nekbet... 
Bu bir ibrettir amma olmayaydık böyle biz ibret!

Semâ-peymâ iken râyâtımız tuttun zelîl ettin; 
Mefâhir bekleyen âbâdan evlâdı hacîl ettin; 
Ne ’âlî kavm idik; hayfâ ki sen geldin sefîl ettin; 
Bütün ümmîd-i istikbâli artık müstahîl ettin; 
Rezîl olduk... Sen ey kâbûs-i hûnî, sen rezîl ettin!

Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse, 
«Bu bir cânî! » dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse. 
Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse, 
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se... 
Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblîs’e!

Değil kâbusun artık, devr-i devlet intibâhındır.
Gel ey nâzende hürriyyet ki canlar ferş-i râhındır. 
Emindir mevki’in: En pâk vicdanlar penâhındır. 
Serâpâ mülk-i Osmânî müeyyed taht-gâhındır. 
Serîr-ârâ-yı ikbâl ol ki: Bir millet sipâhındır.

***

—Bir gün evvel—

Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz; 
Erir erir akarız semtimizde geldi mi yaz! 
Bahârı görmeyiz amma lâtîf olur derler... 
Çiçeklenirmiş ağaçlar,yeşillenirmiş yer. 
Demek, şu arsada ot bitse nev-bahâr olacak... 
Ne var gidip Yakacık’larda dem-güzâr olacak? 
Füsûlü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız; 
Kurak, çamur, iki mevsim tanır ayaklarımız! 
Müneccimin, bereket versin, eski takvîmi 
Haber verir bize, mevsim şehirde gelmiş mi?

Sıcak, ziyâde sıcak bir geceydi; baktım ki: 
Oturmak evde ölümden beter, dedim: Belki, 
Çıkar dışarda gezersem biraz nefeslenirim; 
Epey de yorgunum amma gelince dinlenirim. 
Bizim müsâmere meydânı Yayla tümseğidir; 
Uzak çekerse de poyraz tutar, yazın iyidir. 
Giyip ayağmı çıkarken sopam yetişti hele... 
Emîn olup gidemem, çünkü, vermesek el ele. 
Odur cihanda benim, varsa yoksa, mu’temedim; 
Vakùr, hâtırı mer’î, vefâlı, çok denedim. 
Bizim sokakları tahmîn için deyin ki: Kuyu! 
Doğar şehirde güneş, yükselir minâre boyu, 
İdâre kandili karşımda göz kıpar hâlâ; 
Gurûb ikindiyi bulmaz, leyâl hep yeldâ! 
Nasılsa bedrin o akşam nigâh-ı sîmîni, 
Tarassud etmek için sanki evlerin içini; 
Dikildi safha-i mînâda semt-i re’simize. 
Tavansız evlere, yâ Rab, ne hoş bir âvîze! 
Dur ey sirâc-ı ezel, gitme olduğun yerden: 
Biraz şu sahne-i deycûru okşasın şu’len. 
Şu’â-i muhriki altında, gündüzün, şemsin 
Yanan alınlar için bir hayât olur lemsin... 
Açıktı pencereler; sağlı sollu her evden 
Gelirdi türlü sadâlar, acıklı, ba’zen şen.

— Bak anne, aydede bak bak! 
— Aman da mâşallah 
Değirmi tabla kadar var... 
— Susundu Ayşe, günâh. 
— İlâhi teyze tuhafsın, neden günâh olacak? 
— Günâh dedim ya, bırak şimdi... 
— Haydi sen de bunak! 
— Bunak, munak deme billâhi çarparım elimi... 
Aşifteler sizi... Âhir zaman tevekkeli mi!

Evin birinde nevâ-sâz bir güzel ûdî; 
Birinde cezbe-fezâ bir sadâ-yı dâvûdî, 
Tilâvet etmede Kur’an; gelip geçenlerse 
Ayakta irkiliyor incizâb edip o sese. 
Duyulmasın mı biraz sonra başka bir acı ses? 
Aceb ne var? diyerek koştu önceden herkes; 
Fakat gidenlere baktım ki kaldırıp tabanı, 
Bucak bucak kaçıyor: Kaç bilir misin amanı! 
Kısıldı karşıki evlerde mumların hepsi, 
Kısıldı sanki bütün bir mahallenin nefesi! 
Kesildi nağme-i Kur’an, kesildi nağme-i sâz; 
Zaman zaman duyulan sâde bir rakîk âvâz. 
Niçin kaçıştı ahâli, ne var ki yâ Rabbi? 
Yavaş yavaş sokulur anlarım nedir sebebi.
Ne manzaraydı İlâhî o gördüğüm sahne! 
Beş on herif yapışıp bir fakîrin ellerine, 
Sürüklüyor; öteden bir kadın diyor: 
— Bırakın! 
Kocam ne yaptı? Nedir cürmü bî-günâh adamın? 
Zavallının büyük evlâdı öldü askerde; 
İkinci oğlu da sürgün Yemen’de bir yerde. 
Acıklı, göğsü sakat koyverin, didiklemeyin; 
Günâhtır etmeyin oğlum, ayıptır eylemeyin. 
Efendi kim, o ne bilsin? Bilirse hem ne çıkar? 
Kilercisiyle uzaktan biraz hısımlığı var. 
Geçende komşuyu görmüş, demiş selâm söyle. 
Demek alınmayacak Tanrı’nın selâmı bile! 
Köpek sürür gibi insan sürüklenir mi ayol? 
— Kadın, çekil döverim ha! Sokulma, haydi defol! 
— Herif bırak, diyorum... Durdu işte bak nefesi. 
— Ne dırlanıp duruyor? Susturun canım şu pisi! 
Demez miyim size ben her zaman ki «dağdağasız» 
Yapın? Eşek gibi siz hiç lâf anlamaz mısınız? 
— Kadın, paşam, ne yaparsın?

Paşam mı? Nerde paşa? 
Şu korkuluk gibi dimdik duran herif mi? Paşa! 
Tasavvur et: İki arşın kazık kadar bir boy; 
Getir de üstüne kalpaklı bir kemik kafa koy. 
Ocak süpürgesi şeklinde bir sakal yaparak, 
«Senin bu işte yüzün, al! » deyip o yüzsüze tak. 
Ocak süpürgesi, lâkin süpürmüyor, yıkıyor; 
Nedense bittiği yerden cenâzeler çıkıyor! 
Budak delikleri tarzında aç da çifte oyuk, 
Büyükçe bakla kadar alnının az altına sok. 
Bilir misin çalı altında gizli inler olur: 
Yılan sabah çıkar, akşam usulcacık sokulur; 
Bıyık o kırda yetişmiş diken yemişli çalı; 
Ağız da in gibi aslâ görünmüyor, kapalı. 
Bu şekl-i mûhişi mümkünse bir düşün şöyle, 
Paşam dedikleri u’cûbe işte aynıyle! 
Belinde seyf-i «sadâkat», elinde bir kamçı, 
Ferik nişanları altında gördüğüm umacı, 
Ziyâ-yı bedr-i münîrin içinde, yâ Rabbi, 
Dururdu sîne-i îmâna girmiş ukde gibi! 
Semâ, zemin bütün envâr iken o pis gölge, 
Cebîn-i pâkine leylin ne pâyidâr leke!

— Kuzum, nasıl paşasın, görmüyor musun? Kocamı 
Sürükleyip duruyorlar... 
— Defol kadın, adamı 
Vurunca öldürürüm ha! Benim şakam yoktur. 
— Çekil hanım, paşa lâf dinlemez; vurur mu, vurur. 
Bilir misin onu! Şevket-meâb Efendimiz’in 
Birinci bendesidir... 
— Hay yetişmesin pampin! 
— «Sürün! » demiş, ona Şevketli’nin irâdesi var. 
— Sürüm sürüm sürünün tez zamanda alçaklar! 
Ya sen, zebâni kıyâfetli, gulyabâni paşa, 
İlâhi yumru başın bir geleydi sivri taşa! 
Yılan bakışlı şebek, bir bakın şunun gözüne! 
Kazık boyundan utan... Tû! Herif senin yüzüne! 
Sakın mahallede erkek bırakmayın, götürün. 
Sayıyla vermediler, öyle, posta posta sürün! 
Bakın şu hayduda; durmuş yıkın diyor evimi! 
Torunlarım ya herif, aç kalıp dilensin mi? 
Mahallemizde de çıt yok, ne oldu komşulara? 
Susup da kurtulacak sanki hepsi aklısıra. 
Ayol, yarın da sizin hânümânınız sönecek... 
Ne var sıçan gibi evlerde şimdiden sinecek? 
Yazık sizin gibi erkeklerin kıyâfetine... 
— Yetişti yaygaran artık... Çekil kadın evine! 
Atın şu kaltağı gitsin, tıkın hemen içeri. 
— Paşam, bayıldı kadın. 
— Anlamam o hîleleri. 
Demek ki bekleyelim gelsin âlemin keyfi... 
Saat üç oldu, geciktik, omuzlayın herifi.

Refîk-i ömrü giderken cenâze hâlinde, 
Serildi, kaldı kadın âşiyân-ı lâlinde. 
Benim de bitti nihâyet tahammülüm, tâbım; 
Boşandı seyl-i dümû’um, boşandı a’sâbım. 
Utandım ağlayarak, ağladım utanmayarak! 
Diyordu sanki o bîçâre karşıdan: 
— Alçak, 
Demin gerekti hamiyyet! Hem ağlamak ne demek? 
Figân ederse kadın, susturur koşup erkek.

Eve döndüm, bütün o fâcialar 
Geldi karşımda durdu subha kadar. 
Döndü dîdemde bin hayâl-i elîm! 
Öttü beynimde bin figân-ı yetîm. 
Ağlasın inlesin de bir mazlûm, 
Olayım seyre sâde ben mahkûm! 
Yalınız ben miyim fakat câni? 
Kim çıkıp «Yapmayın! » demişti, hani? 
Sustu herkes duyunca feryâdı, 
Kimsecikler yerinden oynamadı. 
Sesi hattâ kısıldı Kur’ân’ın, 
Sustu gûyâ sadâsı Mevlâ’nın! 
Sus! O susmaz: Nidâ-yı tehdîdi, 
Dinle bak nerden in’ikâs etti: 
Arnavutluk’ta gürleyen toplar 
Geliyor işte Pâyitaht’a kadar!

Mehmet Akif Ersoy

***

Bu şiirde bir şahıs hafiyeler tarafından götürülmektedir, suçu padişaha muhalif bir adama selam göndermiş, Akif bir kurgu şampiyonu gibi sultanı, adamlarını aşağılar, bir devletin inhitadı demek olan bir sultanın gidişini neşe ve şetaretle karşılar.

Şimdi iki levha var biri Akif, biri Fikret ikisi de muhalif. Halbuki Fikret Allah ve mukaddes bir çok kavramı Tarih-i Kadim şiirinde ayaklar altına almıştır. Fikret de ona “o benim anama babama küfretseydi fazla üzülmezdim, ama o benim ilahıma, Allah’ıma kötü sözler söyledi” diyerek onu affetmez.

Eleştiri de bir olayla genel bir hüküm verilmez, bir yanlış umumileşmez. Bütün dışardan yönetilen hafiye teşkilatları sultanı yıkmak için çalışmış. Bizim aydınlarımız da Avrupa’ya kaçıp Fransız nezaretinde Namık Kemal gibi, sultan ve Osmanlı için olmadık hakaretler ve aşağılamalar yapmışlardır. Bu bir kitap olacak kadar büyük konu.

Bediüzzaman “ben kılıcımı Venizelos ile birlikte Said Halim Paşa’ya vurmam, vuran da nazarımda sefildir” der. Bu büyük bir eleştiri kuralıdır. Yani Venizelos’un eleştirdiği Sultanı ben de eleştirirsem ona vasıta-i tesmim, zehirleme aracı olurum der. Böyle bir durumdan kaçar. İşte Akif düşmanlarımızın sultanı yıkma gayesine bilerek, bilmeyerek alet olmamış mı? Akif ile Fikret ateş ile su gibi bir araya gelmemesi gerekirken ama büyük şairimiz bu yanlışı bir anlık nefretle işlemiştir.

Rıza Tevfik de önce eleştirmiş ama sultanın nasıl bir denge ve süreklilik siyaseti olduğunu görmüş, Sultanın ruhundan özür dileyen bir şiir yayınlamıştır.

Abdulhamid Han vefat ettikten sonra yazdığı şiir

Ne kadar acı bir özür dilemedir. Bir kültür ihtilali yapamadık daha yapacağımız da yok. Hala Sultan düşmanlığı ve onu sevenler ve onun kültür tarihi aşağılanıyor. Eğitim sistemi cincik boncuk ders saatleriyle uğraşıyor. Bir imparatorluğu yıktık onlar dışardan biz içerden, sonra onun kültürünü yıktık hala yıkıyoruz. Doktora, yüksek lisans sınavında Osmanlıcayı sepete atmak için hocaların gayreti ağlanacak bir haldir, bunları kim düzeltebilir, bu düşmanlık ve adaveti… Bakalım hayırlısı.

Nerdesin şevketlim, sultan hamid han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör pezevengin bak günahına.

Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî padişâhına.

Padişah hem zâlim, hem deli dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz 'beli' dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
yuh olsun bunların ham ervâhına!

Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.
Lânetle anılan cebâbirenin
Bu, rahmet okuttu en küstâhına.

Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türk’ün ruhu zorla âsi göründü,
Hem peygamberine, hem allâh'ına.

Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Ahiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına.


Rıza Tevfik

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum