Said Nursî ve milliyetçilik

Said Nursî ve milliyetçilik

Siyaset Bilimci Ahmet Yıldız'ın yazısı:

Ahmet Yıldız'ın yazısı:
(Doç. Dr. Siyaset Bilimci)

Said Nursî ve milliyetçilik

Milliyetçilik, Hıristiyan Batı toplumlarının “modernleşme” sürecinde ortaya çıkan ve sanayi toplumunun üretim ve tüketim kalıplarıyla, matbaa kapitalizminin tetiklediği kitle iletişiminden beslenen bütüncül bir ideoloji ve siyasî akımdır. Dinî bağlanmanın aslî aidiyeti oluşturduğu modern-öncesi toplumlarda, dinin sahip olduğu bütünleştirici ve meşrûlaştırıcı fonksiyon, modern dönemde seküler bir din niteliğine bürünen milliyetçi tasavvur (1) ve ideoloji tarafından sağlanmaktadır. Bu niteliğiyle milliyetçilik, seküler/bu dünyacı bir varoluş tasavvuruna dayanan, bilgi ve moral anlayışını ulusal aidiyet ve ulusal çıkar ekseninde tanımlayan bir doktrindir. Devletler arası düzenin ulus devletlerden oluşmasını veri olarak alan milliyetçi söylem, ulusaltı ve üstü hamiyyetlerin ulusal hamiyete hadim olmasını şart koşar.

Milletlerin tarihselliğine ilişkin literatür oldukça farklı yaklaşımlar içermekle birlikte, milliyetçiliğin modern bir tasavvur olduğu genel kabul gören bir olgudur. Bir millete ait olma bilincini aslî aidiyet olarak görmeyi ve ferdî, toplumsal ve siyasal alanı bu kabule göre düzenlemeyi vaz eden milliyetçilikler, hem sivil/siyasal, hem de etnik bileşenler içerir. Amerikan milliyetçiliği dahil, bütün milliyetçilikler için genellenebilecek olan bu durum, milliyetçiliğin demokrasi ile ilişkisini bıçak sırtı bir ilişki haline getirir. Milliyetçiliklerin etnik boyutu ağır bastıkça, demokrasiyle arasındaki gerilim alanı büyür; sivil/siyasî tanım bu gerilimi düşürür.
Beşerî bir modern ideoloji ve dünya görüşü olarak milliyetçiliğin dinle ilişkisi de değişkenlik gösterir. Kimi örneklerde dini ve dinî kurumları en büyük düşman olarak tanımlayıp bir çatışma ilişkisi geliştiren milliyetçiliklerin (Fransa gibi), kimi örneklerde de dini ulusallaştırarak milliyetçiliğe dinî bir temel sundukları görülmektedir (İrlanda ve Polonya gibi).

Osmanlı devletinin Tanzimat Fermanı (1839) sonrasında içine girdiği reform süreci, “milliyetçilikler çağı” olarak adlandırılan 19’uncu yüzyılın imparatorlukları çözücü etkisini frenleyebilmek için, “bila tefrik u cins u mezhep” anlayışına dayalı Osmanlıcılık politikasını benimsedi. Oryantalist çalışmalarla beslenen milliyetçi edebiyat, önce imparatorluğun gayr-ı müslim toplulukları arasında siyasal niteliğe bürünen etnik milliyetçi hareketlerin doğuşunu tetikledi. 1876 Anayasasının dinlerine bakılmaksızın bütün tebayı Osmanlı olarak kabul eden resmî yaklaşıma rağmen, Yunanlarla başlayan kopma süreci, Sırplar ve Bulgarlarla devam etti. Etnik milliyetçiliğin çözücü etkisi siyasal düzeyde ilk olarak Arnavut milliyetçiliğinde yankılandı. Resmî Osmanlıcı politikaların Türkçü bir çerçeveye uyarlanarak uygulanmasına duyulan tepkilerin tetiklediği reaksiyoner milliyetçilik akımları, Müslüman topluluklar içinde ilk önce Arnavutların 1911 yılında Osmanlı devletinden kopmasını netice verdi.  

1908 yılında Meşrûtiyetin ilânıyla 1876 Kanun-i Esasi’sinin yeniden yürürlüğe girmesi, imparatorluğun çözülüşünü geciktirmeyi başaramadı. Girit ve Bulgaristan bağımsızlığını ilân ederken, Bosna-Hersek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhak edildi. Müslüman topluluklar da her tarafta etnik kulüpler-dernekler oluşturmaya başladı. Türk Derneği (1912’den sonra Türk Ocağı), Türk milliyetçiliğinin doktriner merkezi olurken, Arap ve Kürt milliyetçi seçkinleri de örgütlenmeye başladı. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Arap milliyetçiliğinin öncelikle gayr-ı müslim Araplar arasında geliştiği, Türk ve Kürt milliyetçi seçkinlerinin de genel olarak seküler eğilimlere sahip olduğudur.

1912-13 Balkan Savaşlarından sonra Türkçülük, iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Partisi tarafından devletin resmî politikası haline geldi. Böylece seküler Türkçü akımın kurucu figürlerinden biri olan Yusuf Akçura’nın 1904 yılında Mısır’da yayınlanan Türk gazetesinde tefrika edilen Üç Tarz-ı Siyaset isimli eserinde ortaya koyduğu, Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük seçenekleri içinden Osmanlı yönetici elitinin tercihinin Türkçülük olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Savaş dönemi boyunca, daha sonra Kemalist dönemde uygulanacak laikleştirici reformların tamamının parçalı olarak denendiğini görüyoruz. Savaş sonunda Osmanlı devleti parçalanırken yerine kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Paşa’nın liderliği altında, Türkleştirme yoluyla Batılılaştırmaya dayalı bir politika izlemeye başladı. Türklük, topyekûn Batılılaşmaya dayalı dönüşüm programının zarfı olarak kullanıldı. 1924 yılında Halifeliğin kaldırılması, İslâm dünyasında büyük bir tepkiyle karşılanırken, içeride de Kürtlerin yeni rejimle arasındaki temel bağlarından birini ortadan kaldırdı. Gelişen bir dizi Kürt dinî-milliyetçi ayaklanması askerî yoldan bastırılırken, Kürtlerin Türk olduğuna dayalı resmî tarih tezi eğitim sisteminin ve kamusal alanın buna göre düzenlenmesini kolaylaştırdı.

Dinden arınmış, soy olarak Türk ya da kendisini öyle kabul eden, Batılılaştırılmış Türk kültürüne bağlı ve Türkçe konuşan herkes Türk olarak tanımlanırken, Türk olmak en büyük mutluluk vesilesi olarak telâkki edildi. Söz konusu bileşenler açısından eksik olanların Türkleştirilmesi programı uygulamaya kondu. 1928’de Yahudîlere dönük “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası başlatılarak, sokakta, çarşıda ve resmî kurumlarda Türkçe dışındaki dillerin konuşulması yasaklandı.

Said Nursî: “Unsur lâzım ise bize İslâmiyet kâfidir”

Abdülhamid dönemi, II. Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemlerine şahitlik eden Said Nursî, içinden çıktığı Kürt toplumunun ve genel olarak bütün Müslümanların üç ana problemi olarak değerlendirdiği “cehalet, zaruret ve ihtilâf”tan kaynaklanan tehlikeleri, İslâmî hamiyeti baz alarak bertaraf etmeyi hedefleyen, medreselerin yeni bilimlerle tanışmasını ve Arapça, Türkçe ve Kürtçeyi de içerecek çok dilli bir eğitim programını esas alan Medreset-üz Zehra Üniversitesinin kurulmasını sağlamak için 1907 yılında İstanbul’a gelir. Abdülhamid döneminde bu amacına ulaşamaz. 1908 Meşrûtiyetini “Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlâl” diyerek alkışlar. 1911 yılında Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine katılır ve projesinin kabul edilmesini sağlar. 1914 yılında Van’da temeli atılan üniversitenin kuruluşu Savaş’tan dolayı gerçekleşemez. Cumhuriyetin ilk yıllarında da bu konudaki ısrarını devam ettiren Said Nursî, yeni rejimin dinle barışık olmayan, onu karşısına alan çizgisini fark edince Ankara’dan ayrılarak Van’a, kendisini yeni bir başlangıca götürecek fikrî ve manevî serüvenine doğru yola çıkar.

Said Nursî’nin İstanbul yılları milliyetçilikle doğrudan tanıştığı yıllardır. İstanbul’un her tarafında açılmaya başlayan etnik dernekleri “sebeb-i tefrika-i kulüp” olarak niteler. (2) 1908’de kurulan İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’ni İslâm ittihadının bir vesilesi olarak destekler. 1909 31 Ayaklanması’ndan sonra geri döndüğü Kürdistan’da bütün aşiretleri dolaşarak Meşrûtiyetin ilânı üzerine beliren istifhamları gidermeye çalışır ve milliyetçiliğe ilişkin temel bakış açısını, bu görüşmelerden derlediği karşılıklı soru ve cevaplardan oluşan 1911 tarihli Münazarat isimli eserinde ortaya koyar.

Münazarat, sade insanı siyasî karar verme sürecinin meşrû ve ehil bir aktörü olarak değerlendirmenin, dolayısıyla Meşrûtiyetin katılımcı ruhunun pratik bir temsilidir. Urfa’da problemlerini sorduğu bir köylünün “Ağam bilir” cevabı üzerine, “O zaman ben de, senin ağanın cebindeki aklınla konuşuyorum” diyerek, Kürtleri akıllarını kullanmaya dâvet eder ve bir sözü kim söylerse söylesin akıl süzgecinden geçirmeye dâvet eder. (3) Kürtler nezdinde İslâmî aydınlanmanın öncülüğünü yapar. Böylece, aşiret, tarikat, cemaat, şef, ideoloji, örgüt ya da devlet adına geliştirilen önermelerin bireysel aklın süzgecinden geçirilmesinin önemini vurgular. Problem alanları da, bunların çözümleri de birlikte düşünülüp tartışılmakta, “sahipsiz bir kavmin” sahipsizliğinin nasıl giderilebileceği somut olarak ortaya konmaktadır. Bediüzzaman’ın Münazarat’ı, demokratik düşünce tarihinin paha biçilmez klâsiklerinden biridir. Bu klâsik eserde milliyet fikrinin İslâm ve meşrûtiyet/demokrasi ekseninde tanımlanarak kavranması, bize bugün bir arada barış içinde yaşamak için gerekli “birlikte düşünme” sürecinin ana parametrelerini de ortaya koymaktadır.
Milliyetçiliğin doğurduğu sonuçları esas itibariyle, iman merkezli bir bakış açısının yitimi olarak gören Said Nursî, yine de bu doktrinin pozitif sonuçlarından birini Kürtler üzerinden şöyle ifade eder: 

“İşte fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeninin himmeti, mecmu-u milletidir. Güya onun milleti küçülmüş, o olmuş. Veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymettar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa feda etmeye iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür. Hâlbuki, şimdikilere demiyorum, lâkin sizin eskiden bir yiğidiniz uyanmamış, nura girmemiş, İslâmiyet milletinin namusunu bilmemiş, yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülâhaza eder, kısa düşünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza, İslâmî fikr-i milliyetle onlar gibi temâşâ etseydiniz, kahramanlığınızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil olacaklardı. Hakikaten sizin hârikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslâm’ın uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.

Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.

Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, terakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası ve belki din-i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler çalmışlar? Çünkü onların bir fedâisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun; içinde bir hayat-ı mâneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tûfan olsun” veyahut “Eğer susuzluktan ölürsem, bir damla yağmur yağmasın!” olan kelime-i hamkâ ve seciye-i avra, himmetimizin elini tutmuş, rehberlik ediyor. İşte, en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır: Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ olsun. Sevâb-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı mâneviyem beni yaşattırır; âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder. “Ölüm, Nevruz Bayramı günümüzdür”” deyip, nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.” (4)

“Frenk illeti” olarak değerlendirdiği ve İslâm milletlerinin birliğini parçalamak için kullanılan bir tefrika unsuru olarak gördüğü milliyetçiliğin, (5) aşiret asabiyetinin aşılmasına sağladığı katkıyı teslim eden Bediüzzaman, bir üst aidiyetle Müslüman ferdin hamiyetinin de inkişaf edeceğini belirtir. Bu anlamda millî hamiyyet dinî hamiyyetin ancak bir cüzü olabilir; onun yerini alamaz ona alternatif olamaz. 1911’de katıldığı Rumeli Seyahatinde, tren yolculuğu sırasında görüştüğü milliyetçi bir öğretmenle arasında geçen hamiyyet-i milliye-hamiyyet-i diniyye tartışmasında, millî hamiyetin toplumun bütün tabakalarını kuşatamayışına ve ebedî hayat inancının yokluğu durumunda bu dünyacılığın yol açacağı hodgamlığa işaret ederek, dinî hamiyyetin üstünlüğüne vurguda bulunur. (6)

Dinî hamiyyete dayalı İslâm milliyetinin sağladığı dayanışma duygusunun kapsayıcılığını ise şöyle anlatır:
Meşrûtiyet-i şer’iye taht-ı efkâra çıktı, hablü’l-metîn-i milliyeti ihtizaza getirdi, nuranî urvetü’l-vüska olan İslâmiyet ihtizaza geldi. Her bir müslim anladı ki, başıboş değil. Menfaat-i müştereke ile ve hiss-i mücerred ile başkalarıyla bağlıdır. Umum İslâm bir aşiret gibi birbiriyle merbuttur. Nasıl bir aşiretten bir adam bir iyilik etse, umum aşiret bu namus ile iftihar eder, hissedar olur. O namus bir olarak kalmaz. Binlerle aynada görünen bir mum gibi, binler olur. O aşiretin rabıta-i hayatiyesine nur ve kuvvet verir. Eğer birisi bir cinayet işlese, bütün efrad-ı aşiret onunla bir derece müttehem sayılır. Meselâ, şu mecliste olan adamlar birbiriyle bağlı olursa, birisi kendini çamura atsa, arkadaşlarını ya beraber düşürecek veya tahrik ile tâciz edecek. Binaenaleyh, şimdi bir günah bir’likte kalmaz, bine çıkar. Bir hayır “Bir daneye benzer ki, ondan yedi başak sümbüllenir. Her bir başakta da yüz dane bulunur. (Bakara Sûresi, 261)” hükmüne geçer.

İşte şu nüktedir ki, ya fikren veya ruhen uyanmışlara, ağlamaya hâhiş vermiştir. Bir bahane ile ağlarlar, tevbekâr olurlar. Lâkin, minare başında olan akıl, kalîb-i kalb dibinde bulunan sebebini iyi göremiyor.
Elhasıl: İslâm uyandı ve uyanıyor. Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tevbekâr eden, işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istidadı almakta ve kesb etmektedir. Lâkin, sizler bedevî olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz, oldukça bozulmamış olduğundan, İslâmiyetin kudsî milliyetine daha yakınsınız. (7)

Milliyet fikrinin insanı harekete geçiren gücünün farkında olan Bediüzzaman, bunu şöyle ifade eder:
“Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için, uzaktan gelen taaffün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadı görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz olan meşrûtiyeti takviye için, fikr-i milliyeti haffâr yapıp, mârifet ve fazileti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngân atınız; ta bir kemâlât pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez.” (8)

Bediüzzaman’ın “fikr-i hürriyet milliyetin pederidir” (9) sözü bu açıdan meşrûtiyet ile milliyet arasındaki ilişkinin son derece dikkat çekici bir yorumudur. Meşrûtiyetin sade ferdi oy verme suretiyle fikrini açıklama ve karar verme sürecine dahil etme keyfiyeti, millî aidiyetin siyasi katılım boyutunu nazara verir. Bu millî aidiyet İslâm’la tanımlandığında İslâmî hamiyet milliyete asıl rengini verecektir:
Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, âlem-i İslâmın efkârında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılâb-ı acip ve terakkî-i fikrî ve teyakkuz-u tam intaç etmiştir ki, bahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu. Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyet’in cevher-i nuranîsi tecellîye başladı. İslâmiyet’in ihtizazını ihbar etti ki, her bir müslim, cüz-ü fert gibi başıboş değildir. Belki her biri, mürekkebât-ı mütedahile-i mütesaideden bir cüzdür. Sair eczalarla câzibe-i umumiye-i İslâmiye noktasında birbiriyle sıla-i rahimleri vardır. Şu ihbar bir kavî ümit verir ki, nokta-i istinad, nokta-i istimdad gayet kavî ve metindir. Şu ümit, yeisle öldürülen kuvve-i mâneviyemizi ihyâ etti. Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir. (10)

DİPNOTLAR:
1- “Asabiyet-i cahiliyye, birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in’ikas edip dalgalanan bir ziyadır. “Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı 2, Mesnevî-i Nuriye, İstanbul: Nesil Yayınları, 1996, s.1323.
2- “Hem bizde ibtida-i Hürriyet’te, -Babil kal’asının harabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen “teşa’ub-u akvam” ve o teşa’ub sebebiyle dağılmaları gibi- menfî milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pekçok “kulüpler” namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif milletçiler cem’iyetleri teşekkül etti.” Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı 1, Mektubat, İstanbul: Nesil Yayınları, 1996, s. 499.
3- Şükran Vahide, Islam in Modern Turkey. An Intellectual Biography of Bediuzzaman Said Nursî, Albany: State University of New York, 2005, s. 87.
4- Bediüzzaman Said Nursî, Asar-ı Bediiyye, Abdulkadir Badıllı, Der. İstanbul: Elmas Neşriyat, 2004,  s. 335-36.
 5- “Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar.” Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı 1, Mektubat, İstanbul: Nesil Yayınları, 1996, s. 499.
6- “Onun için uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir.” A.g.e., s.499. Bu tartışma için bk. Bediüzzaman Said Nursî, Asar-ı Bediiyye, Abdulkadir Badıllı, Der. İstanbul: Elmas Neşriyat, 2004,  s. 384-391.
7- Bediüzzaman Said Nursî, Asar-ı Bediiyye, Abdulkadir Badıllı, Der. İstanbul: Elmas Neşriyat, 2004,  s. 338-39.
8- A.g.e.,  s. 305.
9- A.g.e.,  s. 315.
10- A.g.e.,  s. 316-317.
 
Risale-i Nur Enstitüsü