Şanlıurfa-2

Harran Üniversitesi

Abdülkadir Badıllı Ağabey’e refakaten Ankara’ya teşrif ettiğinde Risale Akademi’de tanıma şerefine eriştiğim Cüneyd Gökçe Beyefendinin Osmanbey Kampüsünden sosyal medyada yaptığı fotoğraf paylaşımları ile oldu Harran Üniversitesi ile ilk âşinalığım.

Göz ile görmek ve kalben, ruhen hissetmek elbette fotoğrafını görmekten çok çok başkadır.

6 Aralık 2018 Perşembe günü talebelerinden biri vasıtası ile randevu aldığım Cüneyd Gökçe Hocamızı ziyarete gittim. Allah kendisinden razı olsun randevusuz ve protokolsüz görüşülebilen nadir insanlardan biri.

Merkezden kampüse gidişim pek rahat oldu hamd olsun. Arkadaşlarım araba ayarladılar pek suhuletle gittim. Urfa’da hamd olsun her işim o denli rahat ve suhuletli oldu ki ne kadar şükretsem azdır ve bu rahatlığa vesile olan arkadaşlardan Allah ebediyen razı olsun. Esnaf da işlerimi hep kolaylaştıran bir tarz ile muamele ediyorlar. Kendi kazanç ve manfaatlerini değil müşterinin memnuniyetini esas alan esnafın anlayışlı ve kolaylaştırıcı tavırları karşısında bazen duygulanıp ağlamaktan kendimi alıkoyamıyorum. Babacığım da esnaf olduğu ve müşterilerine son derece nezaketle ve anlayışla yaklaştığı için babama benzeyen esnafları seviyorum. Babam da aynı rahmetli annem gibi her zaman muhatabın iyiliğini ve rahatını düşünür ve kendi rahatı için asla bir başkasını (hatta kendisine hizmetle mükellef olan evlatlarını bile) sıkıntıya sokmaz.

Osmanbey Kampüsüne girerken hissettiğim huzur asansörün kapısındaki yazıyı okuyunca kalbimi çepeçevre saran bir sıcaklığa inkılab etti. Osmanbey Kampüsü İlahiyat Fakültesinin Asansörün kapısında bu yazı var: “Öğrencilerimizin asansörü kullanmaları uygun görülmemektedir.” Bu yazıyı okur okumaz annesinin kucaklamasına mazhar olmuş bir bebek gibi kendimi güvende ve huzurlu hissettim. Gözümün önünde Cüneyd Hocamızın letafeti canlandı. Dekan Beyi tanımıyorum ama Cüneyd hocanın cümlesi gibi geldi bu nazik ifade bana.

Katılacağı toplantıyı benim gidişim sebebi ile biraz erteleyen Cüneyd Hocamız ile yüksek lisans talebesi olan hanım kardeşim de beraberimizde olduğu halde görüştükten sonra Cüneyd Hoca toplantıya ve hanımefendi kardeşimle ben de kampüsü gezmeye çıktık.

Medeniyetlerin su etrafında kurulması gibi Osmanbey Kampüsü de bir Gölet etrafındadır. Rahmet arşı olan su inşirah vesilesidir. Rahmetli anneciğim Miyase Hanım’ın vefatından sonra bu nedenledir ki her gün su başına gidiyor idim. Gidebilirsem göl kenarına ve eğer gidemez isem parktaki küçük fıskiyeli havuzların başına gider idim.

Ana kapısından girerken kendimi başka güzel bir aleme geçiyor hissettiğim kampüsü etraflıca gezdikten sonra ünüversitede bir kişisel gelişim konferansına katıldık. Mahmud Öztürk’ün sunumunu yaptığı konferans son derece garip bir cümle ile başladı. Cümle budur: “Sizi karanlık günler bekliyor. Evet karanlık günlere hazır olun…”

Öğrencileri hassaten de yeni gelen talebeleri teşvik maksadı olan bir konferansın başlangıç cümlesi olarak çok abes görünüyor idi cümle. Lâkin Mahmud hocanın ne mimikleri ne bakışları ne de ifade şekli ve ses tonu manayı desteklemiyor idi. Bu hali görünce anladım ki bunun içinde başka bir iş var. Zahiren menfi görünen bu cümlenin altında müsbet bir mana olmalı idi. Eğer Mahmud Hoca bu cümleyi ümitsiz bir ses tonu ile ve son derece üzgün bir halde söylese idi elbette cümlenin zahiri manasının sahih olduğuna kanaat getirecek idik lâkin mütebessim bir sima ile ve rahat olarak söylemiş idi bu cümleyi.

Sunumun devamında Mahmud hoca karanlık günler ile kast ettiği şeyin ancak bir tohumun neşv-üneması için toprak altında beklediği günlere işaret olduğunu izah etti. Tohum toprak altında karanlık ve sıkışık bir yerde durmak vesilesi ile gelişip neşv-ü nema bulur ve meyveli bir ağaca inkılab eder. Siz de eğitim sürecinizde bazen üzülüp sıkılıyor ve üzerinizde baskı hissediyor olabilirsiniz bu durum güzel neticelerin habercisidir.

Son derece akıcı bir üslub ile devam eden sunumuna Mahmud Hoca bir sual ile devam etti: “Yolda yürürken bir parça ekmeğin yere düşmüş olduğunu görseniz ne yaparsınız?”  Talebeler bu suale alıp yerden kaldıracaklarını hatta öpüp başlarına koyarak tazim etikten sonra yüksek bir yere koyacaklarını söyleyerek mukabele ettiler. Ekmek haricinde her hangi bir şeyin yere düşmüş olduğunu gördüğümüzde böyle bir şey yapmayacağımızı ihtar eden Mahmud Hoca ekmeğin bu saygın konuma gelinceye dek ne kadar meşakkatli merhaleler geçirdiğini anlattı. Buğdayların değirmede ezilmesi sonra yoğurulması ve pişirilmesi sürecinde çekilen meşakkatlere bir mükafaat olarak bu denli saygın bir nimet olmuştur ekmek diye söyleyen mahmud Hoca bir de espri yaparak “bizim sizi zaman zaman ezmemizin ve sıkıntı vermemizin sebebi de sizin bir nimet olmanızdır” dedi.

“Size gelen zehmet ve meşakkatler hep sizin baş tâcı olmanız içindir” diyerek sunumuna devam eden Mahmud Hocanın bu cümlesi beni çok duygulandırdı. Sebebi ise rahmetli anneciğimi bana tahattur ettirmesidir. Rahmetli şefkatli valideciğimin adı Miyase idi. Miyase kıymetli taşlarla süslenmiş taç demektir. Urfa’da “baş tâcı” ifadesi ile çok kez karşılaştım. Hususen Ankaralı olduğumu öğrenenler “baş tacısınız” ifadesini kullanıyorlar Ankara’yı seviyorlar genel olarak.

Anneciğimin adının manasını çok geç öğrendim lâkin annem gerçekten de ismi ile müsemma idi. Kendi nefsi ve istekleri için asla muhatabını sıkıntıya sokmayan annem genelde muhataplarından ciddi hürmet ve yardım görür idi. Kendisini hiçbir zaman bir hırsa kapılmış olarak “bu olmalı” gibi bir tavır içinde görmedim. Teslim ve tevekkül konusunda ileride olan annem sık sık “tevekkelin koyununu kurt kapmaz” derdi. “Yani; bir insan Allah’a sığınsa tevekkül etse Rabbine teslim olsa kimse ona zarar veremez Allah onu muhafaza eder” derdi anneciğim. Annemin dualarının teslim ve tevekkülünün beni çok büyük tehlikelerden muhafaza ettiğine çok defa şahit olmuşum.

Evet üniversitedeki konferansa devam edelim. Bir uygulama ve iki sual ile devam etti sunum. Uygulama bu idi: Dinleyici öğrenciler içinden üç kişi (gönüllü diyecektim ama tahattur edemedim acaba hoca kendisi mi seçmiş idi yoksa gönüllü var mı demiş miydi, muhtemelen gönüllerine bırakmıştır diye tahmin ediyorum) davet etti ve bu üç kişi avukatlık edeceklerdi. Birisi solucanı birisi akbabayı ve birisi de akılsız bir insanı savunacaklar.

Solucan ve akbabayı savunan kardeşler hiç zorluk çekmediler. Katılımcılar da yardım etti. Akbaba leşlerin ortadan kalkmasına hizmet ettiği için pek faydalı idi. Eğer akbaba olmasa ortalık kötü kokudan durulmaz hale gelirdi. Solucan ise geçtiği her yerde ardında bir tünel bırakırdı da o tünel havalandırmaya hizmet eder idi.

Akılsız insana gelince… Onun savunulacak hiçbir tarafı yok idi.

Yazı fazla uzamaması için diğer iki misali yazmayacağım. Hem katılanlar ile katılmayanlar arasında bir fark olsun değil mi.

Yalnız iki misalin esprisini kısaca anlatmak isterim.

Biz toplum olarak bize çizilen kalıpların içinden çıkmakta çok zorlanıyoruz. Hep bize dayatılan kalıplar üzerinden düşünüyoruz. Halbuki daha geniş bakabiliriz. Bize dayatılan kalıplara göre değerlendirmeler yaparak o kalıplara bağlı kalmak bizi köreltir. Düşüncelerimizi kısırlaştırır.

Harran Üniversitesine ve emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Gerçekten de saatlerce devam etse sıkılmadan dinlenebilecek bir sunum oldu. Bunun en önemli nedenlerinden biri katılımcıların muhatap alınıp önemsenmesi idi. “Beni sessizce oturup dinleyin, itiraz hakkı da vermiyorum, ben konunun uzmanıyım zaten” tarzındaki sunumlardan çok farklı ve ufuk açıcı idi.

Esasen değinmek istediğim bir husus daha var idi inşallah bir başka yazıda.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.